Salı, Kasım 28, 2017

PANTOLON MU KİTAP MI



            Ankara yıllarıma nereden nasıl devam edeceğimi kestirmekte doğrusu zorlanıyorum. Çünkü hepsi, en küçük anı kırıntıları bile benim için öylesine değerli ki, bir yandan bu duygunun baştan çıkarıcılığını bir yandan da bir gün bunları okumaya kalkışanların dudak bükerek ‘bana ne bunlardan’ dediğini duyar gibiyim. Ama madem ki F klavyenin başına geçtim, o halde yazmalıyım.

            Ailece Ankara’ya yerleşeli bir yılı geçtiği halde, kendimizi bir türlü Ankaralı hissedemiyorduk. Özellikle babam ve ben her gün, başkent sosyetesinin odak noktalarından biri olan Devlet Tiyatro ve Operası’nın “snob” ortamında yabancılığın en zorlusunu yaşıyorduk. Bu durum, yaşı ve babacan tavırları nedeniyle belki de babam için büyük bir sorun oluşturmuyordu, ama hayata yeni yeni tutunmaya çalışan ve önemli beklentiler içinde kıvranan ben, hemen her gün yeni bir şok, yeni bir düş kırıklığı yaşıyor, ertesi güne aynı beklentiler ve aynı hayata asılma duygusuyla başlıyordum. Zaman zaman aldırmamama rağmen içinde bulunduğumuz ortamda beni en çok yaralayan durumlardan biri kılık kıyafetimdi. Hem taşralı giyimi bir türlü üzerimden atamıyor hem de gerçek kentliler gibi giyinebilmeye gücüm yetmiyordu. Yoksulluğun yarattığı aynı duygular üç yıl yaşadığım yatılı Niğde Lisesi’nde de içimi kavurmuş, benim gibi kılıksız olanlara bakarak teselli bulmuştum. Tiyatro ve operadaki sanatçılar bir yana, benim gibi memur olan kesim bile giyim kuşamına özen gösteriyor, özellikle karşı cinse kendini beğendirme duygusunun ezikliği altında zaman zaman aşırılığa kaçanlar oluyordu. Çünkü tiyatro ortamı özellikle erkeklerde bu duygunun dolup taşması için son derece kışkırtıcıydı.

            Üzerimde, Samanpazarı’ndaki bir iş hanında terzilik yapan Nevşehir'li, ortaokul arkadaşım Eyüp Özbaba’nın Sümerbank kumaşından bir yıl önce diktiği ve her gün tepe tepe giyilmekten ahı gitmiş vahı kalmış elbisem, ayaklarımda pençe üstüne pençe vurulduğu için artık rengini bile kestirmek mümkün olmayan boyasız ayakkabılarım, sırtımda yine bir yıl önce Yeni Karamürsel’den bilmem kaç taksitle aldığımız kiremit rengi trençkotumla tam yoksul bir taşralı genç görünümündeydim. Arada bir sırf bu nedenle ilgi çektiğimi düşünüyor ya da böyle bir duyguyla avunuyordum. Bugün, o günlerde işyerinde bile hep elimde bir kitapla dolaşmam böyle bir kompleksin tezahürü müydü acaba diye düşündüğüm oluyor. Kısa sürede dost edindiğim Karadenizli Muhasebe Memuru Galip Onat masamdaki ya da elimdeki kitabı gösterip, “Yakışıklım, bırak şu kitapları da kılığını kıyafetini düzelt” dediğinde içim burkulmuş, verecek cevap bulamamıştım. Bir gün zavallı annem, pantolon ütüleme becerisini bir yıl boyunca üzerinde geliştirdiği için kumaşı parlamış, dizi çıkmış pantolonumu gösterip babama,

            “Mustafa, biliyorum senin de kalmadı ama, bu çocuğa bir elbise diktirsek, insan içine çıkamaz hale geldi” demiş, babamsa çaresizlikten duymamış görünmeye çalışmıştı. Bir cumartesi annem, mutfak parasından zarzor artırdığı on dokuz lirayı avcumun içine koymuş,

            “Oğlum, Ulus’taki Sümerbank’a git de iki pantolonluk kumaş al kendine. Eyüp’e diktirirsin, giyecek bir şeyin kalmadı” dedi. Onun bu parayı nasıl artırdığını bildiğim için, hiç içimden gelmediği halde, aşırı ısrarına dayanamayıp almak zorunda kaldım. Sonra da kendimi Ulus Meydanı’na vurdum. Her şeye rağmen pek keyifliydim, uzun süredir böyle bir para geçmemişti elime. O günlerde, Ulus'taki ünlü Karpiç Lokantası ve çevresindeki eski binalar yıkılmış, yerine, ortada büyük bir boşluğu ve çevresinde tek katlı dükkânları bulunan 'Yeni Çarşı' adıyla bir çarşı oluşturulmuştu. Şimdi yerinde sanırım modern bir çarşı yükseliyor. Öğle saatleriydi. Çarşı'nın kapısındaki Uğrak Büfe'den bol hardallı bir sosisli sandviçle karnımı doyurdum; ayakları garip bir şekilde beni çarşının içine sürüklüyordu. Ellerim cebimde bir süre yeni açılan dükkânların vitrinini seyrettikten sonra kendimi, çok özenli ve çekici biçimde kitaplarla bezenmiş geniş iki vitrinin önünde buldum. Bu dükkân da yeni açılmıştı ve adı Öğretmen Kitabevi’ydi. Neler yoktu ki vitrinlerde?.. Varlık Yayınları’nın neredeyse tümü, Seçilmiş Hikâyeler ve Dost Yayınları, Akba ve Remzi kitabevlerinin son kitapları, Milliî Eğitim Bakanlığı’nca yayımlanan klasikler, neler neler... Ama bunlar içinde en çok yüreğimi hoplatan Yeditepe Yayınları oldu. Varlık Yayınları gibi cep kitaplarından oluşan Yeditepe Yayınları’nın en çekici yanı, rengârenk grafiklerle bezenmiş karton kitap kapaklarıydı ve vitrinin bir köşesi bunlarla donatılmıştı. Kimler yoktu kitaplarda?.. Çehovlar, Necati Cumalılar, Behcet Necatiler, Salâh Birseller, Fikret Adiller, Oktay Rifatlar, Burhan Arpadlar, Kemal Bilbaşarlar...

            Kendimi kaybetmişçesine çakılıp kalmış ve hayallere dalmıştım vitrinin önünde. Aradan ne kadar geçti bilemiyorum, belli ki bir süredir hayran hayran bakışımı izleyen orta yaşlı bir görevli kibar bir şekilde içeriye davet etti beni. Bu arada son derece ölçülü ve dikkatli bir şekilde neyin nesi olduğumu da sorgulamaya başlamıştı. İşte olan da ondan sonra oldu. Beni ciddî bir müşteri sanmış mıydı bilemiyorum ama, dükkândan iyi bir müşteri olarak çıkacağım kesindi. Raftan bir grup kitap alarak tezgahın üzerine yaydı. Bu kez tuzağın tam ortasındaydım. Ikınıp sıkınarak, Yeditepe Yayınları’nın tümünün kaç kitap olduğunu sordum. Aklımda yanlış kalmadıysa, sadece otuz-kırk kadarının ellerinde bulunduğunu söyledi. Hepsinin ne kadar tuttuğunu sordum. Adam şaşırmıştı. Kitapların bir bölümü yetmiş beş kuruş, bir bölümü bir liraydı. Ellerindeki kitapları, liste üzerinden hesapladı. Yirmi dört lira tutuyordu ve pantolon kumaşı almak artık benim için yıldızlar kadar uzak bir hayaldi. Ama cebimdeki para da kitaplara yetmiyordu. Adam durumu anlamıştı,

            “Hepsini alacaksanız, size bir indirim yaparız” dedi, sonra da yeniden hesapladı kitapları. İşte o anda inanılmaz bir şey oldu. On dokuz lira tutmuştu bu yeni hesap. Yani yüzde yirmi indirim yapmış, sarkan yirmi kuruşu da dikkate almamıştı. Sevinçten uçacak gibiydim. Cebimdeki parayı olduğu gibi çıkarıp cam tezgâhın üzerine koydum. Gördüğüm itibar ölçüsüzdü. Alelacele mukavva bir kutu bulundu ve özenle yerleştirildi kitaplar. O gün koltuğumun altında o kutuyla Ulus’tan Demirlibahçe’ye nasıl uçarak gittiğimi anlatamam. Tâ ki, evin kapısına gelinceye kadar... Durumu nasıl açıklayacaktım? Benden pantolon kumaşı bekleyen annemin önüne kitap kutusunu nasıl koyacaktım? Olan oldu, önce şaşkınlık, sonra burulup kırılma ve biraz nasihat, daha sonra da, yakınmaktan çok gizli gizli bir takdir taşıyan,

            “Oğlum n’olacak senin bu hâlin?.. Üstünde başında yok, aklın fikrin kitaplarda” sözleri... Evet o kitaplardaydı aklım fikrim. Bir ay süreyle sabahlara kadar hiç uyumadan okuyup bitirdim kitapları. Bu kez de uyumadığım için sağlığımdan endişe edilmişti... Hattâ babamla bir olup beni doktora bile götürmüşler, o da uyumamamın nedenini vücutta fosfor eksikliğine bağlamış ve 'Fosfogenol' diye bir ilaç yazmıştı. Bir yandan da doktorun önerisi üzerine bana günlerce, kaynatılmış kemik suyu içirdiler, iliklerdeki fosfordan yararlanabilmem için. Ama bu uykusuzluk hastalığının bende birkaç yıl sürmesini önleyemediler bir türlü. Çünkü kitapların, özellikle yeni çıkan kitapların sayısı azalmıyor, artıyordu... Pantolon sorununun nasıl çözüldüğünü inanın anımsayamıyorum ama tiyatro ortamı da beni adam gibi giyinmeye zorlamaya devam ediyordu. Bir defasında kostüm ambarı sorumlusu arkadaşım Faik Avşar, ısrarla boyuma uygun bir pantolon önermiş ama ben kabul etmemiş, eve dönünceye kadar da için için ağlamıştım.


Hiç yorum yok: