Pazartesi, Kasım 27, 2017





            1955’in yazında gelmiştik Ankara’ya. İlk aylar teyzemlerin ve Nevşehirli dostların ağırlamalarıyla geçti. Kaç kez Gençlik Parkı’na götürüldüğümüzü ve semaverli çay bahçelerinde çay ya da limonata içtiğimizi, ailemizin ve özellikle de benim geleceğim konusunun ne kadar tartışıldığını anımsayamıyorum. Bu tartışmalar sonucunda, ailenin çaresizliği ve benim ezikliğim yüzünden hiç itiraz edememiş, daha önce aklımdan bile geçirmediğim Hukuk Fakültesi’ne kayıt ettirilmiştim. O yıllarda öyle ÖSS’ler, ÖSYM’ler falan yoktu. Herkes bileğinin, daha doğrusu kafasının hakkıyla aldığı lise notları ya da her fakültenin bağımsız olarak açtığı sınavlarda kazandığı puanlarla seçiyordu üniversite öğrenimini. Benim lise bitirme derecem Siyasal Bilgiler ve Tıp fakültelerine sınavsız girmeme olanak sağlıyordu ama, her ikisinde de devam zorunluluğu vardı. O nedenle boynumu büküp Hukuk Fakülteli olmayı kabullenmek zorunda kaldım. Bu arada Devlet Tiyatrosu’ndaki imâlat memurluğu görevine de başlamıştım.

            Her sabah Gönül Sokak’taki evimizden çıkar, aynı sokaktaki teyzemin kayınbiraderi Refik Abi’nin (hani şu Devlet Tiyatrosu sanatçısı Mehmet Atay’ın babası) ve bir alt sokaktaki, dönemin önemli Ülkücülerinden ve Türkçülerinden Necmettin Sefercioğlu ile buluşup, Dikimevi, Dörtyol, Hamamönü, Samanpazarı üzerinden yürüyerek Opera binasına gidiyordum. Necmettin Sefercioğlu benden büyüktü. Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin Kütüphanecilik bölümünü bitirmiş, Türkocağı’nda çalışıyordu. Yanılmıyorsam bir yandan da doktora hazırlıkları içindeydi. O, Samanpazarı’nı Atatürk Bulvarı’na bağlayan yokuşun ortasında bizden ayrılıyor ve birkaç yıl sonra kira ile Devlet Tiyatrosu Genel Müdürlüğü’ne devredilerek Üçüncü Tiyatro adını alacak görkemli târihî binadaki Türkocağı’na gidiyordu. Refik Abi ise, İstasyonun yanındaki, Kurtuluş Savaşı yıllarında Mustafa Kemal’in karargâhlarından biri olan tarihi binada bulunan Devlet İstatistik Enstitüsü’nde teknik eleman olarak çalışıyordu. Opera binasının önünde dde ben ondan ayrılıyordum.

            Yarım saat kadar süren yol boyunca Necmettin Sefercioğlu, bardak dibi kadar kalın camlı gözlüklerinin arkasından, küçülmüş soğuk, mavi gözleriyle bakarak sürekli Türkçülükten, Türkçü örgütlerden ve yayınlardan söz ederdi. Bütün kötülüklerin anasının komünizm olduğunu ve görüldüğü yerde başının ezilmesi gerektiğini söyleyenlerdendi. Yıllar içinde önemli başarılar gösterdi, profesörlüğe kadar yükseldi, ABD’deki kimi üniversitelerde öğretim üyeliği yaptı. Ama beni Türkçü ya da Ülkücü yapmayı başaramadı. Aksine, yıllar sonra komünist olduğumu öğrendi mi bilemiyorum. Ötüken, Ülkü, Türk Yurdu, Toprak gibi dergilerde yazıları yayımlanırdı. Kimileriyle sık sık görüştüğü ve ballandıra ballandıra anlattığı ülküdaşları arasında Remzi Oğuz Arık, Nihal Atsız, Osman Yüksel Serdengeçti, Mehmet Ateşoğlu, Fethi Tevetoğlu gibi o dönemin ünlüleri vardı.

            Anadolu’dan yeni gelmiş ve henüz eli yüzü açılmamış bir delikanlı olarak onun ciddî biçimde etkisi altındaydım. Bana Ülkü ve Toprak dergilerine abone olmamı salık veriyordu. Ülkü değil ama Toprak dergisini birkaç kez aldığımı anımsıyorum. Birçok kez de beni Ülkücülerin toplantılarına ve işyerlerine götürdü. Mehmet Ateşoğlu’nun Denizciler Caddesi’ndeki küçük matbaası hâlâ gözlerimin önünde. Necmettin Sefercioğlu’nun can düşmanlarından biri de Varlık Dergisi ve Varlık Yayınları idi. Yaşar Nabi Nayır Türkiye’deki en azılı komünistlerdendi ona göre. Hele Varlık Yayınları’nda kitapları çıkan Mahmut Makal’lar, Talip Apaydın’lar, Nurullah Ataç’lar, Sabahattin Ali’ler, Panait İstrati’ler, Albert Camus’ler, Çehov’lar, Gogol’ler... Hattâ o yıllarda Hürriyet Gazetesi bile Türkiye’nin ve Türkçülüğün düşmanı ve Siyonizm’in Türkiye’deki temsilcisi olarak görülürdü. Ona yöneltilen en ağır eleştirilerden biri de başlığının yanındaki Türk bayrağının renginin tam kırmızı olmamasıydı. Ben bu dehşetli suçlamayı, daha Nevşehir’de ortaokul öğrencisiyken, matematik öğretmenimiz azılı Türkçü Veli Soysal’dan da duymuştum.

            Yol arkadaşlarımdan Refik Abi ise, modernleşmeye yüz tutmuş Anadolulu orta halli bir ailenin tipik temsilcisi, sevecen ve babacan birisiydi. Sefercioğlu'nun görüşlerini başıyla destekler, zaman zaman da tanık olduğu durumlardan örnekler verirdi. Yol boyunca onun ilgisini çeken görüntülerden bir başkası ise genç ve güzel kadınlardı. Son derece edepli ve çelebi bir tavırla onlara hayran hayran bakardı. Necmettin Sefercioğlu'nun olmadığı bir gün bana, yüksek topuklu, ayak bilekleri ve bacakları dolgunca, orta boylu bir kadını göstererek, “Kadını gördün mü kadını, ayak bileklerine bak... İşte Şahinim böylesine doyum olmaz...” demişti.

            Şimdi, 1955 yılında Demirlibahçe’den Atatürk Bulvarı’na sohbet ederek yürüyen bu üçlü bana, o dönemdeki erkek toplumunun ilginç bir profili olarak görünüyor. Birisi yıkılan imparatorluğun kalıntıları arasından çıkabilmek için İttihatçı bir tavırla milliyetçiliğin de ötesinde, ırkçılığa sımsıkı sarılarak bilim adamı olmaya yönelmiş bir genç, o taraklarda hiç bezi olmayan, kentlileşmeyi seçmiş bir Anadolu erkeği, birisi de ‘köyden indim şehire’ şaşkınlığını üzerinden atmaya ve yönünü bulmaya çabalayan lise mezunu bir Anadolu delikanlısı...

            İşin ilginç yanı, ben Türkçü ve antikomünist görüşlerle yıkanmaya çalışılan beynim, ‘doyum olmaz’ kadınların görüntüleriyle perdelenmiş gözlerim ve arayışlar içindeki zihnimle bu ikiliden ayrılır, üç beş dakika sonra da dönemin ünlü komünistlerinden Muhsin Ertuğrul’un yönetimindeki sanat sosyetesinin barınağı Devlet Tiyatrosu’ndaki işimin başına geçerdim. Gerçi hap kadar odam Opera Binası’nın en alt katındaki atölyelerin girişindeydi ve işimin de atölyedeki ihtiyaçları belgeleyerek Evkaf Han’ın birinci katındaki Levazım Müdürlüğü’ne ulaştırmaktan başka ciddî bir yanı yoktu; ama orada kimleri tanımadım, kimlerin sempatisini, hattâ dostluğunu kazanmadım ve kimlerin etkisi altında kalmadım ki... İlerde hemen hepsinden söz edeceğim tiyatro ve operanın ünlü sanatçıları, başta büyük ressam Turgut Zâim olmak üzere dekoratörler Refik ve Halenur Eren, Hüseyin Mumcu, aralarında Turgut Özakman, Sermet Çağan, Orhan Asena, Nâzım Kurşunlu'nun da yer aldığı tiyatro yazarları, yönetici ve teknik kadro elemanları vb... Düşünüyorum da o Demirlibahçe’den başlayan o yol Opera Binası’nda değil de bir başka işyerinde son bulsaydı acaba ben Ülkücü mü olurdum? Bakalım...


Hiç yorum yok: