1955’in yazında gelmiştik Ankara’ya.
İlk aylar teyzemlerin ve Nevşehirli dostların ağırlamalarıyla geçti. Kaç kez
Gençlik Parkı’na götürüldüğümüzü ve semaverli çay bahçelerinde çay ya da
limonata içtiğimizi, ailemizin ve özellikle de benim geleceğim konusunun ne
kadar tartışıldığını anımsayamıyorum. Bu tartışmalar sonucunda, ailenin çaresizliği ve benim ezikliğim yüzünden hiç
itiraz edememiş, daha önce aklımdan bile geçirmediğim Hukuk Fakültesi’ne kayıt
ettirilmiştim. O yıllarda öyle ÖSS’ler, ÖSYM’ler falan yoktu. Herkes bileğinin,
daha doğrusu kafasının hakkıyla aldığı lise notları ya da her fakültenin
bağımsız olarak açtığı sınavlarda kazandığı puanlarla seçiyordu üniversite
öğrenimini. Benim lise bitirme derecem Siyasal Bilgiler ve Tıp fakültelerine sınavsız
girmeme olanak sağlıyordu ama, her ikisinde de devam zorunluluğu vardı. O
nedenle boynumu büküp Hukuk Fakülteli olmayı kabullenmek zorunda kaldım. Bu
arada Devlet Tiyatrosu’ndaki imâlat memurluğu görevine de başlamıştım.
Her sabah Gönül Sokak’taki evimizden
çıkar, aynı sokaktaki teyzemin kayınbiraderi Refik Abi’nin (hani şu Devlet
Tiyatrosu sanatçısı Mehmet Atay’ın babası) ve bir alt sokaktaki, dönemin önemli
Ülkücülerinden ve Türkçü”lerinden Necmettin Sefercioğlu ile
buluşup, Dikimevi, Dörtyol, Hamamönü, Samanpazarı üzerinden yürüyerek Opera
binasına gidiyordum. Necmettin Sefercioğlu benden büyüktü. Dil Tarih ve
Coğrafya Fakültesi’nin Kütüphanecilik bölümünü bitirmiş, Türkocağı’nda
çalışıyordu. Yanılmıyorsam bir yandan da doktora hazırlıkları içindeydi. O,
Samanpazarı’nı Atatürk Bulvarı’na bağlayan yokuşun ortasında bizden ayrılıyor
ve birkaç yıl sonra kira ile Devlet Tiyatrosu Genel Müdürlüğü’ne devredilerek
Üçüncü Tiyatro adını alacak görkemli târihî binadaki Türkocağı’na gidiyordu.
Refik Abi ise, İstasyonun yanındaki, Kurtuluş Savaşı yıllarında Mustafa
Kemal’in karargâhlarından biri olan tarihi binada bulunan Devlet İstatistik
Enstitüsü’nde teknik eleman olarak çalışıyordu. Opera binasının
önünde dde ben ondan ayrılıyordum.
Yarım saat kadar süren yol boyunca
Necmettin Sefercioğlu, bardak dibi kadar
kalın camlı gözlüklerinin arkasından, küçülmüş soğuk, mavi gözleriyle bakarak
sürekli Türkçülük’ten, Türkçü örgütlerden ve
yayınlardan söz ederdi. Bütün kötülüklerin anasının komünizm olduğunu ve
görüldüğü yerde başının ezilmesi gerektiğini söyleyenlerdendi. Yıllar içinde
önemli başarılar gösterdi, profesörlüğe kadar yükseldi, ABD’deki kimi
üniversitelerde öğretim üyeliği yaptı. Ama beni Türkçü ya da Ülkücü yapmayı
başaramadı. Aksine, yıllar sonra komünist olduğumu öğrendi mi bilemiyorum.
Ötüken, Ülkü, Türk Yurdu, Toprak gibi dergilerde yazıları yayımlanırdı.
Kimileriyle sık sık görüştüğü ve ballandıra ballandıra anlattığı ülküdaşları
arasında Remzi Oğuz Arık, Nihal Atsız, Osman Yüksel Serdengeçti, Mehmet
Ateşoğlu, Fethi Tevetoğlu gibi o dönemin ünlüleri vardı.
Anadolu’dan yeni gelmiş ve henüz eli
yüzü açılmamış bir delikanlı olarak onun ciddî biçimde etkisi altındaydım. Bana
Ülkü ve Toprak dergilerine abone olmamı salık veriyordu. Ülkü değil ama Toprak
dergisini birkaç kez aldığımı anımsıyorum. Birçok kez de beni Ülkücülerin
toplantılarına ve işyerlerine götürdü. Mehmet Ateşoğlu’nun Denizciler Caddesi’ndeki
küçük matbaası hâlâ gözlerimin önünde. Necmettin Sefercioğlu’nun can
düşmanlarından biri de Varlık Dergisi ve Varlık Yayınları idi. Yaşar Nabi Nayır
Türkiye’deki en azılı komünistlerdendi ona göre. Hele Varlık Yayınları’nda kitapları çıkan Mahmut Makal’lar, Talip Apaydın’lar,
Nurullah Ataç’lar, Sabahattin Ali’ler, Panait İstrati’ler, Albert Camus’ler,
Çehov’lar, Gogol’ler... Hattâ o yıllarda Hürriyet Gazetesi bile Türkiye’nin ve
Türkçülüğün düşmanı ve Siyonizm’in Türkiye’deki temsilcisi olarak görülürdü.
Ona yöneltilen en ağır eleştirilerden biri de başlığının yanındaki Türk
bayrağının renginin tam kırmızı olmamasıydı. Ben bu dehşetli suçlamayı, daha
Nevşehir’de ortaokul öğrencisiyken, matematik öğretmenimiz azılı Türkçü Veli
Soysal’dan da duymuştum.
Yol arkadaşlarımdan Refik Abi ise,
modernleşmeye yüz tutmuş Anadolulu orta halli bir ailenin tipik temsilcisi, sevecen ve babacan birisiydi. Sefercioğlu'nun görüşlerini başıyla destekler, zaman zaman da tanık olduğu durumlardan örnekler verirdi. Yol boyunca onun ilgisini çeken görüntülerden bir başkası ise genç ve güzel kadınlardı. Son derece edepli ve çelebi bir tavırla onlara hayran
hayran bakardı. Necmettin Sefercioğlu'nun olmadığı bir gün bana, yüksek topuklu, ayak bilekleri ve bacakları
dolgunca, orta boylu bir kadını göstererek, “Kadını gördün mü kadını, ayak
bileklerine bak... İşte Şahinim böylesine doyum olmaz...” demişti.
Şimdi, 1955 yılında Demirlibahçe’den
Atatürk Bulvarı’na sohbet ederek yürüyen bu üçlü bana, o dönemdeki erkek
toplumunun ilginç bir profili olarak görünüyor. Birisi yıkılan imparatorluğun
kalıntıları arasından çıkabilmek için İttihatçı bir tavırla milliyetçiliğin de
ötesinde, ırkçılığa sımsıkı sarılarak bilim
adamı olmaya yönelmiş bir genç, o taraklarda hiç bezi olmayan, kentlileşmeyi seçmiş bir Anadolu erkeği,
birisi de ‘köyden indim şehire’ şaşkınlığını üzerinden atmaya ve yönünü bulmaya
çabalayan lise mezunu bir Anadolu
delikanlısı...
İşin ilginç yanı, ben Türkçü ve
antikomünist görüşlerle yıkanmaya çalışılan beynim, ‘doyum olmaz’ kadınların
görüntüleriyle perdelenmiş gözlerim ve arayışlar içindeki zihnimle bu ikiliden ayrılır, üç beş dakika sonra da dönemin ünlü
komünistlerinden Muhsin Ertuğrul’un yönetimindeki sanat sosyetesinin barınağı Devlet Tiyatrosu’ndaki işimin başına geçerdim. Gerçi hap kadar odam Opera
Binası’nın en alt katındaki atölyelerin girişindeydi ve işimin de atölyedeki
ihtiyaçları belgeleyerek Evkaf Han’ın birinci katındaki Levazım Müdürlüğü’ne
ulaştırmaktan başka ciddî bir yanı yoktu; ama orada kimleri tanımadım, kimlerin
sempatisini, hattâ dostluğunu kazanmadım ve kimlerin etkisi altında kalmadım
ki... İlerde hemen hepsinden söz edeceğim tiyatro ve operanın ünlü sanatçıları, başta büyük ressam Turgut Zâim olmak üzere dekoratörler Refik ve Halenur Eren, Hüseyin Mumcu, aralarında Turgut Özakman, Sermet Çağan, Orhan Asena, Nâzım Kurşunlu'nun da yer aldığı tiyatro yazarları, yönetici ve teknik kadro elemanları vb... Düşünüyorum da o Demirlibahçe’den başlayan o yol Opera Binası’nda değil de
bir başka işyerinde son bulsaydı acaba ben Ülkücü mü olurdum? Bakalım...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder