Salı, Aralık 26, 2017

YENİDEN DÖNMEK ÜZERE
ELVEDA NEVŞEHİR


Uykuyla uyanıklık arası... Annemin sıcak nefesi. Gözlerim aralanıyor, karanlıkta zor seçebildiğim iki gözbebeği. Annemin gözbebekleri... Bulanık... Gözlerimi kırpıyorum, yine bulanık... Annem ağlıyor. Bulanık gözlerinden yaşlar akıyor. Uyandığımı görüyor, gülümsüyor... Gözbebeklerim annemin kocaman gözbebekleriyle bütünleşiyor, içimde kabaran korku eriyiveriyor. Kamyonun şoför mahallindeyiz. Karanlık. Kulaklarıma gürültü doluyor. Motor gürültüsü. Şânur’un, bu gürültü başlayınca korkup ağladığını anımsıyorum. Ama ben korkmuyorum. Karanlıkta fersiz ışıklar titriyor, değişiyor, parlıyor, sonra yeniden kayboluyor. Bir de hep sarsılıp zıplıyoruz. Annemin sıcacık göğsü... Saçlarımı okşuyor. Gözlerini silmiş ama hâlâ kıpkırmızı. Gülümsemeye çalışıyor. Soğuk burnumun ucunu üşütüyor. Bir korku dalgası daha kaplıyor içimi. Birden bilincim yerine geliyor, başımı kaldırıp çevreme bakıyorum. Yanımda babamı görüyorum, korkum yeniden kayboluyor. Şânur babamın kucağında mışıl mışıl uyuyor. Sallana sallana, sarsıla sarsıla bir yere gidiyoruz. Ama nereye? Karanlıkta yağmur yağıyor. Önümdeki küçücük, kirli, buğulu, ıslak camlardan hiçbir şey göremiyorum. Camların üzerinden gıcırtılarla yavaş yavaş sağa sola gidip gelen iki siyah çubuk. Yağmur damlalarını siliyor. Silinen camlardan, yağmurun iplik gibi inişini bir görüyorum, bir kaybediyorum. Kirli kocaman bir el kirli bir bezle camlardaki buğuyu siliyor, ama silemiyor, camlar yeniden buğulanıyor. Yeniden korkuyorum... Ağlamak geliyor içimden, dudaklarım büzülüyor. Gözlerime babamın yanında oturan, şoförün kocaman kirli elleri takılıyor yeniden. Elleri gibi kocaman, kalın ve siyah bir simidi tutmuş, titrek hareketlerle oynatıyor, sağa sola çeviriyor. Takılıp kalıyorum o görüntüye. Beni büyüleyen, o kocaman siyah simidin alt tarafında ondüleler var. Adam kalın parmaklarını ondülelere uydurup simidi sağa sola çevirmeyi sürdürüyor; bazen de simit o kocaman parmaklar arasında kendiliğinden sarsılarak hareket ediyor. Başımı kaldırıp yüzünü görmeye çalışıyorum. Yüzü karanlıkta kapkara; gözleri boncuk gibi parlıyor. Annemin kollarında yeniden uyuyuncaya kadar korkuyla bakıyorum ona. Beni görmesini istemediğim için gözlerimi yumuyorum ve uyuyorum. Uyandığımda karanlık gitmiş ama hava hâlâ aydınlık değil. Yağmur devam ediyor. Kamyon durmuş. Oturduğumuz yerden iniyoruz. Yağmur üzerimize yağıyor. Annem başıma bir şey örtüyor, çevremi göremiyorum. Öfkeyle atıyorum üzerimden. Annem kızıyor. Şânur annemin kucağında. Kamyon yağmurun altında duruyor ama hâlâ hırıltılar çıkararak sarsılıyor. Babam oradaki insanlarla bir şeyler konuşuyor. Sonra açılan kapıdan bir bahçeye giriyoruz. Başında yemeni örtülü yaşlı bir teyze karşılıyor bizi. Renkli camları olan bir evin kapısından giriyoruz. Kocaman bir ev, girdiğimiz oda bizim evimizdeki gibi. Halı örtülü sedire oturuyoruz. Biraz sonra anneme benzeyen bir kadınla küçük bir kız da geliyor yanımıza. Anneme hep bir şeyler soruyorlar. Annem bir gülümsüyor. Bir ağlıyor. Biraz sonra yere bir örtü serilip honça denilen kısa ayaklı, yuvarlak bir tahta konuluyor. Honçanın çevresine diz çöküp, bağdaş kurup oturuyoruz. Su serpilip yumuşatılmış yufka ekmek, peynir, zeytin, tereyağ konuyor honçanın üzerine. Bir de sonradan adının büzeyden olduğunu öğrendiğim reçel gibi tatlı bir şey. Babam da geliyor dışardan. Sıcak süt dolduruluyor bardaklara. Şânur yaramazlık edip sütü içmiyor, annem ona kızıyor. Babam o yaşlı teyzeyle konuşuyor, anahtar, diyor. Biraz sonra bir amca gelip "hoş geldiniz" diyor ve babama bir anahtar veriyor. Kocaman, kapkara demirden bir anahtar. Annem beni sedirin köşesine Şânur’un yanına yatırıp üzerimize bir örtü örtüyor. O kocaman anahtar sallanıyor gözlerimin önünde, yeniden uyuyorum.

Günaydın Bor!..

Bor’dayız... Niğde’nin en yakın ilçesi. Yıl 1942... Maliyede memur olan babam Nevşehir’den Bor’a atandığı için geldik buraya. Nevşehir’den, annemin, anneannemin, teyzelerimin ve komşuların gözyaşları içinde ayrıldık. Orada bıraktığımız anneannem ve iki teyzem, daha sonra gelecekler. Nevşehir’de, burada doğdun dedikleri evi çok iyi anımsıyorum. Yıllar sonra Nevşehir’e döndüğümüzde yine o evde yaşadım. Bir de dedemi ve ölümünü anımsıyorum. Çarşının içinde ve kocaman siyah granit taşlarla yapılmış kalın duvarlı iki katlı bir evdi. Çok eskiden, Damat İbrahim Paşa Camii’nin ustabaşısı için yapıldığı söyleniyordu. Yaz geceleri sıcaktan, evin taşlık denilen açık yerinde yatardık. Kışları ise ‘iskembe’ denilen, üzeri kat kat yorganlarla örtülü kare şeklinde bir alçak bir masanın çevresindeki sedirlere oturur, masanın ortasına konmuş mangalın sıcağına sığınırdık. Alt kattaki kilerden çömlek peyniri, üzüm, dut, ceviz kurusu ve taneleri buruş buruş olmuş hevenk üzümleri çıkarır yerdik. Bazen de çedene dediğimiz kenevir tohumu ile kavrulmuş buğday karışımı kavurga yerdik avuç avuç.

Ailenin ilk çocuğu olduğum için beni çok severlerdi. Nedendir bilemem bir entariyle çektirdikleri fotoğrafımı bana gösterip, “kim bu?” diye sorarlar, ben de hep “hayullah” derdim ve gülüşürlerdi. Kendi görüntümü, komşumuzun oğlu Hayrullah sanırdım. Bir de babam “Oğlum büyüyünce adam olacak” der, ben öfkelenir, ‘ben adam olmam... ben erkânıharp olacağım” diye bar bar bağırırdım. Nedense erkânıharp sözcüğü bana, adam sözcüğü yanında öylesine zengin ve renkli görünürdü ki, bir türlü vazgeçemezdim. Bir de yaşadığımız sokakta bir subay ailesi ve Erdem adında benden biraz büyük bir oğulları vardı. Bayramda seyranda babası gibi üniforma giydirilir, o da bana çok çekici görünürdü.
Bor’a geldiğimizde henüz beş yaşımdaydım, ama o yıllarda yaşadıklarımın pek çoğu da pırıl pırıl durur belleğimde. Belki de acılarla dolu olduğu için... Günler geçtikçe ve aklım ermeye başladıkça bir savaş yaşandığını, kimi insanların bu savaşta, kimilerinin de yokluktan ve açlıktan bulundukları yerde öldüğünü öğreniyorum.
Annem hep, “Bizi evimizden barkımızdan ettiler, nasıl yaşayacağız elin memleketinde” diye ağlayıp duruyor. Babam sabahları işe gidiyor, Şânur’la ben hep annemle kalıyoruz. Şânur benim küçük kardeşim. Adı Şahinur; ben Şahinur diyemiyorum, annem de babam da bana gülüyorlar. Onunla bir olup komşu çocuklarıyla oynuyoruz akşama kadar. Geldiğimiz gün bizi evlerinde ağırlayan komşumuz çok zengin, çoğu zaman onların bahçesinde oynuyoruz. Münevver Teyze bizi sık sık çağırıp, üzerine tereyağı ve büzeyden sürülmüş mısır ekmekleri veriyor,
“Elinizdekini sokağa çıkmadan yiyin, başka çocuklar görmesin” diyor. Önceleri anlamıyorum, o çocuklar da istemesin diye böyle söylediğini sanıyordum. Aklım erdikçe o çocukların hiç büzeyden yiyemedikleri için üzüldüklerini öğreniyorum.
Babam akşamları eve geldiğinde çok öfkeli oluyor. Hep savaştan söz ediyor. “Kıtlık var, insanlar açlıktan ölüyor, biz halimize şükredelim” diyor. Annem hep bulgur pilavıyla üzüm hoşafı pişiriyor. Bazen de tarhana çorbası ve erişte... Biz onları, gelirken Nevşehir’den getirdik. Yufka ekmek yiyoruz. Annem, kamyonda gelirken kırılıp ufalandığını söylediği yufka parçalarını eliyle su serpip ıslatıyor, sonra da bembeyaz bezlerin arasında bekletiyor. Öğleleri de o yufkaların içine Nevşehir’den getirdiğimiz çökelekleri koyup dürüm yapıyor. Dürümden sonra pestil ve üzüm tarhanası veriyor bize. Şânur pestili hiç sevmiyor, ağzında ıslatıp ıslatıp atıyor. Annem de ona çok kızıyor. Annem pestille tarhanayı alıp sokağa çıkmamıza kızıyor Münevver Teyze gibi... Sokağa çıkarken, yalnız kuru üzüm koyuyor cebimize...
Babam bir akşam kıyma aldığını söylüyor ve anneme küçük bir paket veriyor. Annem de Nevşehir’den getirdiğimiz kuru patlıcanlarla dolma yapıyor. Bir tabak da benimle Münevver Teyzelere gönderiyor. Münevver Teyze de tabağa kaysı kurusuyla dut kurusu dolduruyor. Eve dönerken dutların birazını yiyorum. Annem anlamıyor. Anlasa bana çok kızacağını biliyorum.


Bakmıyor çeşm-i siyah...

Bir süre sonra Münevver Teyzelerin mahallesinden taşınıyoruz. Babam daha iyi bir ev bulduğunu söylüyor. Hükümet Konağı’na daha yakınmış. İki katlı o eve taşınıyoruz. Yeni evimiz Hükümet Meydanı’ndan girilen sokağın hemen başında. Karşısında iki katlı taş bir bina var. Sonradan Kütüphane olduğunu öğreniyorum. Yeni evimiz iki katlı. Önünde topraktan bir avlu var. Taş merdivenlerden ikinci kata çıkıyoruz. Orada da, biri arkada biri önde iki oda var. Öndekinin pencereleri yola ve Halil Nuri Yurdakul Kütüphanesi’ne bakıyor. Biraz daha uzakta da polis karakolu görünüyor. İki katlı. İkinci katının önündeki toprak damda borulu bir gramofon var. Kalın sesli bir adam hep Anadolu Ajansı diye başlayıp, savaştan, Almanlardan, Fransızlardan, Hitler diye birinden, İsmet Paşa’dan söz ediyor. Ben hiçbir şey anlamıyorum ama annemle teyzem duyunca çok korkuyorlar, Hitler denen adama beddua etmeye başlıyorlar. Daha sonra da ince sesli bir kadın, bakmıyor çeşm-i siyah, diye şarkılar söylüyor. Annem onun Hamiyet Yüceses olduğunu söylüyor. 



Öndeki odamızın duvarındaki yüksek rafta küçük bir radyo var. Adı Siera. Arada bir kuş cıvıltıları gelince adamın biri, “Şşşşşt Siera çalıyor!” diye kuşları azarlıyor. Ben de herkese “Şşşşşt Siera çalıyor” demeye başlıyorum. Annemler gülüp başımı okşuyorlar. Hayriye Teyze’me hep radyo denen kutunun içinden seslerin nasıl geldiğini soruyorum. O da içinde parmak adamlar olduğunu, onların konuştuğunu ve şarkı türkü söylediklerini anlatıyor. O parmak adamları görmek için kimse yokken sandalyeye çıkıp bakıyorum ama radyo kutusunun her yeri kapalı, hiçbir şey göremiyorum.
Anneannem, hep mısır ekmeği yapıyor? Onun tepsiye koyduğu sapsarı mısır hamurunu Samiye Teyze’mle birlikte çarşıdaki fırına götürüyoruz. O benim küçük teyzem. Benden daha büyük ama onunla hep oyun oynuyoruz. Bir gün fırında ekmeğimizin pişmesini beklerken elimden tutup beni başka sokaklara götürüyor. Bir kalabalık var. Onların arasına giriyoruz zorlayarak. Duvarları yıkılmış kerpiç bir evin içi görünüyor. Tavanda boynundan asılı bir adam sallanıyor. Evin önünde yere oturmuş bir kadınla iki çocuk ağlaşıp duruyor. İçim bulanıyor. Teyzem, “yazık, açlıktan kendini asmış” diyor. Sonra polislerle jandarma dedikleri askerler gelip herkesi kovalıyor. Korkarak kaçıp fırına geliyoruz. Fırının önünde hep fakir adamlar, kadınlar, çocuklar var. Önceleri onlardan korkuyorum ama bir şey yapmıyorlar. Hep yüzümüze bakarak orada öyle duruyorlar. Bazı amcalar teyzeler fırından çıkınca onlara ekmek veriyor. Biz, kabarıp tepsiden taşan mısır ekmeğini, üstünü örten bezin uçlarıyla tutup elimiz yana yana eve getiriyoruz. Onlar arkamızdan hep bakıyorlar. Eve gelince anneannem mısır ekmeğini dilim dilim kesiyor, önce Şânur’a, sonra da teyzemle bana veriyor. İçi sapsarı göz göz olan mısır ekmeğini çok seviyorum ama annem de, büyük teyzem de babam da sevmediklerini söylüyorlar. Annem içini çekip,
“Davut Ağa’nın somunu olmalıydı şimdi” diyor. Davut Ağa’yı biliyorum. Nevşehir’de fırını var. Dedem bana, mührünü basıp yuvarlak yuvarlak kestiği kartonları verir,
“Hadi bu bilatlarla (bilet) Davut’tan ramazan pidesi al bakalım benim aslan torunum” derdi. Davut Ağa, sıcacık pideleri kollarımın üzerine koyardı. Fırının karşısındaki evimize gelirken dedem pencereden beni izler eve gelince de kucaklar,
“Torunum bana pide aldı” diye yanaklarımdan üst üste öperdi. Dedem öldü.


Babam her sabah işe gidiyor. Bazen de birkaç gün eve gelmiyor. Sonra bir gün beni de ata bindirip yanında köylere götürüyor. Âşar Memuru diyorlar ona. Köylüler ondan kaçıyor. Babamın tabancası var, ama benden saklıyor. Kimi köylüler de beni harman yerine götürüp düvene bindiriyorlar. Çok seviyorum düvene binmeyi. Önümdeki öküz ağır ağır yürürken, düven sapsarı ekinlerin üzerinden hışırtılar çıkararak kayıyor. Önce boynum, sırtım, sonra her yerim kaşınıyor. Akşam kilise dedikleri bir yerde yatıyoruz. Kaşınmaktan hiç uyuyamıyorum. Nakşiye öğretmen diye birisi de âşar memuru... O da bizimle kilisede yatıyor. Ertesi gün ben hastalanıyorum. Hemen Bor’a dönüyoruz.

Kör Kemancı

Ateşler içinde yatıyorum. Anneannem geceleri hep dualar okuyup yüzüme üflüyor. Serin serin üflemesinden hoşlanıyorum. Bir de gece karanlığında gelen keman sesinden. Keman sesi her gece geliyor bitişiğimizdeki evden, ama gündüzleri kesiliyor. Annemler hep konuşuyor. Adam eskiden çok zenginmiş. Kaza geçirip kör olunca fakirleşip doğduğu yere Bor’a gelmiş. Yalnız yaşıyormuş. Kör olduğu için çok iyi keman çalıyormuş. Anneme niçin kör olduğu için çok iyi keman çaldığını soruyorum. Kör olanların parmaklarının daha hassas olduğunu, o nedenle de çok iyi keman çalabildiklerini söylüyor. O adam bazen bir elinde keman kutusu bir elinde baston Evrenlerin evine gidiyor. Onu görünce hemen kenara çekilip, bastonuyla yerleri yoklayarak yürüyüşünü izliyoruz. Evren benim arkadaşım. Babası yarbay... Kemancı’nın çoğu akşam evlerinde keman çaldığını, onu çok sevdiklerini, babasının ona zorla para verdiğini söylüyor. Sonra Evren’in babası başka bir yere tayin ediliyor ve Bor’dan gidiyorlar. Çok üzülüyorum. Bir gün Şânur’la sokaktan eve döndüğümde annemin de teyzemin de çok ağladığını görüyorum. Annem, Kör Kemancı’nın açlıktan kendini astığını, evinde ölü bulunduğunu söylüyor. Sonra hıçkırarak,
“Yarbaylar ona para ve yiyecek içecek veriyordu. Onlar gidince adamcağız kimsesiz kalıp açlıktan öldü. Biz niye hiçbir şey yapamadık” diye yakınıyor. Akşam babam geldiğinde annem hâlâ ağlıyor. Babam da çok üzülüyor. Annemin ağlaması devam edince ona kızıyor,
“Hanım, sen ne diyorsun?.. Ağlamayı kes de halimize şükret... Bugün iki kişi daha kendini asmış açlıktan. Birisinin üç de çocuğu varmış...” diyor. Anneannem ellerini iki yana açıp dualar okuyor. Sonra bir daha hiç keman sesi gelmiyor geceleri. Babam her akşam radyodan ajans haberlerini dinliyor. Radyodaki adam, “Almanlar Majino Hattı’na dayandı” diyor. Ne olduğunu bilmiyorum ama, Majino sözcüğü çok hoşuma gidiyor. Ertesi gün önüme gelene majino majino demeye başlıyorum. Annem kızıyor, beni Hükümet Konağı’na babamın yanına gönderiyor. Akşam babamla çıkıyoruz. Babamın elinde bir paket var. Kasap Cemal’in dükkânı bizim sokağa girmeden önceki bakkalın yanında. Teyzemle birlikte karnemizi gösterip somun ekmek, şeker, un aldığımız bakkala giderken et kokan dükkanının önünden geçiyoruz kasap Cemal’in. Dükkâna giriyoruz babamla. İlk kez bu kadar eti bir arada görüyorum. Kasap Cemal şişman, göbekli, kıpkırmızı yüzlü, siyah kalın kaşları ve kocaman bıyıkları var. Ceketi göbeğini örtemiyor, içinde yeleği de var. Yeleğinin cebinden de köstekli saatinin sapsarı zinciri sarkıyor. Babam onun altın olduğunu söylüyor. Kasap Cemal, simsiyah kıllı, tombul ellerinin baş parmaklarıyla işaret parmakları yeleğininin ceplerinde, göbeği önde babama yaklaşıyor.
“Ooo Mustâbey hoş geldin. Sen bizim dükkânı bilir miydin?.. Uğramıyordun epeydir. Maşallah maşallah mahdum da yanında” diyor ve çiğ et kokan tombul parmaklarıyla yanaklarımı okşuyor. Biraz kıyma alıp çıkıyoruz. Eve geldiğimizde babam elindeki paketleri anneme veriyor,
“Bak hanım, bu Sümerbank kumaşı, vesikayla verdiler. Paramız olunca Kasap Cemal'inki gibi yelekli lacivert bir takım diktireceğim. Al bak bu da kıyma, yarın börek yap, canım çekti, bıktım mısır ekmeğiyle bulgur pilavından” diyor. Sonra da eliyle şişirdiği göbeğine şaplaklar vurarak anneanneme dönüyor,
“Validânım, bir gün Kasap Cemal’inki gibi göbeğim olacak benim de, yakışır değil mi?” diyor. Babamın dükkândayken Kasap Cemal’e nasıl imrenerek baktığı gözlerimin önüne geliyor. Anneannem,
“Allah can sağlığı versin yavrum, her şeyin başı sağlık” diyor. Babamın iki tane altın dişi var. Yalnız gülerken görünüyor. Nevşehir’de ona herkesin Altındiş Mustâbey dediğini anımsıyorum. Babam öyle demelerinden çok hoşlanıyor. Bir de yürürken ayakkabılarının gırç gırç diye ses çıkarmasından... Zaten babam evde hep ayakkabılarını gıcırdatarak yürüyor. Ben de onun gibi yapmak istiyorum, benim ayakkabılarım hiç gıcırdamıyor.
Günler geçiyor. Annemle teyzem hep roman okuyup okuyup ağlıyorlar. Bazen öyle çok ağlıyorlar ki, başlarının ağrıdığını söylüyorlar. Gözleri kıpkırmızı oluyor. Alınlarına ıslak tülbentler, yemeniler koyuyorlar. Beni evimizin karşısındaki kütüphanenin müdürü Ragıp Bey’e gönderiyorlar. O da benim geri getirdiğim kitapları alıp yenilerini veriyor. Okuma yazma bilmiyorum ama kitapların adını da, kimlerin yazdığını da ezberliyorum. Annemlerin en sevdiği, Kerime Nadir’in Hıçkırık romanı. Muazzez Tahsin Berkand, Esat Mahmut Karakurt, Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin, Halit Ziya Uşaklıgil, Peride Celal aklımda kalanlar.
Yazın babam Nakşiye öğretmenlerle birlikte, Kemerhisar diye bir köyde bahçeli bir ev kiralıyor. Nakşiye öğretmenle annesi Zehra teyze ve kardeşi Şâdan abla bizim yanımızdaki evde kalıyorlar. Babam atına binip köylere gidiyor, biz onlarla birlikte kalıyoruz. Nakşiye öğretmen de köylere gidiyor. Ama o ata binmeyi bilmiyor. At arabasıyla, bazen de eşekle gidiyor. Küçük teyzem, Şânur ve ben köydeki çocuklarla oynuyoruz. Çember çeviriyoruz. Zerdali çekirdekleriyle oyun oynuyoruz. Çekirdek oyununda teyzem beni hep yeniyor ama çemberi ben ondan daha iyi çeviriyorum. Şânur’u oynatmadığımız zaman ağlaya ağlaya eve gidip anneme şikâyet ediyor bizi. Akşam olunca da babamla Nakşiye öğretmenin dönmesini bekliyoruz. Onlar gelince gene savaştan, kıtlıktan, açlıktan, insanların kendilerini astığından söz ediyorlar. İsmet Paşa’yı çok seviyorlar. Babam hep “Paşa olmasa biz de çoktan harbe girmiştik; şimdi kıtlıktan kırılıyoruz, o zaman bir de harpten kırılırdık” diyor. İsmet Paşa’yı çok merak ediyorum. Köyde elektrik yok, radyomuz da yok.
Önce ben, sonra da Şânur sıtma oluyoruz. Bir de gözlerimiz hastalanıyor. Gözlerimizi hiç açamıyoruz. Annem, “bunlar hep pislikten, bu derenin pis suyundan” diyor. Geceleri de Şânur’la benim başucumda hiç uyumadan oturup, sivrisinekleri kovuyor üzerimizden. Bir gece annem başucumuzda beklerken gürültüler oluyor. Birileri bağırıyor. Annem, teyzemler, anneannem dışarı fırlıyorlar. Çok korkup ağlıyorum. Gürültüden korkup Şânur da ağlıyor. Biraz sonra babam soluk soluğa içeri giriyor. Gözlerimi açamadığım için onu göremiyorum. Daha çok ağlıyorum. Zehra Teyzeler de geliyor. Babam, jandarmayla köylüler arasında kavga çıktığını, köylüleri koruduğu için jandarmaların kendisini de kovaladığını söylüyor. Sonra, “çocuklar iyileşsin de hemen dönelim, ben âşarcı olmak istemiyorum artık” diyor.
Bor’a dönünce Kütüphane Müdürü Ragıp Bey’in kızı Nimet’in öldüğünü öğreniyoruz. Ragıp Bey bize geliyor. Hep ağlıyor. Eczacının yanlışlıkla, ona ilaç yerine Striknin diye bir zehir hapı verdiğini, kızının gözlerinin önünde kıvrana kıvrana öldüğünü anlatıyor. Artık polislerin damından Hamiyet Yüceses’in şarkıları gelmiyor. Yalnız harple ilgili Anadolu Ajansı haberlerini açıyorlar. Annemler bir süre Ragıp Bey’den kitap istemiyorlar. Bu defa da karşılıklı geçip hep örgü örüyorlar. Radyodan hep alafranga müzik çalıyor. Bazen de şarkılar...
Babam âşar memurluğunu bıraktığı için kaymakamın kendisine kızdığını söylüyor, “tayinimi istedim” diyor. Annem Nevşehir’e gitmemizi istiyor, babam da Niğde’ye... Artık Bor’u hiç sevmiyoruz. Teyzelerimle anneannem bağbozumu için Nevşehir’e gidiyorlar. Annem beni yine Ragıp Bey’den roman istemeye gönderiyor. Ragıp Bey'i küçülmüş ve saçları bembeyaz olmuş görünce şaşırıyorum. Anneme söylüyorum, "kolay mı, evladını kaybetti” diyor, gözlerinden yaşlar süzülüyor.


Okullar açılıyor. Annem Sümerbank’tan krizet (Uzun yıllar ilkokul öğrencilerinin önlüğü, bir adı da kumlu olan, gri, kırçıl, pamuklu bu dokuma ile yapılırdı) alıp bana önlük dikiyor. Bir de Şânur’la ikimize rugan ayakkabılar alıyor. Lacivert, kısa, ütülü pantolon, siyah rugan ayakkabılar, beyaz kısa çoraplar, krizet önlük ve beyaz yaka ile aynada kendimi çok beğeniyorum. Cumhuriyet İlkokulu’na kaydım yapılıyor. Okulu çok seviyorum. Esin diye bir kız arkadaşım var onu da çok seviyorum. Ama iki ay sonra babamın Niğde’ye tayini çıkıyor ve hem Bor’dan, hem Esin’den ayrılmak zorunda kalıyorum.


Pazar, Aralık 17, 2017

HAYATA GÖZ AÇTIĞIM YILLAR



            Çocukluk yıllarıma dönüyorum. Dört-beş yaşlarındayım... Evimiz, Nevşehir’in merkezindeki Damat İbrahim Paşa tarafından yaptırılan Kurşunlu Cami’nin yanındaki bir yokuşun hemen başında. Ama nedense ben daha çok dedemle anneannemin çarşı içindeki evinde kalıyorum... İlk torunu olduğum için dedemin bensiz edemediği, babamlarda kaldığım zaman mutsuz olduğu, hattâ ağladığı bile söyleniyor. Dedemin evi Nevşehir’in merkezinde, koca koca siyah granit taşlarla yapılmış kalın duvarlı, iki katlı bir ev... Zorla ve gıcırdayarak açılıp kapanan, ağır mı ağır ahşap sokak kapısından girilen toprak bir zemin... Hemen sağında, birkaç basamakla çıkılan âdetâ hiç yontulmamış granit taşlarla yapılmış küçük bir helâ... Solda yine birkaç basamakla inilen, toprağa gömülü ve toprak zeminli, buz gibi soğuk bir kiler... En sevdiğim yer de orası... Bir köşesinde hevenk denilen, tavana asılı dikenli çalılarda salkım salkım üzümler, hemen yanındaki tahta ve telis kaplarda üzüm pestili ve tarhanaları, tahta bir kapta tokmakla saatlerce dövülerek koyultulmuş krem rengi çalma pekmez, üzüm, dut, erik, kayısı kuruları ve ceviz içleri... Girişin hemen solunda ise tahta bir honçaya (O yıllarda daire şeklinde ve kısa ayaklı tahta bir sofra gereci idi ve çevresinde minderlere oturulup yemek yenirdi) üst üste yığılmış daire şeklindeki yufka ekmekler... En sevdiğim yerdi kiler ama oraya anneannem elimden tutmadan giremezdim. Giremezdim ama, ayak bileklerime kadar inen koyu kahverengi entarimin cepleri de o yemişlerle tıka basa dolmadan çıkamazdım.

Toprak zeminli girişin sonundaki taş merdivenlerden üs kata çıkılırdı. Bu katta ise yan yana, tahta zeminli, demir parmaklıklı pencerelerinden sızan ışıkla loş iki oda ile onların arkasında taşlık dediğimiz üstü açık bir yer vardı. Yaz aylarının sıcak gecelerinde oraya serilen yataklarda yatardık; uykuya varıncaya kadar da gökyüzündeki binlerce yıldızı seyreder, masal anlatmadığı geceler, cevabı zor sorularla yanımda yatan teyzemi bıktırırdım.

Babam tipik bir küçük memurdu. Nevşehir’in Uçhisar köyünde doğmuş, babasını, pek çok yaşdaşı gibi daha tanıma fırsatı bulamadan Çanakkale Savaşı’nda yitirmiş, köy ortamında ve toz toprak içinde büyümüş, ancak annesi, yani babaannem o döneme göre kentli sayılabilecek üvey dedem Arif Şahin’le evlenince, ortaokula kadar okuma olanağı bulmuş, daha sonra da Nevşehir vergi dairesinde hayata atılmış güzel bir küçük adamdı. Dedemin küçük kardeşi Arif Şahin hem üvey amcam, hem de üvey dedemdi. Ali dedem ise tıknaz, topluca, beyaz sakallı, sevimli bir ihtiyardı. Gümüşhacıköy’de, Çerkez göçmenlerinden anneannemle evlenmiş, bir süre sonra kardeşleriyle birlikte Nevşehir’e yerleşmiş ve küçük bir bakkal dükkânıyla dördü kızı olan altı kişilik aileyi geçindirmeye çalışmış. O küçük bakkal dükkânından sağladığı üç beş kuruşla hem dört kızını ortaokulu bitirinceye kadar okutabilmiş hem de Karayazı ve Kâtip Deresi denilen bağlık bölgelerde iki küçük üzüm bağının sahibi olmuş. Annem ve teyzelerim onun dindar, eliaçık, mûnis, yardımsever birisi olduğunu, o nedenle de ticareti bir türlü beceremeyip bakkal dükkânını kapatmak zorunda kaldığını anlatırlardı. Dükkânı kapatmasına neden olan olay da çok ilginçti. O günlerde en gözde yakıt bir petrol türevi olan gazyağıdır ve genellikle bakkal dükkânlarındaki musluklu küçük varillerden litre ile satılır. Dedem hem gazyağına hem de öbür ihtiyaç maddelerine fiyat belirlemez, dükkâna girenin avucunda kaç parası varsa o kadara satarmış ve bu avuçtaki paralar da her geçen gün azalırmış. Bir sabah dükkânın kapısını açtığında ne görsün, ortalık soluk almasını önleyecek kadar gazyağı kokmaktadır. Toprak zemin de gazyağı ile çamurlaşmıştır. Şaşkınlığı çok sürmez; fark eder ki, bir gün önce dükkândan çıkarken paltosunun eteği takılan musluk açılmış ve varildeki gazyağı dibine kadar toprak zemine akmıştır. İşte o gün, biraz da evdekilerin baskısıyla dükkânı kapatmaya karar vermiş ve evine çekilerek üç beş kuruşluk mütekait (emekli) maaşıyla yaşamaya başlamış. O günlerde vergi dairesinde memur olan babam da üç beş kuruşluk geliriyle hem evini geçindirir hem çekirdek aileye destek olmaya çalışırmış. Bir süre sonra da ilk torunu (yani ben) dünyaya gelmişim ve bu onun için hayattan zevk almanın yeni bir başlangıcı olmuş.

            Babamın üvey babası, yani Arif dedem daha önce öldüğü için onu, fotoğrafları dışında tanıma fırsatı bulamadım. 6X9’luk bir portresini hâlâ saklarım. Lacivert elbiseli, kelle kulak yerinde, kırpık kır bıyıklı, bembeyaz düz saçları özenle arkaya daranmış, âdetâ erken Cumhuriyet’in üst düzey bürokratların biri... Nasıl bir görevde bulunduğunu hatırlamıyorum, ama zaman içinde halalarımı, yengelerimi ve onların çocuklarını tanıyınca, sonradan burjuva dendiğini öğrendiğim tabakaya mensup olduğunu anlıyorum. Bir de albaylıktan mı yarbaylıktan mı emekli olunca üzüntüden öldüğünü öğrendiğim büyük amcam Osman Şahin varmış. Tevatüre göre öylesine yürekli ve gözüpek biriymiş ki, Kurtuluş Savaşı’nın en çetin çatışmalarının ortasında ve ateş çemberi içinde bile emirerine, çok sevdiği Kayseri mantısı pişirtip yemeden cepheye gitmezmiş. Okumuş yazmış ve zamanında büyük adam ve burjuva olmuş her iki amcamın torunları da Fransa’larda, İsviçre’lerde tahsil ederlerdi de annem içini çekerek anlatırdı. En yakından tanıdığım da Rıza amcamdı. Nevşehir’in kenar semtlerinden birinde yaşardı ailesiyle. Annemlerle arada bir ziyâretine giderdik. İşte o da Ali dedem gibi, burjuvalık payesine erişemeyip yolda kalmış biriydi. Nedense onu hiç ayakta ve yürürken gördüğümü anımsamıyorum. İri yapılı, kocaman göbekli, kemerli burunlu, kalın dudaklı, konuşurken küçük tükürük zerrecikleri saçan biriydi. Her gidişimizde bizleri köşesine oturduğu sedirin çevresine toplar, menkıbeler (dînî hikâyeler) anlatırdı ballandıra ballandıra... Hiç unutmam, yıllar sonra ilkokul beşinci sınıfta iken sulu zatülcemp diye bir hastalık geçirmiş zayıf düşmüştüm de, verem olduğum söylenmişti. O da iyileşmem ve güçlenmem için, sonradan kaplumbağa (o zaman tosbağa derdik) eti olduğunu öğrendiğim enfes bir et ziyafeti çekmişti bana. Sonradan öğrendiğimde beni kaplumbağa eti yedirerek aldattığı için Rıza amcama çok kırılmış ve bütün ısrarlara rağmen uzun süre onlara gitmemiştim. Herhalde kaplumbağa etinin vereme iyi geldiği gibi bir tevatür vardı o günlerde.

Dedem ve üç erkek kardeşinin Türkiye’ye Mısır’dan geldiği söylenirdi. Hattâ yıllarca Mısır’daki varlıklarından bizlere de miras kalacağı hayaliyle yaşadık, ama bütün bu tür beklentilerde olduğu gibi boş çıktı. Zaman içinde hep düşündüm, dört kardeşten küçük olan ikisi okumuş, biri yüksek bürokrat diğeri ise yüksek rütbeli subay olmuş, yaşlı olan iki kardeş ise câhil kalıp dine sığınmıştı. Babam ve annem, Ali dedemle Rıza amcamın kendilerini feda ederek o iki küçük kardeşlerini okuttuklarını anlatırlar, sonra da “Onlar zengin oldu, dedenle büyük amcan ise kendi yağlarında kavrularak yaşadılar, biz de böyle yoksul kaldık” derlerdi.

Ali dedemle dört yaşıma kadar birlikte yaşadım. O birkaç yıl belleğimde öylesine derin yer etmiş ki, kimi ayrıntıları bütün canlılığıyla hâlâ anımsarım. Beni kucağına alır küçücük elinin tombul parmakları arasındaki doksan dokuzluk tespihini benimle birlikte çekerdi. O fısır fısır, zor duyulur sesiyle okuduğu duaları bitirdiğinde ise ben de onun gözlerinin içine bakar, dua okuyor gibi dudaklarımı kırpıştırarak iki elimle yüzümü sıvazlardım. O günlerde veresiye alışveriş için, eski yazılı küçük pirinç bir mühür basılan küçük karton parçacıklar kullanırdı. Dedem mührünü, küçük kesesinden çıkarır, ıstampa denilen kutudaki mor mürekkepli keçede ıslattıktan sonra makasla yuvarlak yuvarlak kestiği kartonlara basar ve ‘bilat’ diye elime tutuşturarak, taze pide almam için caddenin karşısındaki Davut Ağa’nın fırınına yollardı. Ayak bileklerime kadar inen koyu kahverengi basma entarimle badi badi yürüyerek gittiğim fırından, bir bohçaya sarılarak kollarımın üzerine uzatılan sıcak pidelerle eve dönerken de pencereden hayranlıkla seyrederdi beni. Elimden tutup Kurşunlu Cami’ye götürüşünü, orada hayranlıkla seyrettiğim, ama sonraki yıllarda yeniden karşılaştığımda gözüme çok küçük ve sıradan göründüğü için düşkırıklığına uğradığım şadırvanda suyla oynamamı hayal meyal anımsıyorum. Onun öldüğü gün evimizde anneannemin, annemin, teyzelerimin ve komşu kadınların dizlerine vura vura ağlamalarını ve dedemin yan odadaki ölüsüne bakmamı engellemek için beni evden nasıl uzaklaştırışlarını tamı tamına yeniden yaşıyor gibi olurum zaman zaman.

Daha sonra, dedemin göremediği sünnet düğünümde verilen, tepsi üzerinde badi badi yürüyen kurmalı ördeği, renkli renkli balonları, horoz şekerlerini ve yatağımın yanındaki taşlıkla davul zurna eşliğinde kadın gibi göbek atan erkek köçeği hiç unutamam. Babamın tâyini çıktığı için kıtlık yıllarının başlangıcında Niğde’nin Bor ilçesine taşınmamızı ve o yılların benliğimde açtığı derin izler de belleğimdeki yerini hep korur. Bu taşınma ve Bor’daki ilginç ve acı gözlemlerimle ilgili olarak 2006 yılında blog sitem için yazdığım ‘Mahzenin Diplerinden’ başlıklı anımı bundan sonraki bölüm olarak sunacağım.