Çarşamba, Aralık 20, 2006

Mayın tarlaları

Reklamcılık mayın tarlasında dolaşmaya benzer. Her an ayağınızın altında bir patlamayla sarsılabilirsiniz. Bu mayınlar genellikle sizi yaşamdan koparmaz ama, dramatik sonuçlar da yaratabilir. Bunların kimi ilişkilerinizi zedeler, kimi kasanızı altüst eder, kimi üstesinden gelinemez sorunlar yaratır, bakarsınız kimi serseri bir mayın da sizi yargının karşısına çıkarıverir. Aslında reklamcılık netameli zenaattır.

Ben de her reklamcı gibi meslek yaşamımda pek çok mayına bastım ve meydana gelen hasarların ağır bedellerini ödedim. Yıllarca, basımevlerinden gelen paketleri saatli bomba gibi gördüm ve açmaya, açtırmaya cesaret edemedim. Milyarlarca liraya malolan bir işte, yanlış basılan tek bir rakam yüzünden işi çöpe atmanın acısını yaşadım. Ama tam yirmi beş yıl önce, sadece benim değil, birlikte çalıştığım arkadaşlarımın da ayakları altında patlayan bir mayını anımsadıkça, gülmekle hüzünlenmek, öfkelenmekle küçümsemek, nefretle acımak duyguları arasında gidip geliyorum hâlâ...

12 Eylül’ün en azılı dönemi. 1982’nin ilkbaharı. Merkez Ajans, kuruluşunun birinci yılında... Ajansın kurulmasına neden olan Uluslararası Endüstri ve Dış Ticaret Bankası, kısa bir süre önce Transtürk Holding’den Çukurova Grubu’na geçmiş, genel müdürlüğüne de o dönemde henüz yıldızı parlamamış olan genç bankacı Erol Aksoy getirilmiş. Aksoy, ünlü 24 Ocak Kararları'yla başlayan Türkiye’nin dışa açılma seferberliğini bir fırsat olarak değerlendirip, o günlere kadar küçük bir banka olarak kalan Uluslararası Endüstri ve Dış Ticaret Bankası’nı, özellikle dış ticaretin finansmanında ve işlemlerinin gerçekleştirilmesinde uzman bir banka haline getiriyor. Bankanın adı, bizim de katkılarımızla, Uluslararası olarak kısaltılıyor. Bu gelişme, bankacılık sektöründe hemen yansımasını buluyor ve dış ticarette uzmanlaşmaya çalışan bankalar birbirini izlemeye başlıyor.

Bir Dünya Bankası

Uluslararası’nı farklılaştırmayı ve sadece sektörde değil, ekonomi alanında özel bir yere konumlandırmayı amaçlayan iletişim stratejimiz adım adım uygulanıyor ve kısa sürede olumlu sonuçlar vermeye başlıyor. Basın ve televizyonda “Bir Dünya Bankası” başlığıyla başlattığımız meraklandırma “teaser” kampanyasının ardından aynı başlığı taşıyan bir deklarasyon ilanı yayımlıyoruz. Reklam kampanyasıyla birlikte banka da, büyük bir ilgiyle karşılanıyor.

Dünya bankası kavramını daha etkili bir görselle destekleyebilmek için yeni filmler ve ilanlar tasarlıyoruz ve bu arada iyi fotoğraf verebilecek, görkemli bir dünya küresi arıyoruz. Başvurmadığımız yer kalmıyor. Cağaloğlu’nu altüst ediyoruz, ama ilk ya da ortaokul öğrencileri için yapılmış küçük ve fotoğraf için yetersiz kürelerden başka bir şey bulamıyoruz. Art Direktörümüz Erkal Yavi, Lufhansa Havayolları’nın Elmadağ’daki acentesinin vitrininde çok büyük bir küre olduğunu, ancak film ve fotoğraf çekimi için kimseye vermediklerini öğreniyor. Birkaç yazışmadan sonra sigortalamak kaydıyla küreyi iki günlüğüne alıyoruz.

Beş altı yıl kadar önce bir uçak kazasında yitirdiğimiz usta fotoğraf sanatçısı Ahmet Kayacık küreyi binbir güçlükle bir kamyonete yükletip stüdyosuna getiriyor ve renkli, siyah-beyaz, negatif, diapozitif bir yığın fotoğrafını çekiyor. Yanlış anmısamıyorsam, “pack shot”larda kullanılmak üzere değişik açılardan filmini de çekiyoruz ve küreyi sağ salim yerine teslim ediyoruz.

Bu kürenin bir süre sonra ayaklarımızın altında patlayan bir mayına dönüşeceğinden habersiz, yeni ve güzel ilanlar hazırlıyoruz. Bunlardan birini hiç unutamam, keşke bulup da buraya koyabilseydim. Siyah bir fonda, güzel bir ışık yalamasıyla neredeyse sliüeti görünen kürenin yer aldığı “paspartu” dediğimiz bir ilan, gazetelerde ve üst gelir düzeyinin okuduğu dergilerde birçok kez yayımlanıyor ve çok beğeniliyor. O zor beğenen Erol Aksoy, ilan için bize teşekkürler yağdırıyor.

Alman mayını

Gel zaman git zaman, 82’nin Mayıs ayı ortalarında bir gün Erol Aksoy beni arıyor ve Rotaryenler’in 22 Mayıs 1982 tarihinde Kuşadası’nda yapacakları yıllık toplantıda dağıtılmak üzere özel bir gazete hazırlandığını ve buraya bir reklam vermemiz gerektiğini söylüyor. Reklamı büyük bir keyifle hazırlıyoruz. Tam sayfa siyah-beyaz reklamın alt yarısında, Lufthansa küresinin Avrupa ve Ortadoğu bölgesini gösteren bölümü yer alıyor. O bölümdeki Türkiye haritası dekupe edilerek büyütülüyor ve çevresine verilen derinlik gölgesiyle de öne çıkarılıyor.

İlan, fotoğraçı Ahmet Kayacık’ın, Art Direktör Erkal Yavi’nin, karanlık odacı ve pikajcı arkadaşlarımızın, ilanın son halini görüp düzeltmeleri yapan yazar arkadaşımız Gül Evrin’in, medya sorumluları Hülya Gönensin ve Figen Bilgin’in, en son da benim denetimimden geçip söz konusu gazeteyle ilgilenen Nazım Bey adındaki bir rotaryene gönderiliyor.

Birkaç gün sonra Nazar Büyüm arıyor. O dönemde hemen bütün zamanını Akkavak Sokak Villa Belkıs’taki Adam Yayıncılık’ta geçiren Nazar, Rotaryenler gazetesine gönderdiğimiz ilanın orijinaline dikkatle bakmamı istiyor. Grafikten getirtip bakıyorum ve hiçbir terslik görmüyorum.

Haritaya bak, Güneydoğu ve Karadeniz Bölgelerine...” diyor. Aman Allahım, gözlerime inanamıyorum; sırtımdan ter boşanıyor. Güneydoğu Bölgesi’nde gözle görülür bir Kurdistan, Karadeniz Bölgesi’nde de aynı şekilde Pontus yazıyor... Ne diyeceğimi şaşırıyorum. Biraz sonra bütün ajans odamda toplanıyor. Arkadaşların şaşkınlığı benden az değil. Lufthansa küresinin bütün fotoğraflarını ve dialarını önümüze serip bakıyoruz. Daha önce gözlerimizden kaçan Kurdistan ve Pontus sözcükleri bu kez gözlerimizi oyar gibi duruyor karşımızda.

Nazar olayla ilgili gelişmeleri anlatıyor. Uluslararası’nın Yönetim Kurulu Başkanı Berat Akerman Kuşadası’ndan Nazar’ı arıyor ve dönemin Enerji Bakanı Rotaryen Serbülent Bingöl’ün uyarısı üzerine toplantı için hazırlanan gazetenin dağıtımını durdurduğunu bildiriyor ve gazetede yer alan Uluslararası ilanındaki Kurdistan ve Pontus kelimelerinden söz ediyor. Akerman, ilandaki resmin kaldırılarak aynı sayfanın yeniden basılıp çok acele kuşadası’na gönderilmesini istiyor. Bu bilgi üzerine biraz rahatlıyoruz ve sayfayı yeniden hazırlayıp Anabasım’da bastırarak, bir arkadaşımızla Kuşadası’na gönderiyoruz. Orada önceki sayfa koparılıp yerine yenisi konuluyor ve gazete bir gün gecikmeyle Rotaryenlere dağıtılıyor.

Yeter artık!..


Tam sorunun sessiz sedasız geçiştirildiğini düşünürken, 4 Haziran günü gazeteci bir dostum arayıp, Son Havadis Gazetesi’ne bakmamı söylüyor. Bir terslik olduğundan emin bir şekilde gazeteyi aldırıyorum ve açar açmaz beynimden vurulmuşa dönüyorum. Manşet, alnıma doğrultulmuş silah gibi... “YETER ARTIK!... Vatan haritasını elimizle bölmek gafletinden ne zaman kurtulacağız?..” Manşetin hemen altında bizim Rotaryenler için hazırladığımız ilanın harita bölümü ve uzun bir haber... Haberden bazı bölümleri aktarıyorum:

“Evet, bu harita İstanbul’da basılan 22 Mayıs 1982 tarihli bir gazetede yayınlanmıştır. Uluslararası Endüstri ve Ticaret Bankası’nın ilanındaki haritanın Türkiye’yi gösteren bölümüdür. Bu talihsiz haritada, vatanımızın Karadeniz bölgesi (PONTOS) diye adlandırılmakta, Güney Doğu bölgesi ise (KÜRDİSTAN olarak gösterilmektedir. Gaflet ve delâletin böylesi karşısında, kafalarımız durmakta, ellerimiz işlememektedir. Bu vatanı kime karşı ve nasıl koruyacağımız hususunda idrakimiz çaresiz kalmaktadır. “Uluslararası Endüstri ve Ticaret Bankası’nın bu ilanın hazırlanması ve yayınlanmasıyla ilgili bütün görevlileri, affedilmez ihmalin müşterek sorumluları mıdır? Yoksa, böyle bir ihmalin arasına bir gizli el, bir hain el, bir bölücü ve yıkıcı el mi karışmıştır? Hiç şüphesiz bu noktayı ortaya çıkarmak adlî mercilerin görevidir.” “Evet, yeter artık.. Vatanımızın bölünmezliğini korumak için, gaflet ve delâlete düşmekten artık kesinlikle kurtulalım. Hıyanet, harimi ismetimize böylesine girebildiğine göre, kaybedecek daha fazla zamanımızın kalmadığı anlaşılmaktadır.”

Ankara’daki gazetecilik yıllarımda yakın dostum olan Mustafa Özkan’ın gazetesinde çıkan bu haber, iki yıl süreyle Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargılanmama neden oluyor. Merkez Ajans’ın ortağı ve avukatı sevgili Ümit Ökten, delikanlılık arkadaşım Avukat Necmettin Karaerkek ve Uluslararası’nın hukuk danışmanı ve avukatı Profesör Süheyl Donay savunmamı üstleniyor. Dava süresince titizlendiğim en önemli konu, Nazar Büyüm’ün adının herhangi bir nedenle olaya karıştırılmaması. Onun sorunla hiçbir ilgisi yok, fakat adının olaya karışması, birilerinin arayıp bulamadığı bir fırsat yaratacak ve ikimizin başı da daha çok derde girecek.

Saygıdeğer bilirkişi...

Duruşmalar böylesine sürüp giderken, mahkeme bir bilirkişi raporuna ihtiyaç duyuyor ve bir grafik sanatçısı, bir matbaacı ve bir reklamcıdan bilirkişi heyeti oluşturuyor. Bilirkişiden istenen bilgi, böyle bir gazete reklamının reklam ajansında hangi aşamalardan geçerek hazırlandığı ve matbaada hangi yolu izleyerek basıldığı... Grafik sanaçısı ve matbaacı üyeler sorulan soruyu tam bir profesyonellikle yanıtlıyorlar ve teknik açıklamalarda bulunuyorlar. Bilirkişi heyetinin reklamcı üyesi ise, adı sonradan banka hortumlama olaylarında bile geçen ünlü bir bir ajansın sahibi. Ondan beklenen de bir gazete ilanının reklam ajansında nasıl bir yol izleyerek basıldığı. Belleğim beni yanıltmıyorsa, söz konusu ünlü reklamcının asker mektubu üslubuyla yazılmış bilirkişi raporu şöyle bir cümleyle başlıyor:

Bu ilanı hazırlayan Merkez Ajans’ın sahibi Ermeni asıllı Nazar Büyüm, çok sevdiğimiz ve takdir ettiğimiz bir reklamcı dostumuzdur..."

Dava, bu bilirkişi raporuna rağmen Nazar’a bulaştırılmadan, Basın Yasası’na göre de yayın eylemi gerçekleşmediği, yani gazete o haliyle dağıtılmadığı için cezaya dönüşmeden beraatla sonuçlanıyor. Ve ben, İstanbul’a hevesle ve istekle gelerek, kimlerin içinde yuvalandığı bir sektörün içine düştüğümü kara kara düşünmeye başlıyorum.

Pazar, Aralık 03, 2006

Reklamcı niye ağlar?..

Ben otuz yedi yıl reklamcılık yaptım, hâlâ da devam ediyorum. İşimi hep sevdim, müşterilerimin büyük bir bölümüyle çok iyi ilişkiler kurdum, onların gereksinimlerine ve beklentilerine doğru çözümler üretmek için elimden geleni yaptım. Reklamını yaptığım kurum, ürün ve markaların hemen hepsini sevdim ve benimsedim. İnanmadıklarımı ve benimsemediklerimi reddettim ve bunu bir meslek ahlakı olarak değerlendirdim.

Benim reklamcılığa başladığım yıllarda reklam kuramlarını, reklam terminolojisini ve reklam dünyasının deneyimlerini pek bilmezdik. Kitle iletişim araçları çok sınırlıydı. Dünyada olup bitenleri görmemiz, duymamız, anlayabilmemiz olanaksızdı. Okul kitabı düzeyindeki birkaç kitap dışında reklamcılıkla ilgili hiçbir yayın yoktu. Kendi kozamızı kendimiz örüyorduk. Usta bildiğimiz bir reklamcı vardı. Eli Acıman... Onun ağzından çıkanları reklamcılığın amentüsü gibi görüyorduk.

O yıllarda onunla çalışanlar Acıman’ı efsaneleştiriyordu adeta. Manajans’ın Murat 124 reklamlarını yaptığı dönemde onun Mustang otomobilini bırakıp Murat 124’e binmeye başlaması ve bundan da çok mutlu olduğunu söylemesi, önemli bir ders notu gibi yerleşmişti zihinlerimize. Reklamını yaptığın markaya inanacaksın, bunu kanıtlamak için de onun dışındaki hiçbir markaya elini sürmeyeceksin. Bilmem şimdilerde böyle düşünen ve böyle davranan reklamcı var mı?..

Yetmişli yılların başı, 12 Mart öncesi... Ankara’nın kıraç koşullarında reklamcılık yapıyorum. Ersin Salman akıllılık edip, kapağı İstanbul’a Manajans’a atmış, hayatından memnun. Bense ayakta kalmakla kalamamak arasında çırpınıp duruyorum. İstanbul’a gittiğimde onda kalıyorum, o Ankara’ya geldiğinde bende kalıyor. Hemen her gelişinde de Semih Polat yanında oluyor. Akşamları bizim evde rakı masası kuruluyor, geç saatlere kadar ya reklam ya da Türkiye İşçi Partili siyaset konuşuyoruz. Sonra da salona yer yatakları seriliyor, Ersin’le Semih başucu ayakucu şeklinde yatıp sızıyorlar.

Yaşadığı tüm sancılara karşın Türkiye değişim sürecine girmiş durumda. Pervaneli ve merdaneli Arçelik çamaşır makinesiyle başlayan beyaz eşya furyası bütün hızıyla sürüyor. Özellikle buzdolabında büyük rekabet var. AEG poliüretanlı buzdolabını piyasaya sürmüş Arçelik’i ciddi ölçüde zorluyor. Hiç unutmuyorum, sonradan Hasan Parkan’a ait olduğunu öğrendiğim, “Fuzuli Şâgil” başlıklı AEG ilanına hayranız. (Aynı zamanda bir hukuk terimi olan fuzuli şâgil tamlaması, bir yeri haksızca elinde tutan anlamına geliyor.) Reklam, aynı hacme sahip olmasına rağmen, poliüretan sayesinde daha ince duvarlı ve daha küçük boyutlu olan AEG’lerin mutfakta az yer kapladığını, her yere kolayca girebildiğini anlatıyor. Buraya koymak için çok aradım ama o reklamı bulamadım.

O günlerde Ersin’le Semih’in yolları yine Ankara’ya düşüyor. Marmara Sokak’taki evde, büyük olasılıkla yayın ya da turna balığı ile rakı içiyoruz. Ersin ailemizin bir ferdi gibi... Mutfağa girip büyük bir özenle salata yapıyor, peynirleri dilimleyip tabaklara yerleştiriyor, sofrada biten rakıları tamamlıyor, dört-beş yaşlarındaki kızımın yemek yemesine yardımcı oluyor... Bir ara, alkolün kendini iyiden iyiye hissettirdiği bir saatte, boşalan rakı şişesinin yenisini getirmek için mutfağa gidiyor. Uzunca bir süre gelmeyince merak ediyoruz. Semih kulak kabartıp,

“Bu adam ağlıyor yahu!..” diyor. Birlikte mutfağa geçiyoruz. Ersin başını Arçelik buzdolabına dayamış, sarsıla sarsıla ağlıyor. Şaşkınlık içindeyiz. Yanına yaklaşınca boynuma sarılıp,

“Kardeşim benim, sen hâlâ poliüretansız buzdolabı mı kullanıyorsun!..” diyerek ağlamaya devam ediyor. Gülmekle ağlamak arasında gidip geliyorum. İlkine benzer bir iki laf daha ediyor. Yarı ciddi yarı dalga geçerek teskin edip birlikte masaya dönüyoruz. Poliüretan sohbetini fazla uzatmıyoruz, gece keyifle sürüyor.

Bu olayı Kemal Sezer de “Reklamın Sokak Çocuğu Ersin Salman” kitabında anlatmıştı. İlgili söyleşide Ersin şöyle diyordu:
“Yeni mesleğimin, ekonomiyi ve kitlelerin yaşama alışkanlıklarını böylesine etkiliyor olmasının rahatsızlığını belki de hep içimde duyuyordum. Bu belki de içimdeki Marksistin, çocuksu gözyaşlarıydı. Şahin’ler niye yeni kuşak soğutucu kullanmıyorlar diye ağlayacak değildim elbet. Ben, bir buzdolabı gördüğümde niye hemen, poliüretanlı mı, yoksa eski tip bir buzdolabı mı diye dikkat ediyorum! Niçin böyle bir mesleğin içine girmek zorunda bırakıyor hayat insanı, diye ağladığımı söylemek istiyorum.”
Kızmasın ama, ben Ersin’in bu yorumuna katılmıyorum. Ersin o dönemde de, sonrasında da işini benimseyerek, severek, isteyeek yapanlardandı. Yoksa o hercai adam o meslekte uzun yıllar kalabilir ve başarılı olabilir miydi? Ayrıca benim mutfağımdaki Arçelik buzdolabını görünce mi reklamcılık mesleğine kerhen girdiğini idrak ediyor ve ağlıyordu?

Bir süre sonra İstanbul’a geldiğimde onun evindeki buzdolabının da poliüretanlı AEG olduğunu görüyorum ve gülümsüyorum. Ama nedendir bilinmez, evdeki Arçelik ömrünü tamamladığında AEG değil, o dönem bir çıkıp kaybolan Presiz marka buzdolabı alıyorum. Çünkü benim buzdolabı müşterim yok...

Bu olay bende derin izler bırakıyor. O dönemin reklam, reklamcı ve reklamcılık anlayışını irdeliyorum. O günlerde sermayeye karşı bayrak açmış bir anlayışın ve ideolojinin tam içinde olmamıza karşın, sermayenin gelişmesine katkıda bulunmaktan başka amacı olmayan bir mesleğin sahipleriydik ve işimizi severek ve benimseyerek yapıyorduk. Bu, nesnel olarak büyük bir çelişkiydi ve sık sık da dile getiriliyordu. Ama biz başka türlü olamıyorduk. Romantik ve duygusaldık. Paranın önemini anlamıştık ama değerini anlamakta zorlanıyor, başka tatminler arıyorduk. Yaşadığımız dönemin ve temsil ettiğmiz ideolojinin toplumsal, kültürel ve ahlaki değerleri ile hizmet üretiyorduk. En küçük başarı bile bizim için paha biçilmez değerler ifade ediyordu. Şimdilerde olduğu gibi, ajansının kazandığı Kristal Elma ödülünü almak için, pejmürde bir kılık, bir karış sakal ve ağzında sakızla sahneye çıkan ve kendinden başka her şeyi, mesleğini, müşterisini, hizmet verdiği markayı ve yaptığı işi küçümser görünmeyi marifet ve başarılı olmanın gösterisi sanan garip gençler gibi değildik. Televizyonda sözünü ettiğim tabloyla karşılaştığımda, üzüntüden ve öfkeden neredeyse ben de ağlayacaktım.

Altmışlı yılların başında Metin Toker’in Akis Dergisi’nde çalıştığım dönemden anımsıyorum. Dergide, solcu olarak bilinen Doğan Avcıoğlu’nun ağabeyi Hamdi Avcıoğlu, ozan ve güldürü yazarı Hasan Hüseyin Korkmazgil, daha sonraki yıllarda Babeuf davasıyla ünlenen Atilla Bartınlıoğlu ile birlikte ben de vardım. Bir gün Meclis’te milletvekilleri Metin Toker’e, dergisinde niçin sosyalistleri ve komünistleri çalıştırdığını soruyor; Metin Toker’in yanıtı ise “Onlardaki dürüstlüğü, çalışkanlığı ve iş ahlakını başkalarında bulamadığım için...” oluyor. Yanlış anımsamıyorsam bunu Akis’teki bir yazısında da söz konusu ediyor.

Bu anım da, kıssadan hisse dileğimle, benim küçük tarihime böylece geçsin istedim.

Pazar, Kasım 19, 2006

O zaman Sinanlar vardı...

Bir zamanlar Ankara...

Sıhhiye Marmara Sokak, Marmara Apartmanı... Dört katlı, cephesi kirli sarı baklava dilimi bir sıvayla kaplı apartmanın birinci katı. Salonun geniş penceresi, o zaman zengin bir semt pazarının kurulduğu, şimdi ise betondan kat kat yükselen bir otoparkın kara, devasa kitlesi altında ezilmiş genişliğe bakıyor. Ilık bir ocak ayının ilk haftası dolmak üzere. 6 Ocak 1969 Pazartesi, gece saat on suları...

Geniş pencerenin önündeki yemek masasında beş kişiyiz. Konuklarımız Sevim Onursal’la Kor Kocalak, karım Ayten, beş yaşındaki kızım Elif ve ben... Şimdi düşünüyorum da, hak etmediğimiz kadar keyifliyiz. Bir gün önce kurulan pazardaki balıkçım Halil Efendi’den aldığım turnabalığı tavasıyla rakı içiyoruz. Masamız bir hayli zengin. Karımın büyük beceriyle yaptığı Arap mezesi muhammara, çok sevdiğimiz Mihalıç peyniri, kütür kütür kırmızı turplar, şeker gibi tatlı kırmızı soğanlar, kokusu ve tadı hâlâ damağımdan eksilmeyen nar gibi domatesler, rakı kadehlerinin tokuşmasından çıkan kışkırtıcı sesleri daha da artırıyor.

O günkü keyfimiz sadece sıcak dostluğumuzdan, zengin masamızdan ve rakının kanımızı kaynatmasından kaynaklanmıyor. Yeni bir iş kurmanın eşiğindeyiz. Ben TRT’ye resti çekip istifamı vermişim ve yıllardır kullanmadığım yıllık izinlerimin tadını çıkarıyorum. Bir yandan da Kor Kocalak’la kuracağımız Odak Reklam Ajansı için Kızılay’daki İnkılap sokakta kiraladığımız işyerini donatmaya çalışıyoruz.

Yeni işimizin heyecanını yaşarken, bir yandan da içinde bulunduğumuz ortamın sorunları ve çözüm arayışları içinde kıvır kıvır kıvranıyoruz. 1961 Anayasası’nın sağladığı geçici demokratik ve özgürlükçü ortam ayaklarımızın altından kaymaya başlamış, Türkiye İşçi Partisi’nin hayat damarları bir bir koparılmış, Türkiye üzerindeki emperyalist baskıya direndiğini sanan, ama aslında ona hizmet ettiği bilincinden yoksun faşist güçlerin örgütlenmesi ve köktenci bir dönüşüme ortam hazırlama çabaları desteklenerek boyut kazanmış, bütün bu ve benzeri gelişmeler bir müsamerenin sahneleri gibi peşpeşe hayata geçirilmiş...

Pek çoğumuz bu gelişmenin usta eller tarafından sahnelenen bir müsamere olduğunun bilincinde, önemli bir kesimimiz ise, denetimsiz biçimde ve aşırı dozda alınan komünist terminolojinin yol açtığı hazımsızlık ve mide fesadının dayanılmaz kâbuslarının dehşeti ve mutlu gelecek düşlerinin sarhoşluğu içindeyiz. TİP, bilerek ya da bilmeyerek, egemen güçlere hizmet edenlerce kendi içinden çürütülmüş ve dışlanmış, gençlik, Avrupa’daki 68 hareketinin rüzgarıyla da savrularak, sosyalist hareketi anarşi ve terör olarak tanımlayan egemen güçlerin ekmeğine yağ sürercesine sokaklara, kırlara ve dağlara çıkmaya başlamış, üniversite gençliği eğitim yerine vatan kurtarma görevini üstlenerek yerleşkeleri bir yandan faşist, bir yandan da komünist eylemlerin karargahları haline gelmiş, sokak çatışmaları almış yürümüş... 12 Mart’a adım adım yaklaşılmakta....

O zamanın Bushları ve Bushakları...

İşte böyle bir dönemde yeni bir işyeri açmanın heyecanı, keyfi, mutluluğu ne kadar yaşanabilirse onu yaşıyoruz. Bir yandan da, yaşamımıza yeni giren televizyonda, sözünü ettiğim gelişmelerin yansımalarını görmeye çalışıyoruz. O gün ODTÜ’de dramatik bir olay yaşanmış ve öğrenciler, Üniversite’yi ziyarete gelen ABD Büyükelçisi Robert Komer’in arabasını yakmıştı. Radyolardan ve televizyondan ayrıntılı haberler alamıyoruz ama hareketin elebaşlarının kimler olduğunu çok iyi kestiriyoruz. Yıllarını CIA’da geçiren ve o yıllarda Vietnam Kasabı olarak anılan Komer’in Ankara’ya atanmasının yarattığı gerginlikler ve gelişmeler böyle bir sonucun beklendiğini göstermeye yetiyordu. ODTÜ ziyareti ise adeta bir komplo niteliğindeydi.

Biz bunları konuşurken kapının zili acı acı çalıyor. O günlerde öyle bir saatte kapının çalınması hayra alamet olmadığı için Kor da yanıma geliyor. Kim olduğunu sonradan bile çıkaramadığım bir genç adımı soruyor, söyledikten sonra da nefes nefese, heyecandan sesi titreyerek konuşmaya başlıyor... Altı kişi olduklarını ve aşağıda takside beklediklerini, Komer’in arabasını yaktıkları için polis tarafından her yerde arandıklarını, Sinan Cemgil’in buraya sığınabileceklerini söylediğini aktarıyor. Kor’la birbirimize bakıyoruz. Genç bunları söyledikten sonra emreden bir tavırla,

“Ben arkadaşların yanına gidiyorum, sizden haber bekliyoruz, geç kalmayın” diyor ve merdivenleri hızla inerek gözden kayboluyor. İkimiz de şok yaşıyoruz. İçeri geçip, hızlı bir karara varabilmek için tartışmaya başlıyoruz. Ben, onların bizde kalmalarının çok riskli olduğunu, TİP’li olduğumun bilindiğini, Sinan’ın ve karısı Şirin’in birkaç ay öncesine kadar bir süre bizde kaldıklarını, bu süre içinde izlenmiş olabileceklerini söylüyorum. Benim bu kaygım haklı bulunmakla birlikte Sevim Hanım ve Kor tarafından pek de benimsenmiyor. Kor telefona sarılıp, Bulvar Pasajı’nda kuyumculuk yapan, soyadını anımsayamadığım Yüksel adındakı ortak bir dostumuzu arıyor. Biliyoruz ki onların Çinçin Bağları’nda depo olarak kullandıkları gecekondumsu bir yerleri var. Şifreli telefon konuşmasından sonra Kor parkasını kapıp dışarı fırlıyor.

Kor’un dönmesini elimiz yüreğimizde bekliyoruz. İzlenmiş olmaları ya da olay nedeniyle oluşturulan arama noktalarına takılmaları olasılığı çok yüksek. Kor gece yarısı nefes nefese geliyor. Cebindeki para yetişmediği için taksiden Sıhhiye’de inmiş, polis ve bekçilere görünmemek için duvar diplerinden koşarak gelmişti. Yorgunluğuna karşın, gözlerinde çok önemli bir iş başarmanın mutluluğu parlıyor. Ara verdiği rakıya bir süre daha devam ederken Komer’in arabasının nasıl yakıldığını Sinan’ın ve arkadaşlarının ağzından aktarıyor. Taksidekilerin Sinan Cemgil, Yusuf Aslan, Taylan Özgür, Seçkin İnceefe, Tuncay Çelen ve Hüseyin İnan olduğunu öğreniyoruz.

Yapılan plana göre sabahleyin Kor birkaç günlük yiyecek içecek, battaniye vb ikmali yapacak, bu süre içinde herkes bir yolunu bulup oradan uzaklaşarak sığınacak bir yer bulacak. Sinan’ı da biz, pek tekin olmamasına karşın, kurmakta olduğumuz ajansta saklayacağız. Bu arada ben de ajansın arka odasına konulmak üzere bir somya ile yatak ve battaniye ayarlıyorum. Akşam ortalık kararınca da Sinan’ı ajansa getiriyoruz. Biz bir yandan bu olayları yaşarken, bir yandan da, radyo, televizyon ve gazetelerde olayın gelişmelerini ve yansımalarını izliyoruz.

Günlerimiz demir doğrama atölyelerinde, mobilyacı ve döşemecilerde, nalburlarda geçiyor. Yabancı dekorasyon dergilerinde ve özellikle Domus’larda bulduğumuz avangard mobilya örneklerini en iyi kalitede en ucuza maledebilmek için sabahtan akşama taban tepip ona buna dert anlatıyoruz. Bütün çabamız, ahşap lambriler, kapitone panolar, kartonpiyerlerle süslü tavanlar ve kıvrım kıvrım oymalarla donatılmış koltuk ve masalar yerine modern, yalın, kendini öne çıkarmayan sakin nesneler oluşturmak ve onların arasında yapacağımız işin fark edilmesini sağlamak. Büyük ölçüde de başarılıyız. Boyasından badanasına, mobilyasından teknik donanımına kadar her şeyi biz kotarmak zorundayız. Mimarlık öğrenimi gören ve ajansta ırgat gibi çalışmak zorunda kalan Sinan’ı da büyük bir şans olarak değerlendiriyoruz.

İkimizin de parası yok. Ben, canım teyzem Ayşe Özkan’ın dişinden tırnağından artırdığı dünyalığından beş bin lira, Beden Terbiyesi Ankara Bölge Müdürlüğü’nde çalışan aile dostum ressam Hakkı Torunoğlu’ndan aldığım birkaç bin lira, Kor’un eşinden dostundan ve özellikle o dönemde Ankara’da tabelacılık yapan dostumuz ressam Ali Doğanyiğit’ten aldığı borçlarla bir şeyleri yapındırmaya çalışıyoruz.

Onunla vedalaşmadan ayrılıyoruz

Günler geçiyor, Sinan’ın yakalanma ya da tutuklanma olasılığı ortadan kalkıyor ama, o artık bir öğrenciden çok siyasi bir militan. Ele avuca sığmıyor. Bir görünüp bir kayboluyor. Bir ara yıllardır en yakın dostum olan Nihat Asyalı ve eşi Süheyla konuk ediyor onu ve Şirin’i. Hemen her gece birlikte oluyor ve Türkiye sosyalizmini, TİP’i, giderek boyut kazanmakta olan sol fraksiyonları, milli demokratik devrim hareketini, tırmanan faşizmi ve daha pek çok şey tartışıyoruz gece yarılarına kadar. Bu tartışmalara kimler katılmıyor ki?..

Sinanla ayrıldığımız temel nokta, sosyalist savaşımın bireysel çabalarla ve yasa dışı örgütlenmelerle değil, işçi sınıfının yasal örgütü olan Türkiye İşçi Partisi saflarında verilmesi... Oysa Sinan ve çevresindekiler partiden çoktan kopmuş durumda. Parti onlar için artık revizyonist bir örgüttü. Ben ve yandaşlarım ise, yasa dışı örgütlenmeler ve bireysel militanlıklarla egemen güçlerin ekmeğine yağ sürülmekte olduğunu, onların bu gelişmeleri kullanarak istedikleri ortamın oluşmasını beklediklerini, buna meydan vermenin ise nesnel olarak sosyalist hareketi baltalama anlamı taşıdığını anlatmaya çalışıyoruz. Ama her şey boşuna...

Aradan aylar geçiyor. Sinan ve Şirin yine bir süredir bizde kalıyor. Sinan sabahleyin benimle birlikte çıkıyor, akşam yorgun argın eve dönüyor. O içi içine sığmayan heyecanı ile gün boyu yaşadıklarını anlatıyor. Deniz Gezmişleri, Mahir Çayanları, Hüseyin İnanları, Yusuf Aslanları ve daha pek çoklarını... Bu arada bir gün Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’la birlikte Odak’a geliyor. Aslan’ın ve İnan’ın vesikalık fotoğraf çektirmek istediklerini söylüyor. Ben her ikisinin de poz poz portrelerini çekiyorum. Sonra o fotoğraflardan kimilerini gazete haberlerinde görüyorum, içim burkuluyor.

Sinanla tartışmalarımız giderek sertleşiyor. O beni revizyonistlikle, ben onu goşistlikle suçluyorum. Hacettepe Hastanesi’nde ameliyathane baş hemşiresi olan karıma, yakında dağa çıkacaklarını, devrimci mücadele saflarında kendisi gibi sosyalist ve yürekli bir hemşireye çok ihtiyaçları olacağını söylüyor ve onun da kendileriyle birlikte gelmesini istiyor. Karım bunu bana aktardığında hiç öfkelenmediğimi, bu romantizm karşısında acı acı gülümsediğimi anımsıyorum. Artık akşamları Sinan’la pek konuşamıyoruz. İkimiz de birbirimize soğuk bakmaya başlıyoruz. Sonra bir gün Sinan veda bile etmeden kayboluyor. Birkaç gün sonra Şirin de ayrılıyor bizden. Sinan’ın Çankırı’da olduğunu öğreniyoruz. Siyasal ortamdaki gerginlik her geçen gün tırmanıyor. Söylentilerin ardı arkası kesilmiyor. Askeri darbe beklentileri had safhada. Ünlü gazetelerin ünlü yazarları bile böyle bir beklenti içinde.

Odak’ta, Kor Kocalak ve Sevim Onursal’la yolumuz ayrılmış durumda. Oğuz Tığlı, Turgay Betil, Tevfik Dalgıç, Tuncer Özkan’layım. İnsanın içini karartan bilinmezliklerle dolu o puslu havada ayakta kalabilmek için bir şeyler yapmaya çalışıyoruz.

12 Mart 1971, öğle saatleri. Odak’taki odamdayım. Önce dışardan bir sevinç şamatası geliyor kulağıma, sonra kapım hızla açılıyor. Tevfik Dalgıç, Tuncer Özkan, aklımda yanlış kalmadıysa Oğuz Tığlı ve gitgel işlerimizi yapan Ali Rıza Özdemir heyecanla odama dalıyorlar. Tevfik de Tuncer de bana dayı derler. Tevfik elindeki transistörlü radyoyu masama koyup, büyük bir müjde verircesine,

Dayı, gözün aydın... Ordu muhtıra verdi, Sülüman gidiyor...” diyor. Neye uğradığımı şaşırıyorum. İlk tepkim,

İyi haltetmişler... Çok mu sevindiniz, görürsünüz gününüzü...” diyorum. Şaşkınlıktan donup kalıyorlar. “Ama dayı...” diye başlayan sözleri duymuyorum bile. O gün benim için gerçekten kara bir gün... Ağzımı bıçak açmıyor. Herkes şaşkın... Olacakları beklemeye başlıyorum. Beni en çok şaşırtan şeyle ertesi gün karşılaşıyorum. Ünlü gazetelerin ünlü yazarları bayram yapıyor adeta. Başta, o dönemde Milliyet’te ya da Akşam’da yazdığını anımsadığım ünlü sosyalistimiz Çetin Altan... Hareketi öylesine kutluyor ki, inanılır gibi değil. Şimdi o günkü gazeteler olsa da ibretle okuyabilsek.

Aradan iki aydan fazla zaman geçiyor. Korktuklarımın hep si birer birer gerçekleşiyor. Tutuklananlar, öldürülenler birbirini izliyor. Tahammül edilemez bir balyoz, Türkiye’deki ilerici kesimi ezmeye, yok etmeye hızla devam ediyor. O ünlü gazetelerin ünülü yazarları yavaş yavaş ağız değiştirmeye başlıyor. Ama ile başlayan tümcelerden geçilmiyor.

Ilık bir mayıs sonu. Oğuz, Turgay, Tevfik, ben, Zafer Meydanı’nından Selanik Caddesi’ne çıkan merdivenli yoldayız. Yandaki işyerlerinden birinin radyosunda öğle haberleri okunuyor. Spiker soğuk bir sesle, Sinan Cemgil, Kadir Manga, Alpaslan Özdoğan’ın Nurhak Dağları’nda jandarmayla giriştikleri çatışma sonucunda öldürüldüklerini söylüyor.

Yüreğimde kopan isyanı ve çığlığı bastıramıyorum ve uluorta ana avrat küfrediyorum. Ağlayamıyorum, ta akşam eve gelinceye kadar... Kapıdan girer girmez çığlık çığlığa bir ağıt içimi dağlıyor. Selda Bağcan televizyonda, ancak ağıt denebilecek bir türkü çığırıyor. Mahpusaneye güneş doğmuyor... Kendimi kanepeye atıp hüngür hüngür ağlıyorum. Ve o ağıt, bu yaşımda bile dinmek bilmiyor...

Pazar, Kasım 12, 2006

Bir internet mucizesi

Paralı yatılı anım, beklenmedik bir mucize yarattı. Geçen haftanın başında gelen yorum, bana son günlerdeki en büyük mutluluğu yaşattı. Mah-zen gibi sınırlı okuru bulunan bir sitenin, elli yıl önce yaşanmış olaylarda adı geçen birilerine ulaşabileceğini aklımın köşesinden geçiremezdim. Üstelik, elli yıldır dünyanın ta öbür ucunda yaşayan birine ulaşabileceğini ise hayal bile edemezdim. Ama, bir mucize gerçekleşti ve “gerçek” “hayal”i fersah fersah gerilerde bıraktı. O yazımda adı geçen eski dostlardan biri, Güneş Ecer mah-zen’le buluştu...

Güneş’in mah-zen’e gönderdiği ilk yorumu, buraya olduğu gibi taşıyorum:
Merhaba sevgili Şahin,

Ne güzel günlerdi onlar! Aynı günlerin hatıralarını paylaşıyoruz, isimleri ben de hatırlıyorum. Yılmaz'ı, Ankaralı Hasan'ı, Burhanettin’i güzel tasvir etmişsin. Okulda yaptığımız hokkabazlıkları da... Beni de iyi tasvir etmişsin. Lise müdürü amcamın o güzel resmini saklamışsın demek. Ölümünde dağıtılmıştı. Şu dünyanın haline bak... Pasifik Okyanus'u sahilindeki, Lagoona Beach kasabasında bir Türk lokantasında dizüstümle oturmuşum internette dolaşırken bu yazını görüyorum ve eski günleri nemli gözlerle bir kere daha hatırlıyorum. Kalp atışımın hızlanmasını, serotonin miktarımın yükselmesini senin bu güzel yazına borçluyum. Güzel günler sevgili arkadaşlarım...

parasız yatılı Güneş Ecer..
Bilmem siz hayatınızda hiç böyle bir güzellik ve böyle bir mutluluk yaşadınız mı?

Elli yıl sonra yeniden bulduğum Güneş’le haberleşmemiz sürüyor. Ona yazdıklarımda yanlış yanlar olup olmadığını sordum ve anımsadığım birtakım ayrıntıları da ileterek katkısını istedim. Elindeki fotoğrafları da eklediği ikinci mektubu şöyleydi:

Sevgili Şahin,
Hafızan benimkinden çok daha kuvvetli... Ben saydığın hocaların isimlerini de, lakaplarını da ancak sen yazınca hatırladım. Benim de birkaç hikaye olabilecek hatıram var, ama bende yazarlık yok. Günün birinde yazarım. Biraz önce yazıyordum, bilgisayarıma bir şey oldu kaybettim. Ama, eski resimlerimden birkaç tanesi bilgisayarımda vardı. Onları ekliyorum. Resimlerde beraber olduğumuz arkadaşların soyadlarını hatırlamıyorum, belki sen hatırlarsın. 1952-55 döneminin lise arkadaşlarından bulabildiklerimizi bir araya getiren bir blog, veya site yapilsa çok iyi olurdu. Resimler asar, arada bir Türkiye'de bir yerde buluşur hatıra tazelerdik. Yılmaz'ı demek gördün. Hâlâ yaşıyordur inşallah. Kendisini ben de görmek isterdim doğrusu. Bir seferinde, okul tatil olmuş trenle evlerimize dönüyorduk, ve tren ağzına kadar dolu idi. Yılmaz bir kompartmanda tek kişilik bir yer bulup oturdu ve sanatoryumdan bahsetmeye başladı. Arada bir de kuru kuru öksürüyordu. Biliyorsun, zaten zayıf ve hasta imiş gibi bir görünümü vardı. Orada oturanlar tedirgin oldular ve tek tek kompartmandan çıkıp gittiler. Biz de üç dört kişi oturup onların yerlerini aldıktı. Yılmaz'ın bir kurnazlığının hikayesidir bu. Tekrar görüşmek üzere, sevgiler ve güzel günler,

Güneş
Eminim ki, yarım yüzyıllık iki eski dost arasında geçen bu iletişim hiç kimseyi ilgilendirmeyecektir. Buna karşın buraya taşıdım. Şu internet denilen mucizenin yarattığı mucizelere hazırlıklı olalım ve sonuna kadar yararlanalım. Ben kendi adıma bu mucizenin tadını almaya başladım bile... Haydi Niğde Lisesi'ndeki yıllanmış dostlar, sesimize kulak verin.

Cumartesi, Ekim 28, 2006

İçim kan ağlıyor, bu gidişle hiç ünlümüz kalmayacak...

Eskiden marka mı vardı? Ülkeler, uluslar, toplumlar markalarıyla mı tanınırdı, adlarını tarihe markalarıyla mı yazdırırlardı? Aristolar, Eflatunlar, Arşimetler, Nevtonlar, sofoklesler birer marka mıydı? Daha yakınlara gelelim. Konfiçyus, İskender, Alpaslan, İbni Sina, Mevlana, Yunus Emre, Yıldırım Bayezit, Fatih Sultan Mehmet, de Gaulle, Churchill, Nedim, Nasreddin Hoca, Gandhi, Bertrand Russel, Kennedy, Karl Marks, Lenin birer marka mıydı? Doğrusu şimdi bakıyorum da, vahşi kapitalizmi yaşayamamış eski toplumların yaşamlarını markasız ve tatsız tussuz geçirmiş olduklarını görünce üzülüyorum, içim sızlıyor. İşin acınacak yanı ise, saydığım ve sayamadığım pek çok ünlünün o yıllarda birer marka olduğunu anlayamadan göçüp gitmeleri. Yazık olmuş, zavallılar marka olduklarını kavrayamadan, kavrasalar bile kanıtlamaya fırsat bulamadan ünlü olarak kalıvermişler tarihin derinliklerinde. Oysa kendilerine bir marka değeri biçip de o dönemin yetkelerine adlarını kaydettirip köşeleri dönselerdi ya. Gerçekten yazık olmuş yazık... Dünya tarihinin zavallı ünlüleri...


Ne mutlu ki bugünün ünlüleri(!) tarihten büyük bir ders çıkarıp bu bağışlanamaz yanlıştan kendilerini bir güzel kurtarmışlar ve değerli birer marka olarak pazardaki tartışılmaz yerlerini alıvermişler. Onları kutlamamak ve alkışlamamak ne mümkün. Kimler mi diyorsunuz? Aklıma gelenleri şöyle sayıvereyim: Başta büyük sanatçı Hülya Avşar, peşinden gelenler İbrahim Tatlıses, Sezen Aksu, Gülben Ergen, Mehmet Ali Erbil, Cem Yılmaz, Yılmaz Erdoğan, Türkan Şoray, Okan Bayülgen, Banu Alkan, Ferdi Tayfur, Kadir İnanır, Seda Sayan, Kibariye, Necati Şaşmaz, Bülent Ersoy, Fatih Ürek... Adını anımsayamadığım binlerce değerli markamızdan peşin peşin özür diliyorum.

Canım binlerce olur mu diyor gibisiniz... Niçin olmasın, kimi marka uzmanlarımıza göre küçük olanları, bölgesel olanları, kategorik olanları, niş olanları, nihai tüketiciyle alış verişi olmayanları ve daha pek çok çeşitleri vardır. Ama onların, özellikle de yerel olanlarının küçüklükleri ve zavallılıkları kafanızdaki marka algısını tatmin etmekten uzaksa, onları da haddini aşmakla, yetersizlikle ve cahillikle işin dışına atarsınız olur biter. Peki de, Sezen Aksu’yu marka olarak gösteren ölçütler daha küçük ölçeklerde de olsa o garibanlar için de söz konusu değil mi? Örneğin Pazar, arz, talep, rekabet, ticari değer, farklılaşma vb.


Her neyse, bu tartışma biteceğe benzemez de ben neden durduk yerde yeniden burnumu soktum? Sayın Ali Saydam’ın geçen hafta Akşam Gazetesi’nde “521 YTL'yi veren herkes marka olamaz!” başlıklı bir yazısı çıktı. Tam da benim düşüncelerimle çakışan şeyler söylüyordu. Kanıma giren Ali Saydam’dır. Saydam'ın geçen hafta Akşam Gazetesi'nde yayımlanan yazısını olduğu gibi aktarıyorum:
521 YTL'yi veren herkes marka olamaz!


Yine şöhretle marka birbirine girmiş. Yine iki dilekçe verip, 'Ben markayım!' diyen herkesin marka olduğu algısını yaratmaya, başta gençler olmak üzere insanları ve iş dünyasını yanıltmaya yönelik habercilik... Dün büyük gazetelerimizden en azından üçünde iç içe verilmiş iki haber vardı. Biri bizdeki bireysel marka (!) durumu ile ilgili. Başlık şöyleydi: '521 YTL veren herkes marka olabilir!..' Diğeri, dünyadan çekip gittikten sonra hala isimleri üzerinden para kazanılan dünyaca ünlü starlarla ilgiliydi.

Gazete haberine göre marka tescili almış olanlar kimmiş? Hülya Avşar, Gülben Ergen, İbrahim Tatlıses, Özcan Deniz, Mahsun Kırmızıgül, Yılmaz Erdoğan, Kenan Doğulu, Cem Yılmaz, Mustafa Sandal... Şimdi bunlar marka ise ben de tramvayım... Aralarında Sezen Aksu yok. Marka olmaya en yakın namzet o da onun için herhalde...

Marka, kapitalizmin en sofistike, en karmaşık ürünüdür... Soyut bir değer yaratıp onu ticarete, paraya tahvil etme meselesidir. Yani ikinci haberdeki, öldükten sonra bile tedavülde kalmaya devam eden Elvis Presley, Marilyn Monroe, Kurt Cobain, John Lennon, Albert Einstein gibi markalarla kapitalist sistemin yapmayı başardığı ciddi bir 'iş' süreci...

'Türkiye'de şöhret var, marka yok!' diye iddia ederken, karşı çıktığım tam da bu başlıkların arkasında gizlenmiş olan ucuzcu anlayıştı. Düşünün bir kere. Yukarıda bizim isimlerden sizce hangisi -Allah gecinden versin- vefatından sonra da bir marka olarak kapitalist sistem içinde bir değer ifade edecektir?.. Şimdi sorun kendinize, iki dilekçe verip, 521 YTL harç yatırdın mı, marka olur musun?.. Ya da 'Ben markayım!' deyince...

İşin traji-komik yanı, sadece gazetelerimizin öyle yazmaması... Şöhretlerimizin de bu saçmalığa inanmaları... İnanınca gerçekten marka olmak için gerekli olan o karmaşık, yönetsel araçlara, kadrolara ihtiyaç duyulan ve strateji, yatırım gerektiren yolu akıllarından bile geçirmiyorlar. Onun için de bu ucuzculukla ne Türkiye markası gelişiyor, ne de Türkiye'den çıkma şansı olan marka adayları...

Haberdeki en komik öğe ise Türk Patent Enstitüsü Başkanı Yusuf Balcı'nın açıklaması. Balcı, Türkiye'nin bu yıl 70 bin başvuruyla Avrupa'nın ilk üçü arasında yer alacağını söylemiş. Sonra da eklemiş: 'Gelecek yıl Avrupa birincisi olmayı hedefliyoruz!' Sayın Başkana göre Avrupa'nın en çok marka çıkaran ülkesi olmamız an meselesi... Şaka gibi... Türkiye'nin uluslararası güçte markalarının bulunmadığı hususunda tüm uzmanların birleştiği bir dönemde bu haberlere gülmek mi, ağlamak mı lazım, bilemedim...

Bu arada, başlığa da taşıdığım gibi bir üzüntümü ve bir endişemi de dile getirmek istiyorum. Sahi gerçekten bizim bundan böyle hiç ünlümüz olmayacak mı? Her ünlenen birer marka olduğuna ve olacağına göre biz ulus olarak ünlüsüz mü kalacağız. Yani artık “Ünlü Türk Büyükleri” diye kitaplar, ansiklopediler yayımlayamayacak mıyız. Yazık yazık... Şu her geçen gün sayıları artan ünlü markalarımız biraz uluslararasına çıksalar da hiç olmazsa onlarla avunsak.

Pazar, Ekim 22, 2006

Paralı yatılı

Sahne I
Birkaç Elma Koçanı…



Kulağımın dibinden bir şey daha vınlayarak geçip karşıdaki kara tahtaya çarpıyor. Bu da bir elma koçanı… Arkadan yine kahkahalar yükseliyor. Başımı iyice öne eğip hedef küçültüyorum. Güven de öyle yapıyor. Ama buna karşın bir elma koçanı da Güven’in ensesinde patlıyor. Bu kez kahkahalar daha da yüksek… Korkudan arkaya bakamıyoruz. Ama bu koçan saldırısı biteceğe benzemiyor. Ve tam o anda bir koçan, bir koçan daha...

Niğde Lisesi’ndeki ilk haftam. Parasız yatılı sınavını kazanamadığım için, gırtlağına kadar borç içindeki babam, kırıp döküp beni Niğde Lisesi’ne paralı yatılı yazdırıyor. Çünkü Nevşehir’de henüz lise yok ve o beni mutlaka okutmak istiyor. Kendisi de yıllar önce aynı lisede okuduğu için hâlâ onu tanıyan öğretmenlerin de desteğini alarak, kontenjanın dolu olmasına karşın benim kaydımı yaptırıyor.

Okulun başlamasına karşın, yatılıların çoğu gelmediği için, mütalea saatlerinde hepimiz aynı sınıfta oluyoruz. Arka sıralarda oturanlar lisesinin kıdemlileri ve belalıları... Kısa sürede tanıdıklarım arasında asıl adı Atilla olan ama herkesin Suriyeli dediği tipsiz mi tipsiz biri, esmer, kısa boylu, dar alnı ve parmak kalınlığındaki siyah kaşlarının altında çivi gibi bakan siyah küçük gözleriyle Ankaralı Hasan, iki metreye yakın boyu, koyu kahverengi teni ve kıvır kıvır siyah saçlarıyla tam bir zenci kırması olan Borlu Kadı Burhanettin, Kumral, uzun boylu, renkli gözlü ve çocuk yüzlü, başkalarına hep alay eder gibi bakan Güneş Ecer ve en önemlisi de Baba lakaplı, zayıf mı zayıf, kıllı göğsündeki jilet yaralarını göstermek için gömleğinin birkaç düğmesini hep açık tutan, okuldakilerin en yaşlısı Yılmaz Beyri… Ve ötekiler…

Adanalı Güven Atuk’la birlikte en ön sıralardan birinde oturuyoruz. Arkadaki bıçkınlar bizi tıfıl gördükleri için, yedikleri elmaların koçanlarını atıp kafayı buluyorlar. İkimizin de içinde isyanla ağlamak arasında gidip gelen duygular birbirine karışıyor. Kırılan onurumuz çaresizliğin verdiği öfkeyle birleşince içimizdeki isyan bastırılamaz hal alıyor. Güven’le göz göze geliyoruz. Aynı şeyi düşündüğümüz bakışlarımızdan belli. Ama ben ondan önce davranıp, kararlı adımlarla sınıftan çıkıyorum ve nöbetçi öğretmenin odasına yöneliyorum.

Nöbetçi öğretmen Hasan Yeğin, gözlüklerinin üzerinden bakarak ne istediğimi soruyor. Ben de yarı ağlamaklı olanları anlatıyorum. Kimler olduğunu sorunca da bildiğim adların hepsini veriyorum. “Güneş de mi?” diye soruyor. Sonradan öğreniyorum ki, Güneş Ecer Lise Müdürü Mehmet Naci Ecer’in yeğeni, Hasan Yeğin’in de yakın akrabası.

Sınıfa döndüğümde arka sıralardan bir kahkaha daha kopuyor. Yüzlerine bakamadığım halde, hepsinin de beni çiğ çiğ yemek istercesine gözlerini üzerime diktiklerini hissediyorum. Biraz sonra gelen hademe, adını verdiklerimin hepsini Hasan Bey’in çağırdığını söylüyor. Sınıftan çıkarken sıktıkları yumruklarını gözlerime sokarcasına homurdanarak önümden geçiyorlar. Onlar çıkınca Borlu Özer Sun yanımıza geliyor.

Sen ne halt ettiğinin farkında mısın oğlum, bu okulda zor yaşarsın bundan sonra” diyor. Dizlerimin bağı çözülüyor, boğazım düğümleniyo, ağlamamak için kendimi zor tutuyorum. Babam, annem, anneannem, kız kardeşlerim ve Nevşehir’deki evimiz gözlerimin önünden geçiyor. Saniyenin onda biri, yirmide biri kadar onların şimdi ne yaptıklarını düşlemeye çalışıyorum. Boğazımdaki düğüm büyüyor. Özer Sun durumumu anlıyor, sırtımı sıvazlayıp,

Bir daha böyle şeyler yapma. Şikayet etmek çok kötü bir şeydir” diyor ve uzaklaşıyor. Bu arada arka sıralardan atılan lafların ve tehditlerin haddi hesabı yok.

Nöbetçi öğretmenin odasına gidenler kıpkırmızı yüzlerle sınıfa dönüyor. Gene önümüzden geçerken dişlerinin arasından küfür ettiklerini duyuyorum. Güven kulağıma yaklaşıp,

Boku yedik oğlum. Bunlar bizi yaşatmaz” diyor. Biraz sonra zil çalıyor ve mütalea saati bitiyor. Herkes kalkıp bizim önümüzde toplanıyor. Yılmaz Beyri en önlerinde. İster istemez biz de, sanki hiçbir şey olmamış gibi kalkıp sıradan çıkıyoruz, ama benim hâlâ bacaklarım titriyor. Yılmaz Beyri tam önümde... Şimdi jiletini çıkarıp yüzüme atacak diye beklerken bana bir şeyler söylüyor ya da soruyor ama anlayamıyorum. Başımı kaldırıp safça,

Anlamadım?” diyorum. Ne olduysa o anda oluyor. İki yanımdan iki el kollarımdan kavrayıp beni Yılmaz Beyri’nin önünden uzaklaştırıyor ve sınıfın köşesine götürüyor. Ne olduğunu anlayabilmiş değilim. Beni uzaklaştıranlar Ankaralı Hasan’la Suriyeli. Ankaralı Hasan gözlerini gözlerime çivi gibi dikip,

Ulan velet, sen kime kafa tuttuğunun farkında mısın, tükürse duvara yapışırsın” diyor. Bu arada hayal meyal birilerinin de Yılmaz Beyri’yi yatıştırmaya çalışarak sınıftan çıkardığını görüyorum. Büyük bir karmaşa içindeyim. Bir yandan korkum büyüdükçe büyüyor, bir yandan da, farkına varmadan Yılmaz Beyri’ye kafa tuttuğum için onurumu kurtarmanın verdiği açıklanamaz duygu yüreğimi kabartıyor. Ben değilsem bile herkes benim gerçekten kafa tuttuğumu sanıyor. Artık dövseler de gam yemem diye düşünüyorum. Birazdan Güven yanıma geliyor. Herkes gittikten sonra büzüldüğümüz yerden ayrılıp yatakhaneye çıkıyoruz ve sessizce yataklarımıza sığınıyoruz.

Sahne II
Bir Sanal Kahraman


Benim Yılmaz’a kafa tumam olayı ertesi gün okulda efsane gibi dolaşıyor. Yatılılar olayı gündüzlülere anlatıyor, onlar kız arkadaşlarına aktarıyor, derken okulun ünlüleri arasında yerimi alıveriyorum. Korkumdan süklüm püklüm dolaşmama karşın herkesin gözü benim üzerinde. Parmaklarıyla birbirlerine beni gösteriyorlar. Karmaşık duygular içindeyken, bahçede Yılmaz Beyri’nin bana yaklaştığını fark ediyorum. Ödüm kopuyor, bacaklarım titremeye başlıyor. O koluma girip,

Gel bakalım delikanlı, biraz konuşalım seninle” diyor. Herkesin gözünün bizim üzerimizde olmasından ve Yılmaz Beyri’nin sesindeki yumuşaklık ve sıcaklıktan cesaret alıp onunla taş binanın köşesine kadar yürüyorum. Zaten yapabileceğim başka bir şey de yok. Kolumu bırakıp, gözlerini gözlerime dikiyor,

Bak delikanlı, aldırma dün olanlara, seni gözüm tuttu... Hayatta hep böyle cesur olacaksın ve hiç kimseden, hatta dün yaptığın gibi benden de korkmayacaksın. Seni takdir ettim. Ama yaptığın hareket çok ayıptı. Sana tavsiyem, hayatta kimseyi şikayet etme, kendi meseleni kendin hallet. Anladın mı? Bundan sonra da bir sıkıntın olursa bana haber ver” diyor ve akşamın acısını çıkarırcasına, sert bir hareketle saçlarımı karıştırıp, hızla uzaklaşıyor. Herkesin gözü önünde geçen bu olay ünümü daha da artırıyor.

Aradan aylar geçiyor, bir gün kendimi Yılmaz Beyri’yle birlikte tiyatro dekoru hazırlarken buluyorum. Yetmişli yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Dairesi Başkanlığı’na getirilen Fransızca hocamız Ahmet Maruf Buzcugil’in üstlendiği bir görev var. Her yıl bir klasiği, profesyonel tiyatro düzeyinde ve tadında sahneliyor. Bu nedenle de Niğde Lisesi’nin ünü Bor’a, Adana’ya Konya’ya ve o dönemin ünlü okulları köy enstitülerine kadar yayılıyor. O yılki oyun Sophokles’in Elektra trajedisi. Fransızca hocamız benim resim yeteneğimle, önceki yılardan tanıdığı Yılmaz Beyri’nin elektrik bilgisi ve sahne konstrüksiyonundaki becerisini bir araya getiriyor ve Elektra’nın sahnelenmesinde en önemli görevi bize veriyor.

Yılmaz Beyri’yle dostluğumuz gün geçtikçe pekişiyor. Birkaç ay önce okulun tıfılları arasında yer alırken, birden büyüdüğümü ve bıçkınlarla dolaştığımı görüyorum. Tam bir abi kardeş yakınlığı yaşıyoruz. Ve bu yakınlık, hiç eksilmeden üç yıl sürüyor.

Bu arada Yılmaz Beyri’nin serüvenleri hiç eksilmiyor. Kendinden geçtiği zaman göğsüne jilet atıp kan revan içinde kalıyor, hocalara kafa tutup sustalılarla, tornavidalarla saldırıyor, Gündüzlülerden Utarit adında bir kıza aşık olan Orhan Kılcı adındaki arkadaşımız Niğdeliler’den dayak yeyince bir grupla, şimdilerde adını anımsayamadığım bir mahalleyi basıyor. Geceleri okuldan kaçıp gece yarısı körkütük dönüyor. Ve daha neler neler... Bu arada ben cesaret edemediğim için, liseli aşkım Tülin Tansel’e yazdığım mektubu da elleriyle götürüp veriyor.


Sahne III
Yılmaz Bekûr


Yıl 1956. Ankara’dayız. Sınavlarına bile giremediğim Güzel Sanatlar Akademisi ve Devlet Konservatuvarı düşlerim balon gibi sönmüş, babam beni üniversitede okutabilmek için Devlet Tiyatrosu’nda bir iş bulmuş ve Ankara’ya yerleşmişiz. Bir yıl önce Tercüman Gazetesi bir makale yazarlığı yarışması açmış. Ahmet Kabaklı ile Emin Galip Sandalcı birinciliği paylaşmışlar. Kabaklı ve Sandalcı Tercümanda, şimdinin köşe yazarları gibi günlük makale yazıyorlar. Ben de Emil Galip Sandalcı’yı okumak için her gün Tercüman alıyorum. Bir sabah gazetede tanıdık bir yüzle karşılaşıpirkiliyorum. Birinci sayfanın sağ üst köşesinde dört ya da beş sütunluk bir haber. Haberin üzerinde özensizce dekupe edilmiş bir insan başı. Gözleri hiç yabancı gelmiyor. Hemen resim altına bakıyorum, Yılmaz Bekûr yazıyor. Evet bu o, ama adı yanlış yazılmış diye düşünüp anında haberin başlığını okuyorum:

Para vermediği için eniştesini pencereden attı!” Kanım donuyor. Birkaç dakikalık şoktan sonra soğukkanlılıkla düşünüyorum ve içim burkularak kendi kendime, “olacağı buydu, su testisi su yolunda kırılır; Yılmaz bundan sonra hapishanelerde çürür gider” diyorum.

Lise yıllarım yeniden gözümün önüne geliyor, onunla Halkevi sahnesini hazırlamak için lisenin konuğu olarak Bor’da geçirdiğim üç günü saat saat anımsıyorum. Onun gerçek bir Kodin olduğunu, damarına basılmadığı zaman insanlara karşı ne kadar anlayışlı ve zarif davrandığını, haksızlığa, anlayışsızlığa ve baskıya maruz kaldığında da gözünün hiçbir şeyi görmediğini, ama yine de zararı karşısındakine değil kendine verdiğini düşünüyorum. Hey gidi Yılmaz Beyri hey, kendi yolunu kendin seçtin, hapiste de damarına basanlar olacak ve sen hiç güneş yüzü göremeyeceksin artık...


Sahne IV
Bir Garip Adem


Yetmişli yılların başı... Parasız günlerimdeyim. İş nedeniyle geldiğim İstanbul’dan trenle Ankara’ya döneceğim. Bilet almak için Sirkeci Garı’nın yüksek tavanlı tarihi salonunda bankoya yaklaşıyorum. Osmanlı’dan kalma, iyiden iyiye yıpranmış ve ihtiyarlamış ahşap bankoya yaklaşıyorum. Sakin bir gün ve uzun bankoda iki memur çalışıyor. Genç olanın önü kalabalık. Yaşlı memurun önündeki hanımın işi bitince yaklaşıp, Ankara için kuşetli bileti almak istediğimi söylüyorum. Ufak tefek, zayıf mı zayıf, kamburu çıkmış ihtiyar adam, siyah kollukların ucundaki kemikleri sayılan elleriyle yanındaki çelik dolaptan karton bir bileti alıp, sağ yanında duran demir presin altına koyuyor; titreyen eliyle presin kolunu tutup güçlükle aşağı bastırıyor. Üzerine fiyatı, gideceği yön ve katar numarası gibi bilgilerin preslendiği kartonu bana uzatırken göz göze geliyoruz. Bir an duraklıyorum. Ben bu adamı tanıyorum, ama kim?.. Zaman duruyor, belleğimdeki tüm göz resimleri hızla geçiyor önümden. Aman Allahım, bu o!.. Ama nasıl olur, bu ihtiyar biri. Elini biraz daha uzatıp, titreyen sesiyle,

Beyefendi, buyurun biletinizi” diyor. Ses de yabancı değil... Bilete uzanamıyorum. Titreyen bir sesle, çekine çekine,

Afedersiniz, adınız Yılmaz mı?” diye soruyorum. O, ferini tümüyle yitirmiş koyu yeşil mevceli göz bebeklerinde bir ışık parlayıp kayboluyor;

Evet efendim Yılmaz, neden sordunuz?” diyor. Onun gerçekten Yılmaz Beyri olduğunu öğrenince bir kez daha yıkılıyorum ve keşke hayır deseydi diye düşünüyorum. Sonra, suçlu suçlu,

Yılmaz Beyri?..” diyorum. Güçlükle doğrulup, bana daha dikkatle bakarken dudaklarından belli belirsiz “evet” sözcüğü dökülüyor. Silkinip, beni tanıyıp tanımadığını soruyorum. Gözlerini yüzümde gezdirdikten sonra,

Özür dilerim ama, çıkaramadım efendim...” diyor. Boğazımdaki düğümü aşmaya çalışarak,

Ben Şahin Tekgündüz...” deyip birkaç saniye bekliyorum. Anlamsız anlamsız yüzüme bakıyor. Tanıyamadığı için iyice mahcup...

Niğde Lisesi... Niğde Lisesi’nden Şahin Tekgündüz” diye tekrarlıyorum. Bir anda o ihtiyar adam, elektrik çarpmış gibi oluyor. Yüzü karışıyor, elindeki bileti bankoya düşürüyor, ne yapacağını şaşırmış durumda uzanıp ellerimi tutuyor ve gerçekten ağlamaklı bir sesle, birkaç kez üstüste “Şahin... Şahin... Şahin...” diyor. Aramızdaki ahşap banko olmasa anında sarmaş dolaş olacağız. Bir an toparlanıyor ve elimi bırakmadan bankodan içeri alıyor beni. Sarılıp öpüşüyoruz. Sonra kollarımdan tutarak, kendininkinin yanına çektiği bir sandalyeye oturtuyor. İlk hoşbeşten sonra çaylarımızı içerken daha ben sormadan anlatmaya başlıyor. Evlenmiş, iki yaşında bir oğlu olmuş. Babası eski demiryolcu olduğu için Sirkeci Garı’nda iş bulmuş. Çamlıca’da bir gecekonduda yaşıyorlarmış. Kıt kanaat geçiniyorlarmış, ama Allaha şükür, çok sevdiği karısının yakın akrabası olan İstanbul Belediye Başkanı onlara kol kanat geriyormuş.

Allah razı olsun, her hafta şoförüyle fileler dolusu yiyecek içecek gönderir. Arada bir kendisi de gelir. Yeğenini çok sever, ona hep oyuncaklar alır. Arada bir de makam arabasıyla bizi İstanbul’da dolaştırır. Onun sayesinde geçinip gidiyoruz Şahinciğim... Yoksa hayat çok zor çok...” diyor. Sonra karısından söz ediyor ve beş vakit namazını hiç eksik etmediğini, kendisinin de onun sayesinde tam bir mümin olduğunu anlatıyor. Dikkat ediyorum, geçmiş yıllara hiç gitmiyor. Acaba benim varlığımdan ve o günleri çağrıştırıyor olmamdan rahatsız mı, diye düşünüyorum ama, hiç öyle bir algı yaratmıyor.

Bir saate yakın kaldıktan sonra kalkıyorum. Biletin parasını almak istemiyor, zorla veriyorum. Beni Gar’ın kapısına kadar uğurluyor ve,

Eve de beklerim Şahinciğim, bir daha geldiğinde mutlaka...” diyor. Ona dönüp,

"Hey gidi Yılmaz Beyri hey, demek ki sen de istemeden, farkında olmadan kurusıkı kafa tutmuşsun önüne gelene" demek geliyor içimden... Karmakarışık ve garip duygular içinde sendeleyerek ayrılıyorum Gar’dan...

Cumartesi, Ekim 21, 2006

Asil Nadir imparatorluğunun son günlerinde


İngiliz Kraliyeti'nin Asil Nadir İmparatorluğu'nu batırmasına beş kala. Antalya'daki Sheraton Voyager otelinin görkemli açılış töreni hazırlıkları sırasında Antalya Liman'da yorgunluk kahvesi içiyoruz. Sol başta Nadir Grubu'nun halkla ilişkiler sorumlusu Nil Adula, yanında grubun halkla ilişkiler danışmanı Betûl Mardin, onun sağında Cemal Noyan'ın yardımcılarından adını anımsayamadığım biri, İmaj'ın sahibi Cemal Noyan ve ben. Tarih 13 Ocak 1990

Çarşamba, Ekim 18, 2006

Pazar, Ekim 15, 2006

Mahzenin diplerinden...

Bir gece yolculuğu

Uykuyla uyanıklık arası... Annemin sıcak nefesi. Gözlerim aralanıyor, karanlıkta zor seçebildiğim iki gözbebeği. Annemin gözbebekleri... Bulanık... Gözlerimi kırpıyorum, yine bulanık... Annem ağlıyor. Bulanık gözlerinden yaşlar akıyor. Uyandığımı görüyor, gülümsüyor... Gözbebeklerim annemin kocaman gözbebekleriyle bütünleşiyor, içimde kabaran korku eriyiveriyor. Kamyonun şoför mahallindeyiz. Karanlık. Kulaklarıma gürültü doluyor. Motor gürültüsü. Şânur’un, bu gürültü başlayınca korkup ağladığını anımsıyorum. Ama ben korkmuyorum. Karanlıkta fersiz ışıklar titriyor, değişiyor, parlıyor, sonra yeniden kayboluyor. Bir de hep sarsılıp zıplıyoruz. Annemin sıcacık göğsü... Saçlarımı okşuyor. Gözlerini silmiş ama hâlâ kıpkırmızı. Gülümsemeye çalışıyor. Soğuk burnumun ucunu üşütüyor. Bir korku dalgası daha kaplıyor içimi. Birden bilincim yerine geliyor, başımı kaldırıp çevreme bakıyorum. Yanımda babamı görüyorum, korkum hemen kayboluyor. Şânur babamın kucağında mışıl mışıl uyuyor. Sallana sallana, sarsıla sarsıla bir yere gidiyoruz. Ama nereye? Karanlıkta yağmur yağıyor. Önümdeki küçücük, buğulu camlardan hiçbir şey göremiyorum. Camların üzerinden yavaş yavaş sağa sola gidip gelen iki siyah çubuk var. Yağmur damlalarını siliyor. Silinen camlardan, yağmurun iplik gibi inişini bir görüyorum, bir kaybediyorum. Kocaman bir el kirli bir bezle camlardaki buğuyu siliyor, ama silemiyor. Yeniden korkuyorum... Ağlamak geliyor içimden, dudaklarım büzülüyor. Gözlerime babamın yanında oturan, şoförün kocaman elleri takılıyor. Elleri gibi kocaman ve siyah bir simiti tutmuş, titrek hareketlerle oynatıyor, sağa sola çeviriyor. Takılıp kalıyorum o görüntüye. Beni büyüleyen, o kocaman siyah simitin alt tarafındaki ondüleler. Adam kalın parmaklarını ondülelere uydurup simiti sağa sola çeviriyor, bazen de simit o kocaman parmaklar arasında kendiliğinden sarsılarak hareket ediyor. Başımı kaldırıp yüzünü görmeye çalışıyorum. Yüzü karanlıkta kapkara; gözleri boncuk gibi parlıyor. Annemin kollarında yeniden uyuyuncaya kadar bakıyorum ona. Beni görmesini istemediğim için gözlerimi yumuyorum. Uyandığımda karanlık gitmiş ama, hava hâlâ aydınlık değil. Yağmur devam ediyor. Oturduğumuz yerden iniyoruz. Yağmur üzerimize yağıyor. Annem başıma bir şey örtüyor, çevremi göremiyorum. Öfkeyle atıyorum üzerimden. Annem kızıyor. Şânur annemin kucağında. Kamyon yağmurun altında duruyor ama, hâlâ hırıltılar çıkararak sarsılıyor. Babam oradaki insanlarla bir şeyler konuşuyor. Sonra açılan kapıdan bir bahçeye giriyoruz. Başında yemeni örtülü yaşlı bir teyze karşılıyor bizi. Renkli camları olan bir evin kapasından giriyoruz. Kocaman bir ev, girdiğimiz oda tıpkı bizim evimizdeki gibi. Halı örtülü sedire oturuyoruz. Biraz sonra anneme benzeyen bir kadınla küçük bir kız da geliyor yanımıza. Anneme hep bir şeyler soruyorlar. Annem bir gülümsüyor. Bir ağlıyor. Biraz sonra yere bir örtü serilip bir honça konuluyor. Honçanın çevresine diz çöküp, bağdaş kurup oturuyoruz. Suyla yumuşatılmış ekmek, peynir, zeytin, tereyağ konuyor honçanın üzerine. Bir de sonradan adının büzeyden olduğunu öğrendiğim reçel gibi bir şey. Babam da geliyor dışardan. Sıcak süt dolduruluyor bardaklara. Şânur yaramazlık yapıp sütü içmiyor, annem ona kızıyor. Babam o yaşlı teyzeyle konuşuyor, anahtar, diyor. Biraz sonra bir amca gelip hoşgeldiniz diyor ve babama bir anahtar veriyor. Kocaman, kapkara demirden bir anahtar. Annem beni sedirin köşesine Şânur’un yanına yatırıp üzerimize bir ortü örtüyor. O kocaman anahtar sallanıyor gözlerimin önünde, yeniden uyuyuyorum.

Günaydın Bor!..

Bor’dayız... Niğde’nin en yakın ilçesi. Yıl 1942... Maliyede memur olan babam Nevşehir’den Bor’a atandığı için geldik buraya. Nevşehir’den, annemin, anneannemin, teyzelerimin ve komşuların göz yaşları içinde ayrıldık. Orada bıraktığımız anneannem ve iki teyzem, daha sonra gelecekler. Nevşehir’de, burada doğdun dedikleri evi çok iyi anımsıyorum. Yıllar sonra Nevşehir’e döndüğümüzde yine o evde yaşadım. Bir de dedemi ve ölümünü anımsıyorum. Çarşının içinde ve taştan yapılmış kalın duvarlı iki katlı bir evdi. Yaz geceleri evin toprak damında yatardık. Kışları ise buz gibi soğuk olan kilerden çömlek peyniri ve taneleri buruş buruş olmuş hevenk üzümleri çıkarır yerdik. Ailenin ilk çocuğu olduğum için beni çok severlerdi. Nedendir bilemem, kocaman gülleri olan bir entariyle çektirdikleri fotoğrafımı bana gösterip, “kim bu?” diye sorarlar, ben de hep “hayullah” derdim ve gülüşürlerdi. Kendimi, komşumuzun oğlu Hayrullah sanırdım.

Bor’a geldiğimizde henüz beş yaşımdayım, ama o yıllarda yaşadıklarımın pek çoğu pırıl pırıl durur belleğimde. Belki de acılarla dolu olduğu için... Günler geçtikçe ve aklım ermeye başladıkça bir savaş yaşandığını, kimi insanların bu savaşta, kimilerinin de savaşmasalar bile yokluktan ve açlıktan bulundukları yerde öldüğünü öğreniyorum.

Annem hep, “Bizi evimizden barkımızdan ettiler, nasıl yaşayacağız elin memleketinde” diye ağlayıp duruyor. Babam sabahları işe gidiyor, Şânur’la ben hep annemle kalıyoruz. Şânur benim küçük kardeşim. Adı Şahinur; ben Şahinur diyemiyorum, annem de babam da bana gülüyorlar. Onunla bir olup komşu çocuklarıyla oynuyoruz akşama kadar. İlk geldiğimizde evlerine gittiğimiz komşumuz çok zengin, çoğu zaman onların bahçesinde oynuyoruz. Münevver Teyze bizi sık sık çağırıp, üzerine tere yağı ve büzeyden sürülmüş mısır ekmekleri veriyor,

“Sokağa çıkmadan yeyin, başka çocuklar görmesin” diyor. Önceleri anlamıyorum, o çocuklar da istemesin diye böyle söylediğini düşünüyorum. Aklım erdikçe o çocukların hiç büzeyden yemediklerini öğreniyorum.

Babam akşamları eve geldiğinde çok öfkeli oluyor. Hep savaştan söz ediyor.

“Kıtlık var, insanlar açlıktan ölüyor, biz halimize şükredelim” diyor. Annem hep bulgur pilavıyla üzüm hoşafı pişiriyor. Bazen de erişte... Biz onları, gelirken Nevşehir’den getirdik. Yufka ekmek yiyoruz. Annem, kamyonda gelirken kırılıp ufalandığını söylediği yufka parçalarını eliyle su serpip ıslatıyor, sonra da bezlerin arasında bekletiyor. Öğleleri de o yufkaların içine Nevşehir’den getirdiğimiz çökelekleri koyup dürüm yapıyor. Dürümden sonra pestil ve tarhana veriyor bize. Şânur pestili hiç sevmiyor, ağzında ıslatıp ıslatıp atıyor. Annem de ona çok kızıyor. Annem bir de pestille tarhanayı alıp sokağa çıkmamıza kızıyor, Münevver Teyze gibi... Sokağa çıkarken, yalnız kuru üzüm koyuyor cebimize...

Babam bir akşam kıyma aldığını söylüyor anneme ve paketi veriyor. Annem de Nevşehir’den getirdiğimiz kuru patlıcanlarla dolma yapıyor bize. Bir tabak da benimle Münevver Teyzeler’e gönderiyor. Münevver Teyze de tabağa kaysı kurusuyla dut kurusu dolduruyor. Eve götürürken dutların birazını yiyorum. Annem anlamıyor. Anlasa bana çok kızacağını biliyorum.

Bakmıyor çeşmi siyah...

Bir süre sonra Münevver Teyzeler’in mahallesinden taşınıyoruz. Babam daha iyi bir ev bulduğunu söylüyor. Hükümet Konağı’na daha yakınmış. İki katlı o eve taşınıyoruz. Yeni evimiz Hükümet Meydanı’ndan girilen sokağın hemen başında. Karşısında iki katlı taş bir bina var. Sonradan Kütüphane olduğunu öğreniyorum. Yeni evimiz iki katlı. Önünde topraktan bir avlu var. Taş merdivenlerden ikinci kata çıkıyoruz. Orada da, biri arkada biri önde iki oda var.. Öndekinin pencereleri yola ve Halil Nuri Yurdakul Kitaplığı’na bakıyor. Biraz daha uzakta da Polis Karakolu görünüyor. İki katlı. İkinci katının önündeki toprak damda borulu bir gramofon var. Kalın sesli bir adam hep Anadolu Ajansı diye başlayıp, savaştan, Almanlar’dan, Fransızlar’dan, Hitler diye birinden, İsmet Paşa’dan söz ediyor. Ben hiçbir şey anlamıyorum ama, annemle teyzem duyunca çok korkuyorlar, Hitler denen adama beddua etmeye başlıyorlar. Daha sonra da ince sesli bir kadın, bakmıyor çeşmi siyah, diye şarkılar söylüyor. Annem onun Hamiyet Yüceses olduğunu söylüyor.

Öndeki odamızın duvarındaki küçük rafta radyo var. Adı Siera. Arada bir kuş cıvıltıları gelince adamın biri, “Şşşşşt Siera çalıyor!” diye kuşları azarlıyor. Ben de herkese “Şşşşşt Siera çalıyor” demeye başlıyorum. Annemler gülüp başımı okşuyorlar. Hayriye Teyzem'e hep radyodan nasıl sesler geldiğini soruyorum. O da içinde parmak adamlar olduğunu, onların konuştuğunu ve şarkı türkü söylediklerini anlatıyor. O parmak adamları görmek için kimse yokken sandalyeye çıkıp bakıyorum ama, radyo kutusunun her yeri kapalı, hiçbir şey göremiyorum.

Anneannem, hep mısır ekmeği yapıyor? Onun tepsiye koyduğu mısır hamurunu Samiye Teyzem'le birlikte çarşıdaki fırına götürüyoruz. O benim küçük teyzem. Benden daha büyük ama, onunla hep oyun oynuyoruz. Bir gün fırında ekmeğimizin pişmesini beklerken o elimden tutup beni başka sokaklara doğru götürüyor. Bir kalabalık var. Onların arasına zorla giriyoruz. Duvarları yıkık kerpiç bir evin içi görünüyor. Tavanda boynundan asılı bir adam sallanıyor. Evin önünde yere oturmuş bir kadınla iki çocuk ağlaşıp duruyor. İçim bulanıyor. Teyzem, “yazık, kendini asmış” diyor. Sonra polislerle jandarma dedikleri askerler gelip herkesi kovalıyor. Korkarak kaçıp fırına geliyoruz. Fırının önünde hep fakir adamlar, kadınlar, çocuklar var. Önceleri onlardan korkuyorum ama, bir şey yapmıyorlar. Hep yüzümüze bakarak orada öyle duruyorlar. Bazı amcalar teyzeler fırından çıkınca onlara ekmek veriyor. Biz, kabarıp tepsiden taşan mısır ekmeğini, üstünü örten bezin uçlarıyla tutup elimiz yana yana eve getiriyoruz. Onlar arkamızdan hep bakıyorlar. Eve gelince anneannem mısır ekmeğini dilim dilim kesiyor, önce Şânur’a, sonra da teyzemle bana veriyor. İçi sapsarı göz göz olan mısır ekmeğini çok seviyorum ama, annem de, büyük teyzem de babam da sevmediklerini söylüyorlar. Annem içini çekip,

“Davut Ağa’nın somunu olmalıydı şimdi” diyor. Davut Ağa’yı biliyorum. Nevşehir’de fırını var. Dedem bana, mühürünü basıp yuvarlak yuvarlak kestiği kartonları verir,

Hadi bu bilatlarla (bilet) Davut’tan ramazan pidesi al bakalım benim aslan torunum” derdi. Davut Ağa, sıcacık pideleri kollarımın üzerine koyardı. Fırının karşısındaki evimize gelirken dedem pencereden beni izlerdi. Eve gelince beni kucaklar,

Torunum bana pide aldı” diye yanaklarımdan üstüste öperdi. Dedem öldü.

Babam her sabah işe gidiyor. Bazen de birkaç gün eve gelmiyor. Sonra bir gün beni de ata bindirip yanında köylere götürüyor. Âşar Memuru diyorlar ona. Köylüler ondan kaçıyor. Babamın tabancası var, ama hep benden saklıyor. Kimi köylüler de beni harman yerine götürüp düvene bindiriyorlar. Çok seviyorum düvene binmeyi. Önümdeki öküz ağır ağır yürürken, düven sapsarı ekinlerin üzerinden hışırtılar çıkararak kayıyor. Önce boynum, sırtım, sonra her yerim kaşınıyor. Akşam kilise dedikleri bir yerde yatıyoruz. Kaşınmaktan hiç uyuyamıyorum. Nakşiye Öğretmen diye birisi de Âşar memuru... O da bizimle kilisede yatıyor. Ertesi gün ben hastalanıyorum. Hemen Bor’a dönüyoruz.

Kör Kemancı

Ateşler içinde yatıyorum. Anneannem geceleri hep dualar okuyup yüzüme üflüyor. Serin serin üflemesinden hoşlanıyorum. Bir de keman sesinden. Geceleri sürekli keman sesi geliyor yanımızdaki evden, ama gündüzleri kesiliyor. Annemler hep konuşuyor. Adam çok zenginmiş eskiden. Kaza geçirip kör olunca fakirleşip doğduğu yere Bor’a gelmiş. Yalnız yaşıyormuş. Kör olduğu için çok iyi keman çalıyormuş. Anneme niçin kör olduğu için iyi keman çaldığını soruyorum. Kör olanların parmaklarıyla gördüğünü ama, bizim gördüklerimizi göremediklerini söylüyor annem. O adam bazen bir elinde keman kutusu bir elinde baston Evrenlerin evine gidiyor. Evren benim arkadaşım. Babası albay... Evren Kemancı’nın çoğu akşam evlerinde keman çaldığını, onu çok sevdiklerini, babasının ona zorla para verdiğini söylüyor. Sonra Evrenler Bor’dan başka yere gidiyorlar. Çok üzülüyorum. Bir gün Şânur’la sokaktan eve döndüğümde annemin de teyzemin de çok ağladığını görüyorum. Annem, Kör Kemancı’nın açlıktan kendini astığını, evinde ölü bulunduğunu söylüyor. Sonra hıçkırarak,

“Albaylar ona yiyecek içecek veriyordu. Onlar gidince adamcağız sahipsiz kalıp açlıktan öldü. Biz niye hiçbir şey yapamadık” diyor. Sonra bir daha hiç keman sesi gelmiyor geceleri. Akşam babam geldiğinde annem hâlâ ağlıyor. Babam da çok üzülüyor. Annemin ağlaması devam edince ona kızıyor,

“Hanım, sen ne diyorsun?.. Ağlamayı kes de haline şükret... Bugün iki kişi daha kendini asmış açlıktan. Birisinin üç tane de çocuğu varmış...” diyor. Anneannem ellerini iki yana açıp dualar okuyor. Babam radyoyu açıp ajans haberlerini dinliyor. Radyodaki adam, Almanlar Majino hattına dayandı, diyor. Ne olduğunu bilmiyorum ama, Majino sözcüğü çok hoşuma gidiyor. Ertesi gün önüme gelene majino majino demeye başlıyorum.

Annem kızıyor, Hükümet Konağı’na babamın yanına gönderiyor. Akşam babamla çıkıyoruz. Babamın elinde bir paket var. Bizim sokağa girmeden önce, teyzemle birlikte, karneyle somun, şeker, un almaya gittiğimiz bakkalın yanında Kasap Cemal’in dükkânı var. Oraya gidiyoruz. Çengellerde kırmızı kırmızı etler asılı. İlk kez bu kadar eti bir arada görüyorum. Kasap Cemal şişman, göbekli, kıpkırmızı yüzlü, siyah kalın kaşları ve kocaman bıyıkları olan birisi. Ceketi göbeğini örtemiyor, içinde yeleği var. Yeleğinin cebinden de köstekli saatinin sapsarı zinciri sarkıyor. Babam onun altın olduğunu söylüyor. Kasap Cemal, ellerinin baş parmaklarıyla işaret parmakları yeleğininin ceplerinde, göbeği önde babama doğru yaklaşıyor.

“Ooo Mustabey hoş geldin. Uğramıyordun epeydir. Maşallah maşallah mahdum da yanında” diyor ve çiğ et kokan tombul parmaklarıyla yanaklarımı okşuyor. Biraz kıyma alıp çıkıyoruz. Eve geldiğimizde babam elindeki paketleri anneme veriyor,

“Bak hanım, bu Sümerbank kumaşı, vesikayla verdiler. Paramız olunca Kasap Cemalinki gibi yelekli bir elbise diktireceğim. Bu da kıyma, yarın börek yap da karnımız bir güzel doysun, bıktım mısır ekmeğiyle bulgur pilavından” diyor. Sonra da eliyle şişirdiği göbeğine şaplaklar vurarak anneanneme dönüyor,

“Validanım, bir gün Kasap Cemalinki gibi göbeğim olacak benim de, yakışır değil mi?” diyor. O zaman, babamın dükkândayken Kasap Cemal’e nasıl imrenerek baktığı gözlerimin önüne geliyor. Anneannem,

“Allah can sağlığı versin yavrum, her şeyin başı sağlık” diyor. Babamın iki tane altın dişi var. Yalnız gülerken görünüyor. Nevşehir’de ona herkesin Altındiş Mustabey dediğini anımsıyorum. Babam öyle demelerinden çok hoşlanıyor. Bir de yürürken ayakkabılarının gırç gırç diye gıcırdamasından... Zaten babam evde hep ayakkabılarını gıcırdatarak yürüyor. Ben de onun gibi yapmak istiyorum, benim ayakkabılarım gıcırdamıyor.

Günler geçiyor. Annemle teyzem hep roman okuyup okuyup ağlıyorlar. Bazen öyle çok ağlıyorlar ki, başlarının ağrıdığını söylüyorlar. Gözleri kıpkırmızı oluyor. Alınlarına ıslak tülbentler, yemeniler bağlıyorlar. Beni hep evimizin karşısındaki kütüphanenin müdürü Ragıp Bey’e gönderiyorlar. O da benim geri getirdiğim kitapları alıp yenilerini veriyor. Okuma yazma bilmiyorum ama, kitapların adını da kimlerin yazdığını da ezberliyorum. Annemlerin en sevdiği, Kerime Nadir’in Hıçkırık romanı. Muazzez Tahsin, Esat Mahmut, Peride Celal, Halide Edip, Reşat Nuri, Halit Ziya aklımda kalan adlar.

Yazın babam Nakşiye öğretmenlerle birlikte, Kemerhisar diye bir köyde bahçe kiralıyor. Nakşiye öğretmenle annesi Zehra Teyze ve kardeşi Şadan Abla bizim yanımızdaki evde kalıyorlar. Babam atına binip köylere gidiyor, biz onlarla birlikte kalıyoruz. Nakşiye öğretmen de köylere gidiyor. Ama o ata binmeyi bilmiyor. At arabasıyla, bazen de eşekle gidiyor. Babamların dönmesini bekliyoruz. Onlar gelince gene savaştan, kıtlıktan, açlıktan, insanların kendilerini astığından söz ediyorlar. İsmet Paşa’yı çok seviyorlar. Babam hep “Paşa olmasa biz de çoktan harbe girmiştik. Şimdi kıtlıktan kırılıyoruz, o zaman bir de harpten kırılırdık” diyor. İsmet Paşa’yı çok merak ediyorum. Köyde elektrik yok, radyomuz da yok. Hep sokakta çember çeviriyoruz. Zerdali çekirdekleriyle oyun oynuyoruz. Çekirdek oyununda teyzem beni hep yeniyor ama, çemberi ben ondan daha iyi çeviriyorum. Şânur’u oynatmadığımız için ağlaya ağlaya eve gidip anneme şikâyet ediyor bizi.

Önce ben, sonra da Şânur sıtma oluyoruz. Bir de gözlerimiz hastalanıyor. Gözlerimizi hiç açamıyoruz. Annem, “bunlar hep pislikten, bu derenin pis suyundan” diyor. Geceleri de Şânur’la benim başucumda hiç uyumadan oturup, sinekleri kovuyor üzerimizden. Bir gece annem başucumuzda beklerken gürültüler oluyor. Birileri bağırıyor. Annem, teyzemler, anneannem dışarı fırlıyorlar. Çok korkup ağlıyorum. Gürültüden korkup Şânur da ağlıyor. Biraz sonra babam soluk soluğa içeri giriyor. Gözlerimi açamadığım için onu göremiyorum. Daha çok ağlıyorum. Zehra Teyzeler de geliyor. Babam, jandarmayla köylüler arasında kavga çıktığını, köylüleri koruduğu için jandarmaların kendisini de kovaladığını söylüyor. Sonra, “çocuklar iyileşsin de hemen dönelim, ben âşarcı olmak istemiyorum artık” diyor.

Bor’a dönünce Kütüphane Müdürü Ragıp Bey’in kızı Nimet’in öldüğünü öğreniyoruz. Ragıp Bey bize geliyor. Hep ağlıyor. Eczacının yanlışlıkla, ona ilaç yerine Striknin diye bir zehir hapı verdiğini, kızının gözlerinin önünde kıvrana kıvrana öldüğünü anlatıyor. Artık polislerin damından Hamiyet Yüceses’in şarkıları gelmiyor. Yalnız harple ilgili Anadolu Ajansı haberlerini açıyorlar. Annemlar bir süre Ragıp Bey’den kitap istemiyorlar. Bu defa da karşılıklı geçip hep örgü örüyorlar. Radyodan hep alafranga müzik çalıyor. Bazan da şarkılar...

Babam âşar memurluğunu bıraktığı için kaymakamın kendisine kızdığını söylüyor, “tayinimi istedim” diyor. Annem Nevşehir’e gitmemizi istiyor, babam da Niğde’ye... Artık Bor’u hiç sevmiyoruz. Teyzelerimle anneannem bağbozumu için Nevşehir’e gidiyorlar. Annem beni yine Ragıp Bey’den roman istemeye gönderiyor. Ragıp Bey küçülmüş saçları da bembeyaz olmuş. Anneme söylüyorum, "kolay mı, evladını kaybetti” diyor, gözlerinden yaşlar damlıyor.

Okullar açılıyor. Annem Sümerbank’tan krizet alıp bana önlük dikiyor. Bir de Şânur’la birlikte rugan akayabbılar alıyor. Lacivert kısa pantolon, siyah rugan ayakkabılar, beyaz kısa çoraplar, krizet önlük ve beyaz yaka ile aynada kendimi çok beğeniyorum. Cumhuriyet ilkokuluna kaydım yapılıyor. Okulu çok seviyorum. Esin diye bir kız arkadaşım var onu da çok seviyorum. Ama iki ay sonra babamın Niğde’ye tayini çıkıyor ve Esin’den ayrılmak zorunda kalıyorum.

Cuma, Ekim 06, 2006




Pazarlama Blogları Karnavalı'nın ev sahipliği bu hafta bana verildi. On bir haftadır süren bu etkinlik, birbirinden değerli görüşlerin bir araya gelmesini sağlıyor ve pazarlama konusunda önemli bir kaynak oluşturuyor.

Daha önceki karnavallara, gönderilen yazıların sunumlarını ev sahibi kendi algıladığı gibi yapıyordu. Ortaya bir algı sorunu çıktığında söylenmek istenenin değil, algılananın sunulması kaçınılmaz oluyor. Bu kez ben bir değişiklik yaptım ve yazı gönderen dostların sunumlarını da kendilerinin yazmasına olanak sağladım. Yani, ev sahipliği ötesinde hiç kimsenin işine burnumu sokmadım ve umarım iyi bir iş yaptım.

Yazılarıyla XII. Pazarlama Blogları Karnavalı'na katılan dostlarımı şimdiden kutluyorum.

İŞTE BU HAFTANIN KARNAVAL YAZILARI:

Arzu Cihangir Pazar-lamaca'da kadınlardan bahsediyor.

***
Madem öyle!
Madem her şey serbest, ben de böyle bir yaklaşım geliştirdim. Bu arada Arzucuğum, hiç bu beyefendinin sağ yanını boş bırakmıyorsun. Yine ilk sırayı kapmışsın. [ OKUMAK İSTEYEN RESME TIKLAYABİLİR! ]


***
Ben de hemen A. Selim Tuncer'in arkasına ekleyeyim yazımı, zira konu onun yazısından esinlenerek ortaya çıktı.

Tom Peters, başarılı bir stratejinin bir planlama sürecinin sonucu olduğunu ortaya koyabilen ilk pazarlamacıya 100 dolar vereceğini söylemiş bir zamanlar. Ancak bu parayı hiç ödememiş. Ben de bu hafta soruyorum sizlere; “Stratejik pazarlama planları gerçekten işe yarar mı?” diye. Hadi bakalım, buyurun... Zeynep Özata - Blogistan

***

Bir ufo, Loch Ness gölü canavarı ve bir hayalet.

Sakın korkmayın, resme tıklayın!

***

Bu hafta PazarOla! için hazırladığım yazı, Şahin Beyin şanına yakışır, özgürlüğü ve güveni içeren uygulamasıyla biraz ilintili olunca dayanamadım.
Yüzlerdeki maskeler oldum olası canımı sıkar. Aldatma niyeti sezdiğimde iyice gerilirim. Sahte yakınlıklar, endirekt hareketlerden rahatsız olurum.
"Bakanı da aldatmışlar" haberi ile geçenlerde karşılaştığım bir araştırma ve yaşadığım bir olay birleşince "Dürüstlük de Pazarlanmak İster" başlıklı yazı ortaya çıktı.
Şahin Beyi bu şeffaf, doğal, yorumsuz ve maskesiz uygulaması için özellikle kutluyorum.
İsmail Kaya, PazaOla!

***

Pazarlama Karnavalı'na getirdiğin yenilikçi yaklaşımdan dolayı tebrikler Şahin Ağbi. Bu uygulama ile blog dünyasında "güven" duymanın sınırlarını genişlettin.

Fikir Atölyesi'nden karnavala gelen yazı; yeni fikir, icat etmek, yaratıcılık, kopya çekmek ve esinlenmek gibi kavramları sorguladığım "Sahtekar Olmayan Taklitlere Razı Olmak."

Tunç Kılınç.

***
Merhaba.
Ya aslında garip bir duygu içindeyim şu anda:) . Sanki Şahin Bey bana evinin anahtarını vermiş, (ki kendisi beni tanımıyor bile) ben de eve girmişim ve içerde bana ait eşyaları eve yerleştiriyormuşum gibi hissediyorum. Kaygı verici bir durum aslında. Aslında daha önce yaşamadığım bir deneyim bu. Başkasının bloguna gir ve posta yazıp çık. :)
Deneyim demişken, farklı kaynaklardan derlediğim "21 Güncel Strateji" başlıklı yazıda deneyim yaratmanın özellikle öneminden bahsediliyor. Beklerim...
Sevgiler isbn barış
***

Benden de Bir Merhaba,
Kendimi geç kalmışım gibi hissediyordum; kalmamışım. Şahin Bey'in şifreyi tüm e-mail grubuna yollamasını ve bize duyduğu güveni bu sayede göstermesini takdir ettim : )

Bu hafta karnavala "
Rock-İçecek-Festival; Bir Bermuda Üçgeni" başlıklı yazımla katılıyorum. Neden derseniz, Rock'n Coke festivalini pazarlama başarısı olarak görmediğimi bir kez daha vurgulamak istedim. Hatta içimden bir ses diyor ki Sergio Zyman da bana katılabilirdi bu konuda ("bak sen bu alçakgönüllü duruşa diyenler" arkadaşların Bildiğimiz Reklamcılığın Sonu isimli kitabın sponsorluklar bölümünü okumalarını tavsiye ediyorum).
Size keyifli okumalar (diyorum ki ben yazarken çok keyif aldım, umarım siz de okurken çok keyif alırsınız :) )

Gaye

***
Ben de (Alemşah Öztürk) araya gireyim o zaman ( zira sona yazamadım bir türlü ) :

Antifit'ten merhabalar ve bu haftaki konumuz : MTV sizin işlerinizi yayınlıyor!

MTV Flux, MTV’nin Ingiltere’de sürdürdüğü bir proje. Kullanıcılara ses, görüntü ve görsel malzemeler vererek kendi tasarımlarını, animasyonlarını, motion grafik’lerini yapmalarını ve göndermelerini istiyorlar. Gönderilenlerden başarılı bulunanlar hem ödüller kazanıyor, hem de MTV’de yayınlanıyor. Güzel bir teklif, site de başarılı, marketing olarak da “kullanıcı odaklı içerik” konusunun iyi örneklerinden birisi olacak diye düşünüyorum.

Link : MTV Flux

***


Bazı konular vardır. Tartışmaya açıktır. Bir web sitesinin görünümünün güzel olup olmadığı gibi. Bazıları beğenir. Bazıları beğenmez. Sana göre çok donuk renkleri var. Bana göre sade ve ciddi. Sen fontları çok klasik bulursun. Ben ise olması gerektiği gibi.

Bir web sitesinde neyin doğru neyin yanlış olduğunu her zaman keskin çizgilerle söylememiz mümkün değil.
Fakat tartışmaya gerek duyulmayacak bir şey vardır. Ki o’da “Bir web sitesinin navigasyonun yani site menüsünün kullanışlı olması gerektiği”.

Web sitenizin menüsü karışık ve kullanışsızsa ziyaretçiniz sitede kaybolma riskiyle karşı karşıyadır.

Nuran Yıldız’ın Sabah gazetesinde Yapı Kredi’nin yeni logosu ile ilgili yazdığı yazının başlığından esinlenerek bende bu başlığı attım yazıma.
Yapı Kredi’den “kaybolmayan site menüsü” istiyoruz!

Murat Buyurgan - İnteraktif Yaklaşım
>>>>>>>>>>> Alper Akcan MarketingMa <<<<<<<<<<<<<<<
Sahin abi, ben de kaptım yazımı geldim karnavala. Son dakika oldu gerçi ama, güç olmadı. Zamanında bir yazı yazmıştım girişimcilikle ilgili. "Girişimcilerin başarılı olması için sahip olmaları gereken ilk5 davranış" başlığını taşıyan yazımı getirdim yanımda. Hem de İlk5 blogunu da taşımış olurum bu vesile ile ortama.
>>>>>>>>>>>>>>>>Sevgiler<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<< *** Karnavalı bu hafta ben kapatıyorum.
Doymadıysan makarna da var!
Hokus Fokus - Volkan Vardareli


***

Sevgili dostlar,

Hepinize sonsuz teflekkürler.

fiahin Tekgündüz