Pazar, Aralık 17, 2017

HAYATA GÖZ AÇTIĞIM YILLAR



            Çocukluk yıllarıma dönüyorum. Dört-beş yaşlarındayım... Evimiz, Nevşehir’in merkezindeki Damat İbrahim Paşa tarafından yaptırılan Kurşunlu Cami’nin yanındaki bir yokuşun hemen başında. Ama nedense ben daha çok dedemle anneannemin çarşı içindeki evinde kalıyorum... İlk torunu olduğum için dedemin bensiz edemediği, babamlarda kaldığım zaman mutsuz olduğu, hattâ ağladığı bile söyleniyor. Dedemin evi Nevşehir’in merkezinde, koca koca siyah granit taşlarla yapılmış kalın duvarlı, iki katlı bir ev... Zorla ve gıcırdayarak açılıp kapanan, ağır mı ağır ahşap sokak kapısından girilen toprak bir zemin... Hemen sağında, birkaç basamakla çıkılan âdetâ hiç yontulmamış granit taşlarla yapılmış küçük bir helâ... Solda yine birkaç basamakla inilen, toprağa gömülü ve toprak zeminli, buz gibi soğuk bir kiler... En sevdiğim yer de orası... Bir köşesinde hevenk denilen, tavana asılı dikenli çalılarda salkım salkım üzümler, hemen yanındaki tahta ve telis kaplarda üzüm pestili ve tarhanaları, tahta bir kapta tokmakla saatlerce dövülerek koyultulmuş krem rengi çalma pekmez, üzüm, dut, erik, kayısı kuruları ve ceviz içleri... Girişin hemen solunda ise tahta bir honçaya (O yıllarda daire şeklinde ve kısa ayaklı tahta bir sofra gereci idi ve çevresinde minderlere oturulup yemek yenirdi) üst üste yığılmış daire şeklindeki yufka ekmekler... En sevdiğim yerdi kiler ama oraya anneannem elimden tutmadan giremezdim. Giremezdim ama, ayak bileklerime kadar inen koyu kahverengi entarimin cepleri de o yemişlerle tıka basa dolmadan çıkamazdım.

Toprak zeminli girişin sonundaki taş merdivenlerden üs kata çıkılırdı. Bu katta ise yan yana, tahta zeminli, demir parmaklıklı pencerelerinden sızan ışıkla loş iki oda ile onların arkasında taşlık dediğimiz üstü açık bir yer vardı. Yaz aylarının sıcak gecelerinde oraya serilen yataklarda yatardık; uykuya varıncaya kadar da gökyüzündeki binlerce yıldızı seyreder, masal anlatmadığı geceler, cevabı zor sorularla yanımda yatan teyzemi bıktırırdım.

Babam tipik bir küçük memurdu. Nevşehir’in Uçhisar köyünde doğmuş, babasını, pek çok yaşdaşı gibi daha tanıma fırsatı bulamadan Çanakkale Savaşı’nda yitirmiş, köy ortamında ve toz toprak içinde büyümüş, ancak annesi, yani babaannem o döneme göre kentli sayılabilecek üvey dedem Arif Şahin’le evlenince, ortaokula kadar okuma olanağı bulmuş, daha sonra da Nevşehir vergi dairesinde hayata atılmış güzel bir küçük adamdı. Dedemin küçük kardeşi Arif Şahin hem üvey amcam, hem de üvey dedemdi. Ali dedem ise tıknaz, topluca, beyaz sakallı, sevimli bir ihtiyardı. Gümüşhacıköy’de, Çerkez göçmenlerinden anneannemle evlenmiş, bir süre sonra kardeşleriyle birlikte Nevşehir’e yerleşmiş ve küçük bir bakkal dükkânıyla dördü kızı olan altı kişilik aileyi geçindirmeye çalışmış. O küçük bakkal dükkânından sağladığı üç beş kuruşla hem dört kızını ortaokulu bitirinceye kadar okutabilmiş hem de Karayazı ve Kâtip Deresi denilen bağlık bölgelerde iki küçük üzüm bağının sahibi olmuş. Annem ve teyzelerim onun dindar, eliaçık, mûnis, yardımsever birisi olduğunu, o nedenle de ticareti bir türlü beceremeyip bakkal dükkânını kapatmak zorunda kaldığını anlatırlardı. Dükkânı kapatmasına neden olan olay da çok ilginçti. O günlerde en gözde yakıt bir petrol türevi olan gazyağıdır ve genellikle bakkal dükkânlarındaki musluklu küçük varillerden litre ile satılır. Dedem hem gazyağına hem de öbür ihtiyaç maddelerine fiyat belirlemez, dükkâna girenin avucunda kaç parası varsa o kadara satarmış ve bu avuçtaki paralar da her geçen gün azalırmış. Bir sabah dükkânın kapısını açtığında ne görsün, ortalık soluk almasını önleyecek kadar gazyağı kokmaktadır. Toprak zemin de gazyağı ile çamurlaşmıştır. Şaşkınlığı çok sürmez; fark eder ki, bir gün önce dükkândan çıkarken paltosunun eteği takılan musluk açılmış ve varildeki gazyağı dibine kadar toprak zemine akmıştır. İşte o gün, biraz da evdekilerin baskısıyla dükkânı kapatmaya karar vermiş ve evine çekilerek üç beş kuruşluk mütekait (emekli) maaşıyla yaşamaya başlamış. O günlerde vergi dairesinde memur olan babam da üç beş kuruşluk geliriyle hem evini geçindirir hem çekirdek aileye destek olmaya çalışırmış. Bir süre sonra da ilk torunu (yani ben) dünyaya gelmişim ve bu onun için hayattan zevk almanın yeni bir başlangıcı olmuş.

            Babamın üvey babası, yani Arif dedem daha önce öldüğü için onu, fotoğrafları dışında tanıma fırsatı bulamadım. 6X9’luk bir portresini hâlâ saklarım. Lacivert elbiseli, kelle kulak yerinde, kırpık kır bıyıklı, bembeyaz düz saçları özenle arkaya daranmış, âdetâ erken Cumhuriyet’in üst düzey bürokratların biri... Nasıl bir görevde bulunduğunu hatırlamıyorum, ama zaman içinde halalarımı, yengelerimi ve onların çocuklarını tanıyınca, sonradan burjuva dendiğini öğrendiğim tabakaya mensup olduğunu anlıyorum. Bir de albaylıktan mı yarbaylıktan mı emekli olunca üzüntüden öldüğünü öğrendiğim büyük amcam Osman Şahin varmış. Tevatüre göre öylesine yürekli ve gözüpek biriymiş ki, Kurtuluş Savaşı’nın en çetin çatışmalarının ortasında ve ateş çemberi içinde bile emirerine, çok sevdiği Kayseri mantısı pişirtip yemeden cepheye gitmezmiş. Okumuş yazmış ve zamanında büyük adam ve burjuva olmuş her iki amcamın torunları da Fransa’larda, İsviçre’lerde tahsil ederlerdi de annem içini çekerek anlatırdı. En yakından tanıdığım da Rıza amcamdı. Nevşehir’in kenar semtlerinden birinde yaşardı ailesiyle. Annemlerle arada bir ziyâretine giderdik. İşte o da Ali dedem gibi, burjuvalık payesine erişemeyip yolda kalmış biriydi. Nedense onu hiç ayakta ve yürürken gördüğümü anımsamıyorum. İri yapılı, kocaman göbekli, kemerli burunlu, kalın dudaklı, konuşurken küçük tükürük zerrecikleri saçan biriydi. Her gidişimizde bizleri köşesine oturduğu sedirin çevresine toplar, menkıbeler (dînî hikâyeler) anlatırdı ballandıra ballandıra... Hiç unutmam, yıllar sonra ilkokul beşinci sınıfta iken sulu zatülcemp diye bir hastalık geçirmiş zayıf düşmüştüm de, verem olduğum söylenmişti. O da iyileşmem ve güçlenmem için, sonradan kaplumbağa (o zaman tosbağa derdik) eti olduğunu öğrendiğim enfes bir et ziyafeti çekmişti bana. Sonradan öğrendiğimde beni kaplumbağa eti yedirerek aldattığı için Rıza amcama çok kırılmış ve bütün ısrarlara rağmen uzun süre onlara gitmemiştim. Herhalde kaplumbağa etinin vereme iyi geldiği gibi bir tevatür vardı o günlerde.

Dedem ve üç erkek kardeşinin Türkiye’ye Mısır’dan geldiği söylenirdi. Hattâ yıllarca Mısır’daki varlıklarından bizlere de miras kalacağı hayaliyle yaşadık, ama bütün bu tür beklentilerde olduğu gibi boş çıktı. Zaman içinde hep düşündüm, dört kardeşten küçük olan ikisi okumuş, biri yüksek bürokrat diğeri ise yüksek rütbeli subay olmuş, yaşlı olan iki kardeş ise câhil kalıp dine sığınmıştı. Babam ve annem, Ali dedemle Rıza amcamın kendilerini feda ederek o iki küçük kardeşlerini okuttuklarını anlatırlar, sonra da “Onlar zengin oldu, dedenle büyük amcan ise kendi yağlarında kavrularak yaşadılar, biz de böyle yoksul kaldık” derlerdi.

Ali dedemle dört yaşıma kadar birlikte yaşadım. O birkaç yıl belleğimde öylesine derin yer etmiş ki, kimi ayrıntıları bütün canlılığıyla hâlâ anımsarım. Beni kucağına alır küçücük elinin tombul parmakları arasındaki doksan dokuzluk tespihini benimle birlikte çekerdi. O fısır fısır, zor duyulur sesiyle okuduğu duaları bitirdiğinde ise ben de onun gözlerinin içine bakar, dua okuyor gibi dudaklarımı kırpıştırarak iki elimle yüzümü sıvazlardım. O günlerde veresiye alışveriş için, eski yazılı küçük pirinç bir mühür basılan küçük karton parçacıklar kullanırdı. Dedem mührünü, küçük kesesinden çıkarır, ıstampa denilen kutudaki mor mürekkepli keçede ıslattıktan sonra makasla yuvarlak yuvarlak kestiği kartonlara basar ve ‘bilat’ diye elime tutuşturarak, taze pide almam için caddenin karşısındaki Davut Ağa’nın fırınına yollardı. Ayak bileklerime kadar inen koyu kahverengi basma entarimle badi badi yürüyerek gittiğim fırından, bir bohçaya sarılarak kollarımın üzerine uzatılan sıcak pidelerle eve dönerken de pencereden hayranlıkla seyrederdi beni. Elimden tutup Kurşunlu Cami’ye götürüşünü, orada hayranlıkla seyrettiğim, ama sonraki yıllarda yeniden karşılaştığımda gözüme çok küçük ve sıradan göründüğü için düşkırıklığına uğradığım şadırvanda suyla oynamamı hayal meyal anımsıyorum. Onun öldüğü gün evimizde anneannemin, annemin, teyzelerimin ve komşu kadınların dizlerine vura vura ağlamalarını ve dedemin yan odadaki ölüsüne bakmamı engellemek için beni evden nasıl uzaklaştırışlarını tamı tamına yeniden yaşıyor gibi olurum zaman zaman.

Daha sonra, dedemin göremediği sünnet düğünümde verilen, tepsi üzerinde badi badi yürüyen kurmalı ördeği, renkli renkli balonları, horoz şekerlerini ve yatağımın yanındaki taşlıkla davul zurna eşliğinde kadın gibi göbek atan erkek köçeği hiç unutamam. Babamın tâyini çıktığı için kıtlık yıllarının başlangıcında Niğde’nin Bor ilçesine taşınmamızı ve o yılların benliğimde açtığı derin izler de belleğimdeki yerini hep korur. Bu taşınma ve Bor’daki ilginç ve acı gözlemlerimle ilgili olarak 2006 yılında blog sitem için yazdığım ‘Mahzenin Diplerinden’ başlıklı anımı bundan sonraki bölüm olarak sunacağım.


Hiç yorum yok: