Çocukluk yıllarıma dönüyorum. Dört-beş
yaşlarındayım... Evimiz, Nevşehir’in merkezindeki Damat İbrahim Paşa tarafından
yaptırılan Kurşunlu Cami’nin yanındaki bir yokuşun hemen başında. Ama nedense
ben daha çok dedemle anneannemin çarşı içindeki evinde kalıyorum... İlk torunu
olduğum için dedemin bensiz edemediği, babamlarda kaldığım zaman mutsuz olduğu,
hattâ ağladığı bile söyleniyor. Dedemin evi Nevşehir’in merkezinde, koca koca
siyah granit taşlarla yapılmış kalın duvarlı, iki katlı bir ev... Zorla ve gıcırdayarak
açılıp kapanan, ağır mı ağır ahşap sokak kapısından girilen toprak bir zemin...
Hemen sağında, birkaç basamakla çıkılan âdetâ hiç yontulmamış granit taşlarla
yapılmış küçük bir helâ... Solda yine birkaç basamakla inilen, toprağa gömülü
ve toprak zeminli, buz gibi soğuk bir kiler... En sevdiğim yer de orası... Bir
köşesinde hevenk denilen, tavana asılı dikenli çalılarda salkım salkım üzümler,
hemen yanındaki tahta ve telis kaplarda üzüm pestili ve tarhanaları, tahta bir
kapta tokmakla saatlerce dövülerek koyultulmuş krem rengi çalma pekmez, üzüm, dut,
erik, kayısı kuruları ve ceviz içleri... Girişin hemen solunda ise tahta bir
honçaya (O yıllarda daire şeklinde ve kısa ayaklı tahta bir sofra gereci idi ve
çevresinde minderlere oturulup yemek yenirdi) üst üste yığılmış daire
şeklindeki yufka ekmekler... En sevdiğim yerdi kiler ama oraya anneannem
elimden tutmadan giremezdim. Giremezdim ama, ayak bileklerime kadar inen koyu
kahverengi entarimin cepleri de o yemişlerle tıka basa dolmadan çıkamazdım.
Toprak zeminli girişin sonundaki taş merdivenlerden üs kata çıkılırdı. Bu
katta ise yan yana, tahta zeminli, demir parmaklıklı pencerelerinden sızan
ışıkla loş iki oda ile onların arkasında taşlık dediğimiz üstü açık bir yer
vardı. Yaz aylarının sıcak gecelerinde oraya serilen yataklarda yatardık;
uykuya varıncaya kadar da gökyüzündeki binlerce yıldızı seyreder, masal
anlatmadığı geceler, cevabı zor sorularla yanımda yatan teyzemi bıktırırdım.
Babam tipik bir küçük memurdu. Nevşehir’in Uçhisar köyünde doğmuş,
babasını, pek çok yaşdaşı gibi daha tanıma fırsatı bulamadan Çanakkale Savaşı’nda
yitirmiş, köy ortamında ve toz toprak içinde büyümüş, ancak annesi, yani
babaannem o döneme göre kentli sayılabilecek üvey dedem Arif Şahin’le evlenince,
ortaokula kadar okuma olanağı bulmuş, daha sonra da Nevşehir vergi dairesinde
hayata atılmış güzel bir küçük adamdı. Dedemin küçük kardeşi Arif Şahin hem
üvey amcam, hem de üvey dedemdi. Ali dedem ise tıknaz, topluca, beyaz sakallı,
sevimli bir ihtiyardı. Gümüşhacıköy’de, Çerkez göçmenlerinden anneannemle
evlenmiş, bir süre sonra kardeşleriyle birlikte Nevşehir’e yerleşmiş ve küçük
bir bakkal dükkânıyla dördü kızı olan altı kişilik aileyi geçindirmeye
çalışmış. O küçük bakkal dükkânından sağladığı üç beş kuruşla hem dört kızını
ortaokulu bitirinceye kadar okutabilmiş hem de Karayazı ve Kâtip Deresi denilen
bağlık bölgelerde iki küçük üzüm bağının sahibi olmuş. Annem ve teyzelerim onun
dindar, eliaçık, mûnis, yardımsever birisi olduğunu, o nedenle de ticareti bir
türlü beceremeyip bakkal dükkânını kapatmak zorunda kaldığını anlatırlardı.
Dükkânı kapatmasına neden olan olay da çok ilginçti. O günlerde en gözde yakıt
bir petrol türevi olan gazyağıdır ve genellikle bakkal dükkânlarındaki musluklu
küçük varillerden litre ile satılır. Dedem hem gazyağına hem de öbür ihtiyaç
maddelerine fiyat belirlemez, dükkâna girenin avucunda kaç parası varsa o
kadara satarmış ve bu avuçtaki paralar da her geçen gün azalırmış. Bir sabah dükkânın
kapısını açtığında ne görsün, ortalık soluk almasını önleyecek kadar gazyağı
kokmaktadır. Toprak zemin de gazyağı ile çamurlaşmıştır. Şaşkınlığı çok sürmez;
fark eder ki, bir gün önce dükkândan çıkarken paltosunun eteği takılan musluk
açılmış ve varildeki gazyağı dibine kadar toprak zemine akmıştır. İşte o gün,
biraz da evdekilerin baskısıyla dükkânı kapatmaya karar vermiş ve evine
çekilerek üç beş kuruşluk mütekait (emekli) maaşıyla yaşamaya başlamış. O
günlerde vergi dairesinde memur olan babam da üç beş kuruşluk geliriyle hem
evini geçindirir hem çekirdek aileye destek olmaya çalışırmış. Bir süre sonra
da ilk torunu (yani ben) dünyaya gelmişim ve bu onun için hayattan zevk almanın
yeni bir başlangıcı olmuş.
Babamın üvey babası, yani Arif dedem
daha önce öldüğü için onu, fotoğrafları dışında tanıma fırsatı bulamadım.
6X9’luk bir portresini hâlâ saklarım. Lacivert elbiseli, kelle kulak yerinde,
kırpık kır bıyıklı, bembeyaz düz saçları özenle arkaya daranmış, âdetâ erken
Cumhuriyet’in üst düzey bürokratların biri... Nasıl bir görevde bulunduğunu hatırlamıyorum,
ama zaman içinde halalarımı, yengelerimi ve onların çocuklarını tanıyınca,
sonradan burjuva dendiğini öğrendiğim tabakaya mensup olduğunu anlıyorum. Bir
de albaylıktan mı yarbaylıktan mı emekli olunca üzüntüden öldüğünü öğrendiğim büyük
amcam Osman Şahin varmış. Tevatüre göre öylesine yürekli ve gözüpek biriymiş
ki, Kurtuluş Savaşı’nın en çetin çatışmalarının ortasında ve ateş çemberi
içinde bile emirerine, çok sevdiği Kayseri mantısı pişirtip yemeden cepheye gitmezmiş.
Okumuş yazmış ve zamanında büyük adam ve burjuva olmuş her iki amcamın
torunları da Fransa’larda, İsviçre’lerde tahsil ederlerdi de annem içini
çekerek anlatırdı. En yakından tanıdığım da Rıza amcamdı. Nevşehir’in kenar
semtlerinden birinde yaşardı ailesiyle. Annemlerle arada bir ziyâretine
giderdik. İşte o da Ali dedem gibi, burjuvalık payesine erişemeyip yolda kalmış
biriydi. Nedense onu hiç ayakta ve yürürken gördüğümü anımsamıyorum. İri
yapılı, kocaman göbekli, kemerli burunlu, kalın dudaklı, konuşurken küçük tükürük
zerrecikleri saçan biriydi. Her gidişimizde bizleri köşesine oturduğu sedirin
çevresine toplar, menkıbeler (dînî hikâyeler) anlatırdı ballandıra
ballandıra... Hiç unutmam, yıllar sonra ilkokul beşinci sınıfta iken sulu
zatülcemp diye bir hastalık geçirmiş zayıf düşmüştüm de, verem olduğum
söylenmişti. O da iyileşmem ve güçlenmem için, sonradan kaplumbağa (o zaman
tosbağa derdik) eti olduğunu öğrendiğim enfes bir et ziyafeti çekmişti bana.
Sonradan öğrendiğimde beni kaplumbağa eti yedirerek aldattığı için Rıza amcama
çok kırılmış ve bütün ısrarlara rağmen uzun süre onlara gitmemiştim. Herhalde
kaplumbağa etinin vereme iyi geldiği gibi bir tevatür vardı o günlerde.
Dedem ve üç erkek kardeşinin Türkiye’ye Mısır’dan geldiği söylenirdi.
Hattâ yıllarca Mısır’daki varlıklarından bizlere de miras kalacağı hayaliyle
yaşadık, ama bütün bu tür beklentilerde olduğu gibi boş çıktı. Zaman içinde hep
düşündüm, dört kardeşten küçük olan ikisi okumuş, biri yüksek bürokrat diğeri
ise yüksek rütbeli subay olmuş, yaşlı olan iki kardeş ise câhil kalıp dine
sığınmıştı. Babam ve annem, Ali dedemle Rıza amcamın kendilerini feda ederek o
iki küçük kardeşlerini okuttuklarını anlatırlar, sonra da “Onlar zengin oldu,
dedenle büyük amcan ise kendi yağlarında kavrularak yaşadılar, biz de böyle
yoksul kaldık” derlerdi.
Ali dedemle dört yaşıma kadar birlikte yaşadım. O birkaç yıl belleğimde
öylesine derin yer etmiş ki, kimi ayrıntıları bütün canlılığıyla hâlâ
anımsarım. Beni kucağına alır küçücük elinin tombul parmakları arasındaki doksan
dokuzluk tespihini benimle birlikte çekerdi. O fısır fısır, zor duyulur sesiyle
okuduğu duaları bitirdiğinde ise ben de onun gözlerinin içine bakar, dua okuyor
gibi dudaklarımı kırpıştırarak iki elimle yüzümü sıvazlardım. O günlerde
veresiye alışveriş için, eski yazılı küçük pirinç bir mühür basılan küçük
karton parçacıklar kullanırdı. Dedem mührünü, küçük kesesinden çıkarır, ıstampa
denilen kutudaki mor mürekkepli keçede ıslattıktan sonra makasla yuvarlak
yuvarlak kestiği kartonlara basar ve ‘bilat’ diye elime tutuşturarak, taze pide almam için
caddenin karşısındaki Davut Ağa’nın fırınına yollardı. Ayak bileklerime kadar
inen koyu kahverengi basma entarimle badi badi yürüyerek gittiğim fırından, bir
bohçaya sarılarak kollarımın üzerine uzatılan sıcak pidelerle eve dönerken de
pencereden hayranlıkla seyrederdi beni. Elimden tutup Kurşunlu Cami’ye
götürüşünü, orada hayranlıkla seyrettiğim, ama sonraki yıllarda yeniden
karşılaştığımda gözüme çok küçük ve sıradan göründüğü için düşkırıklığına
uğradığım şadırvanda suyla oynamamı hayal meyal anımsıyorum. Onun öldüğü gün
evimizde anneannemin, annemin, teyzelerimin ve komşu kadınların dizlerine vura
vura ağlamalarını ve dedemin yan odadaki ölüsüne bakmamı engellemek için beni
evden nasıl uzaklaştırışlarını tamı tamına yeniden yaşıyor gibi olurum zaman
zaman.
Daha sonra, dedemin göremediği sünnet düğünümde verilen, tepsi üzerinde badi
badi yürüyen kurmalı ördeği, renkli renkli balonları, horoz şekerlerini ve
yatağımın yanındaki taşlıkla davul zurna eşliğinde kadın gibi göbek atan erkek
köçeği hiç unutamam. Babamın tâyini çıktığı için kıtlık yıllarının
başlangıcında Niğde’nin Bor ilçesine taşınmamızı ve o yılların benliğimde
açtığı derin izler de belleğimdeki yerini hep korur. Bu taşınma ve Bor’daki
ilginç ve acı gözlemlerimle ilgili olarak 2006 yılında blog sitem için yazdığım
‘Mahzenin Diplerinden’ başlıklı anımı bundan sonraki bölüm olarak sunacağım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder