Çarşamba, Mart 07, 2018

Düşmandan bir at çaldım, binen yok!


Dile kolay, tam 50 yıl, başka bir deyişle yarım yüzyıl... 29 Nisan 1968... Ankara Atatürk Bulvarı, Büyük Sinema’nın da yer aldığı büyük binanın en üst katına çıkan, minare merdivenine benzer daracık bir merdiven. Hani iki kişinin ancak birbirine yol vererek ya da sürtünerek geçebileceği kadar dar... Merdivenin tam orta yerinde yaklaşık otuzlarında dört genç durmuş tartışıyor. Aslında ikisi tartışıyor da ötekiler tartışanlardan birinin söylediklerini başlarını sallayarak destekliyor.

Ya sen ne yaptığının farkında mısın arkadaş, biz kıçımızı yırtıyoruz güçler birleşsin diye, sen kalkmışsın asıl savaşımız CHP ile diye yazı yazıyorsun...

Ne yapmalıyım yâni, aslında siz güçleri birleştirmek için değil, sosyalist hareketi parçalamak için kıçınızı yırtıyorsunuz.. CHP ile el ele vermiş, yok ortanın solu, yok millî demokratik devrim diye TİP’in önünü kesmeye çalışıyorsunuz, aklınız sıra bir de solcu geçiniyorsunuz”

Bırak bu palavraları, bizim Hüseyin Abi’yle anlaşmamız var. Bundan sonra öyle saçma sapan şeyler yazamazsınız bu dergide...”

Tartışma sertleşirken bir yandan da Zafer Meydanı’nda başlamak üzere olan MDD (Millî Demokratik Devrim) mitinginden sesler sızıyor merdiven boşluğuna. Birbirimiz iteklemeye çalışıyoruz daracık merdivende. Yaka paça birbirimize girmek üzereyken güçlükle onlardan sıyrılıp, yumruklarım sıkılı merdiveni tırmanmaya devam ediyorum ve “Siz zor yazarsınız bundan sonra Forum’da!..” diye bağırıyorum. Merdivenin tepesindeki ufacık mekân, Hasan Hüseyin Korkmazgil’in bir süre önce Aydın Yalçın grubundan devir aldığı Forum Dergisi’nin bürosu.

Korkmazgil, abi kardeş gibi yakın dostum; Akis Dergisi’nde iki yıl birlikte çalıştık. Özümde var olduğuna inandığım toplumcu görüşler onun onun etkisiyle güçlendi ve biçimlendi, çok duyarlı olduğum Türkçenin inceliklerine ve derinliklerine onu örnek alarak ulaşabildim, şiirin tadına ve gücüne onunla vardım. Merdivenleri tırmanırken bunlar geçiyor kafamdan ve Hüseyin böylesine bağnaz ve bölücü bir hareketi nasıl destekler diye düşünüyorum. Aynı konuyu daha önce de konuşmuştuk da, “Ulan domuz (o sevdiği kişilere böyle takılırdı) buranın Forum olduğunun unuttun galiba” diye yanıtlamıştı beni. Ben de Forum’da yazıyordum. TRT haber merkezinde çalıştığım için açık adım yerine ‘İsmail Şahin’ takma adını kullanıyordum. Forum’un ‘Lale Devri’ başlıklı küçük taşlamalar sayfasına meclisten notlar taşıyor, arada bir de siyasal görüşlerimi yansıtan yazılar yazıyordum. Kısa bir süre önce yazdığım yazı da ‘Savaşımız Kimlerle’ başlığını taşıyor, CHP’yi ve ortanın solu hareketini hedef alıyordu.

Türkiye İşçi Partisi’nin1965 seçimlerinde beklenmedik bir başarı sonucu Meclis’e 15 milletvekili sokması tutucu ve sağ kesimleri panikletmiş, giderek güçleneceği korkusuyla TİP’in önünü kesecek önlemler almaya girişmişlerdi. CHP’de İnönü’nün başlatıp  Bülent Ecevit’in sahiplendiği ortanın solu hareketi de bu önlemler arasındaydı. Bu arada bir biri peşine türeyen/türetilen sol fraksiyonlara bir de Millî Demokratik Devrim MDD hareketi eklenmişti. Mihri Belli’nin başlattığı hareket kabaca, antiemperyalist ve antifeodal savaşı kazanıp demokrasiyi yerleştirmeden sosyalizm mücadelesinin boşuna olduğunu ve ters tepeceğini savunuyor, TİP’e doğrudan cephe alıyordu. Bu iddiaya rağmen MDD hareketinin asker sivil bürokratla yeni yeni filizlenmeye başlayan yerli burjuvazi ittifakını tatmin etmek; gizli amacının ise devletten de destek görerek sol hareketi baltalamak olduğuanlaşılıyordu. Bugün, aradan yarım yüzyıldan fazla zaman geçmesine rağmen hâlâ demokrasiyi beklerken, MDD’nin üzüm yemek yerine bağcı dövmekten başka niyeti olmadığını iyice anlıyorum. O gün merdiven boşluğunda dalaştığım üç kişi de MDD’nin gençlik kesimini temsil eden, hattâ bayraktarlığını yapan Doğu Perinçek, Erdoğan Güçbilmez ve Şahin Alpay’dı. Özellikle Doğu Perinçek’in bugün geldiği yeri düşündükçe gösterdiğim tepkinin ne denli yerinde ve isabetli olduğunu iyice anlıyorum.

O gün Forum’un o minicik bürosunda Hasan Hüseyin’le tartışmamız bir hayli ateşli geçti. Ben onun, bir TİP’li sosyalist, hattâ yıllarını demir parmaklıklar arasında geçirmiş bir komünist olarak bu karşı devrimcilere derginin sayfalarını nasıl açtığını soruyor, bu durumun parti içinde de eleştirildiğini ve üzüntüyle karşılandığını anlatıyordum. O ise biraz küskün ve kırgın bir tavırla, partinin ve partililerin dergiye gereken ilgiyi göstermediğinden yakınıyor ve

Ben düşmandan bir at çalıp getirdim, binen yok... Hodri meydan, buyursunlar... öyle Meclis’te nutuk atmakla olmuyor, işte at işte meydan... Aha ben Ankara’nın göbeğinde forum açtım, semtime uğrayan mı gelip de hâlin nedir diyen mi var? Bu dergi ne pahasına çıkıyor soran mı var?..” diyor, Kulüp sigarasının birini söndürüp birini yakıyordu. O günkü tartışmamız, Zafer Meydanı’ndaki MDD mitinginin pencereden dolan sesleri ve şamataları arasında geç saatlere kadar sürdü. Ben, serzenişlerinde haklı olduğunu, MDD’cileri uzaklaştırdığı takdirde partililerden, yazı da dahil önemli destek sağlayacağımıza söz vererek ayrıldım. Arkamdan, “Ulan domuz gene beni tava getirdin...” diye sesleniyordu.

Büyük bir sorumluluk yüklenmiştim. Birkaç gün içinde partinin genç kesiminden önemli bir grubu bir araya getirmeyi başardım. Kimler yoktu ki, Osman Sakalsız, Yalçın Cerit, Asuman Erdost, Abdullah Nefes, Nihat Asyalı, Necdet Bulut, Mehmet Sönmez, Ersin Salman, Sinan Cemgil aklımda kalanlar. Önce bizim evde, sonra bir kez de Nihat Asyalı’nın evinde toplandık. Parti yönetimindeki dostlardan da sağlayacağımız destekle Hüseyin’in yanında yer almaya karar verdik. Bu arada Hüseyin’den, Perinçek ve grubuna yol verdiğini öğrenmiştim. Derginin 15 Mayıs sayısının çıktığı gün topluca Forum bürosundaydık. Bizi kalabalık görünce önce şaşırdı, sonra yüzünde güller açmaya başladı. Öylesine duyguluydu ki, nemlenen gözlerini silerken Kulüp sigarasının dumanını bahane ediyordu. Enine boyuna konuşup dertleştik, sonra abonelere gidecek dergilerin pullarını birlikte yapıştırıp postaneye birlikte taşıdık. Hüseyin o sayıda “Arada Bir” başlığıyla bir yazı yazmış ve bu girişim

doğrultusunda beklediği desteği şöyle dile getirmişti.

Yayın organı mı istiyordunuz? Buyrun işte yayın organı! Toplumcu musunuz, edilecek sözünüz mü var? Buyrun işte yayın organı!. İşbirliği, dayanışma, eylem gücünüzü, yeteneğinizi mi ölçmek, sınamak istiyorsunuz? Buyrun işte meydan. Bundan ötesi gargaradır, sayıklamadır.”

Bu hareketin devamında, Forum yaşadığı sürece Hüseyin’e desteğimizi eksik etmedik. Hele Ersin Salman’la bir iki gün bizim evde kamp kurarak kılı kırk yararcasına yazdığımız “Güler Yüzlü Sosyalizm” yazısı o dönemde Mehmet Ali Aybar’ın görüşlerinin parti üzerindeki ağırlığını anlatmaya yetiyordu.

Yıllar sonra Doğu Perinçek, bir yayın organına verdiği söyleşide şunları söylüyordu “...Ancak Erdoğan Güçbilmez, Şahin Alpay ve benim Forum’daki yazılarımız dolayısıyla TİP yöneticileri Hüseyin Korkmazgil üzerinde baskı yapmaya başladılar. Bunun sonucunda Korkmazgil, Forum’u çıkarmak için bizlerin dışında bir çevre yaratma faaliyetine girişti

Perinçek, önce sosyalist dergi ‘Aydınlık’tan, sonra da ‘Forum’dan tekmeyi yiyip uzaklaştırılınca çaresiz kalmış, bir süre sonra ‘Proleter Devrimci Aydınlık’ dergisini çıkartmıştı. Bugünkü faşizmin savunucusu ‘Aydınlık Gazetesi’nin çekirdeği o dergidir...

Salı, Aralık 26, 2017

YENİDEN DÖNMEK ÜZERE
ELVEDA NEVŞEHİR


Uykuyla uyanıklık arası... Annemin sıcak nefesi. Gözlerim aralanıyor, karanlıkta zor seçebildiğim iki gözbebeği. Annemin gözbebekleri... Bulanık... Gözlerimi kırpıyorum, yine bulanık... Annem ağlıyor. Bulanık gözlerinden yaşlar akıyor. Uyandığımı görüyor, gülümsüyor... Gözbebeklerim annemin kocaman gözbebekleriyle bütünleşiyor, içimde kabaran korku eriyiveriyor. Kamyonun şoför mahallindeyiz. Karanlık. Kulaklarıma gürültü doluyor. Motor gürültüsü. Şânur’un, bu gürültü başlayınca korkup ağladığını anımsıyorum. Ama ben korkmuyorum. Karanlıkta fersiz ışıklar titriyor, değişiyor, parlıyor, sonra yeniden kayboluyor. Bir de hep sarsılıp zıplıyoruz. Annemin sıcacık göğsü... Saçlarımı okşuyor. Gözlerini silmiş ama hâlâ kıpkırmızı. Gülümsemeye çalışıyor. Soğuk burnumun ucunu üşütüyor. Bir korku dalgası daha kaplıyor içimi. Birden bilincim yerine geliyor, başımı kaldırıp çevreme bakıyorum. Yanımda babamı görüyorum, korkum yeniden kayboluyor. Şânur babamın kucağında mışıl mışıl uyuyor. Sallana sallana, sarsıla sarsıla bir yere gidiyoruz. Ama nereye? Karanlıkta yağmur yağıyor. Önümdeki küçücük, kirli, buğulu, ıslak camlardan hiçbir şey göremiyorum. Camların üzerinden gıcırtılarla yavaş yavaş sağa sola gidip gelen iki siyah çubuk. Yağmur damlalarını siliyor. Silinen camlardan, yağmurun iplik gibi inişini bir görüyorum, bir kaybediyorum. Kirli kocaman bir el kirli bir bezle camlardaki buğuyu siliyor, ama silemiyor, camlar yeniden buğulanıyor. Yeniden korkuyorum... Ağlamak geliyor içimden, dudaklarım büzülüyor. Gözlerime babamın yanında oturan, şoförün kocaman kirli elleri takılıyor yeniden. Elleri gibi kocaman, kalın ve siyah bir simidi tutmuş, titrek hareketlerle oynatıyor, sağa sola çeviriyor. Takılıp kalıyorum o görüntüye. Beni büyüleyen, o kocaman siyah simidin alt tarafında ondüleler var. Adam kalın parmaklarını ondülelere uydurup simidi sağa sola çevirmeyi sürdürüyor; bazen de simit o kocaman parmaklar arasında kendiliğinden sarsılarak hareket ediyor. Başımı kaldırıp yüzünü görmeye çalışıyorum. Yüzü karanlıkta kapkara; gözleri boncuk gibi parlıyor. Annemin kollarında yeniden uyuyuncaya kadar korkuyla bakıyorum ona. Beni görmesini istemediğim için gözlerimi yumuyorum ve uyuyorum. Uyandığımda karanlık gitmiş ama hava hâlâ aydınlık değil. Yağmur devam ediyor. Kamyon durmuş. Oturduğumuz yerden iniyoruz. Yağmur üzerimize yağıyor. Annem başıma bir şey örtüyor, çevremi göremiyorum. Öfkeyle atıyorum üzerimden. Annem kızıyor. Şânur annemin kucağında. Kamyon yağmurun altında duruyor ama hâlâ hırıltılar çıkararak sarsılıyor. Babam oradaki insanlarla bir şeyler konuşuyor. Sonra açılan kapıdan bir bahçeye giriyoruz. Başında yemeni örtülü yaşlı bir teyze karşılıyor bizi. Renkli camları olan bir evin kapısından giriyoruz. Kocaman bir ev, girdiğimiz oda bizim evimizdeki gibi. Halı örtülü sedire oturuyoruz. Biraz sonra anneme benzeyen bir kadınla küçük bir kız da geliyor yanımıza. Anneme hep bir şeyler soruyorlar. Annem bir gülümsüyor. Bir ağlıyor. Biraz sonra yere bir örtü serilip honça denilen kısa ayaklı, yuvarlak bir tahta konuluyor. Honçanın çevresine diz çöküp, bağdaş kurup oturuyoruz. Su serpilip yumuşatılmış yufka ekmek, peynir, zeytin, tereyağ konuyor honçanın üzerine. Bir de sonradan adının büzeyden olduğunu öğrendiğim reçel gibi tatlı bir şey. Babam da geliyor dışardan. Sıcak süt dolduruluyor bardaklara. Şânur yaramazlık edip sütü içmiyor, annem ona kızıyor. Babam o yaşlı teyzeyle konuşuyor, anahtar, diyor. Biraz sonra bir amca gelip "hoş geldiniz" diyor ve babama bir anahtar veriyor. Kocaman, kapkara demirden bir anahtar. Annem beni sedirin köşesine Şânur’un yanına yatırıp üzerimize bir örtü örtüyor. O kocaman anahtar sallanıyor gözlerimin önünde, yeniden uyuyorum.

Günaydın Bor!..

Bor’dayız... Niğde’nin en yakın ilçesi. Yıl 1942... Maliyede memur olan babam Nevşehir’den Bor’a atandığı için geldik buraya. Nevşehir’den, annemin, anneannemin, teyzelerimin ve komşuların gözyaşları içinde ayrıldık. Orada bıraktığımız anneannem ve iki teyzem, daha sonra gelecekler. Nevşehir’de, burada doğdun dedikleri evi çok iyi anımsıyorum. Yıllar sonra Nevşehir’e döndüğümüzde yine o evde yaşadım. Bir de dedemi ve ölümünü anımsıyorum. Çarşının içinde ve kocaman siyah granit taşlarla yapılmış kalın duvarlı iki katlı bir evdi. Çok eskiden, Damat İbrahim Paşa Camii’nin ustabaşısı için yapıldığı söyleniyordu. Yaz geceleri sıcaktan, evin taşlık denilen açık yerinde yatardık. Kışları ise ‘iskembe’ denilen, üzeri kat kat yorganlarla örtülü kare şeklinde bir alçak bir masanın çevresindeki sedirlere oturur, masanın ortasına konmuş mangalın sıcağına sığınırdık. Alt kattaki kilerden çömlek peyniri, üzüm, dut, ceviz kurusu ve taneleri buruş buruş olmuş hevenk üzümleri çıkarır yerdik. Bazen de çedene dediğimiz kenevir tohumu ile kavrulmuş buğday karışımı kavurga yerdik avuç avuç.

Ailenin ilk çocuğu olduğum için beni çok severlerdi. Nedendir bilemem bir entariyle çektirdikleri fotoğrafımı bana gösterip, “kim bu?” diye sorarlar, ben de hep “hayullah” derdim ve gülüşürlerdi. Kendi görüntümü, komşumuzun oğlu Hayrullah sanırdım. Bir de babam “Oğlum büyüyünce adam olacak” der, ben öfkelenir, ‘ben adam olmam... ben erkânıharp olacağım” diye bar bar bağırırdım. Nedense erkânıharp sözcüğü bana, adam sözcüğü yanında öylesine zengin ve renkli görünürdü ki, bir türlü vazgeçemezdim. Bir de yaşadığımız sokakta bir subay ailesi ve Erdem adında benden biraz büyük bir oğulları vardı. Bayramda seyranda babası gibi üniforma giydirilir, o da bana çok çekici görünürdü.
Bor’a geldiğimizde henüz beş yaşımdaydım, ama o yıllarda yaşadıklarımın pek çoğu da pırıl pırıl durur belleğimde. Belki de acılarla dolu olduğu için... Günler geçtikçe ve aklım ermeye başladıkça bir savaş yaşandığını, kimi insanların bu savaşta, kimilerinin de yokluktan ve açlıktan bulundukları yerde öldüğünü öğreniyorum.
Annem hep, “Bizi evimizden barkımızdan ettiler, nasıl yaşayacağız elin memleketinde” diye ağlayıp duruyor. Babam sabahları işe gidiyor, Şânur’la ben hep annemle kalıyoruz. Şânur benim küçük kardeşim. Adı Şahinur; ben Şahinur diyemiyorum, annem de babam da bana gülüyorlar. Onunla bir olup komşu çocuklarıyla oynuyoruz akşama kadar. Geldiğimiz gün bizi evlerinde ağırlayan komşumuz çok zengin, çoğu zaman onların bahçesinde oynuyoruz. Münevver Teyze bizi sık sık çağırıp, üzerine tereyağı ve büzeyden sürülmüş mısır ekmekleri veriyor,
“Elinizdekini sokağa çıkmadan yiyin, başka çocuklar görmesin” diyor. Önceleri anlamıyorum, o çocuklar da istemesin diye böyle söylediğini sanıyordum. Aklım erdikçe o çocukların hiç büzeyden yiyemedikleri için üzüldüklerini öğreniyorum.
Babam akşamları eve geldiğinde çok öfkeli oluyor. Hep savaştan söz ediyor. “Kıtlık var, insanlar açlıktan ölüyor, biz halimize şükredelim” diyor. Annem hep bulgur pilavıyla üzüm hoşafı pişiriyor. Bazen de tarhana çorbası ve erişte... Biz onları, gelirken Nevşehir’den getirdik. Yufka ekmek yiyoruz. Annem, kamyonda gelirken kırılıp ufalandığını söylediği yufka parçalarını eliyle su serpip ıslatıyor, sonra da bembeyaz bezlerin arasında bekletiyor. Öğleleri de o yufkaların içine Nevşehir’den getirdiğimiz çökelekleri koyup dürüm yapıyor. Dürümden sonra pestil ve üzüm tarhanası veriyor bize. Şânur pestili hiç sevmiyor, ağzında ıslatıp ıslatıp atıyor. Annem de ona çok kızıyor. Annem pestille tarhanayı alıp sokağa çıkmamıza kızıyor Münevver Teyze gibi... Sokağa çıkarken, yalnız kuru üzüm koyuyor cebimize...
Babam bir akşam kıyma aldığını söylüyor ve anneme küçük bir paket veriyor. Annem de Nevşehir’den getirdiğimiz kuru patlıcanlarla dolma yapıyor. Bir tabak da benimle Münevver Teyzelere gönderiyor. Münevver Teyze de tabağa kaysı kurusuyla dut kurusu dolduruyor. Eve dönerken dutların birazını yiyorum. Annem anlamıyor. Anlasa bana çok kızacağını biliyorum.


Bakmıyor çeşm-i siyah...

Bir süre sonra Münevver Teyzelerin mahallesinden taşınıyoruz. Babam daha iyi bir ev bulduğunu söylüyor. Hükümet Konağı’na daha yakınmış. İki katlı o eve taşınıyoruz. Yeni evimiz Hükümet Meydanı’ndan girilen sokağın hemen başında. Karşısında iki katlı taş bir bina var. Sonradan Kütüphane olduğunu öğreniyorum. Yeni evimiz iki katlı. Önünde topraktan bir avlu var. Taş merdivenlerden ikinci kata çıkıyoruz. Orada da, biri arkada biri önde iki oda var. Öndekinin pencereleri yola ve Halil Nuri Yurdakul Kütüphanesi’ne bakıyor. Biraz daha uzakta da polis karakolu görünüyor. İki katlı. İkinci katının önündeki toprak damda borulu bir gramofon var. Kalın sesli bir adam hep Anadolu Ajansı diye başlayıp, savaştan, Almanlardan, Fransızlardan, Hitler diye birinden, İsmet Paşa’dan söz ediyor. Ben hiçbir şey anlamıyorum ama annemle teyzem duyunca çok korkuyorlar, Hitler denen adama beddua etmeye başlıyorlar. Daha sonra da ince sesli bir kadın, bakmıyor çeşm-i siyah, diye şarkılar söylüyor. Annem onun Hamiyet Yüceses olduğunu söylüyor. 



Öndeki odamızın duvarındaki yüksek rafta küçük bir radyo var. Adı Siera. Arada bir kuş cıvıltıları gelince adamın biri, “Şşşşşt Siera çalıyor!” diye kuşları azarlıyor. Ben de herkese “Şşşşşt Siera çalıyor” demeye başlıyorum. Annemler gülüp başımı okşuyorlar. Hayriye Teyze’me hep radyo denen kutunun içinden seslerin nasıl geldiğini soruyorum. O da içinde parmak adamlar olduğunu, onların konuştuğunu ve şarkı türkü söylediklerini anlatıyor. O parmak adamları görmek için kimse yokken sandalyeye çıkıp bakıyorum ama radyo kutusunun her yeri kapalı, hiçbir şey göremiyorum.
Anneannem, hep mısır ekmeği yapıyor? Onun tepsiye koyduğu sapsarı mısır hamurunu Samiye Teyze’mle birlikte çarşıdaki fırına götürüyoruz. O benim küçük teyzem. Benden daha büyük ama onunla hep oyun oynuyoruz. Bir gün fırında ekmeğimizin pişmesini beklerken elimden tutup beni başka sokaklara götürüyor. Bir kalabalık var. Onların arasına giriyoruz zorlayarak. Duvarları yıkılmış kerpiç bir evin içi görünüyor. Tavanda boynundan asılı bir adam sallanıyor. Evin önünde yere oturmuş bir kadınla iki çocuk ağlaşıp duruyor. İçim bulanıyor. Teyzem, “yazık, açlıktan kendini asmış” diyor. Sonra polislerle jandarma dedikleri askerler gelip herkesi kovalıyor. Korkarak kaçıp fırına geliyoruz. Fırının önünde hep fakir adamlar, kadınlar, çocuklar var. Önceleri onlardan korkuyorum ama bir şey yapmıyorlar. Hep yüzümüze bakarak orada öyle duruyorlar. Bazı amcalar teyzeler fırından çıkınca onlara ekmek veriyor. Biz, kabarıp tepsiden taşan mısır ekmeğini, üstünü örten bezin uçlarıyla tutup elimiz yana yana eve getiriyoruz. Onlar arkamızdan hep bakıyorlar. Eve gelince anneannem mısır ekmeğini dilim dilim kesiyor, önce Şânur’a, sonra da teyzemle bana veriyor. İçi sapsarı göz göz olan mısır ekmeğini çok seviyorum ama annem de, büyük teyzem de babam da sevmediklerini söylüyorlar. Annem içini çekip,
“Davut Ağa’nın somunu olmalıydı şimdi” diyor. Davut Ağa’yı biliyorum. Nevşehir’de fırını var. Dedem bana, mührünü basıp yuvarlak yuvarlak kestiği kartonları verir,
“Hadi bu bilatlarla (bilet) Davut’tan ramazan pidesi al bakalım benim aslan torunum” derdi. Davut Ağa, sıcacık pideleri kollarımın üzerine koyardı. Fırının karşısındaki evimize gelirken dedem pencereden beni izler eve gelince de kucaklar,
“Torunum bana pide aldı” diye yanaklarımdan üst üste öperdi. Dedem öldü.


Babam her sabah işe gidiyor. Bazen de birkaç gün eve gelmiyor. Sonra bir gün beni de ata bindirip yanında köylere götürüyor. Âşar Memuru diyorlar ona. Köylüler ondan kaçıyor. Babamın tabancası var, ama benden saklıyor. Kimi köylüler de beni harman yerine götürüp düvene bindiriyorlar. Çok seviyorum düvene binmeyi. Önümdeki öküz ağır ağır yürürken, düven sapsarı ekinlerin üzerinden hışırtılar çıkararak kayıyor. Önce boynum, sırtım, sonra her yerim kaşınıyor. Akşam kilise dedikleri bir yerde yatıyoruz. Kaşınmaktan hiç uyuyamıyorum. Nakşiye öğretmen diye birisi de âşar memuru... O da bizimle kilisede yatıyor. Ertesi gün ben hastalanıyorum. Hemen Bor’a dönüyoruz.

Kör Kemancı

Ateşler içinde yatıyorum. Anneannem geceleri hep dualar okuyup yüzüme üflüyor. Serin serin üflemesinden hoşlanıyorum. Bir de gece karanlığında gelen keman sesinden. Keman sesi her gece geliyor bitişiğimizdeki evden, ama gündüzleri kesiliyor. Annemler hep konuşuyor. Adam eskiden çok zenginmiş. Kaza geçirip kör olunca fakirleşip doğduğu yere Bor’a gelmiş. Yalnız yaşıyormuş. Kör olduğu için çok iyi keman çalıyormuş. Anneme niçin kör olduğu için çok iyi keman çaldığını soruyorum. Kör olanların parmaklarının daha hassas olduğunu, o nedenle de çok iyi keman çalabildiklerini söylüyor. O adam bazen bir elinde keman kutusu bir elinde baston Evrenlerin evine gidiyor. Onu görünce hemen kenara çekilip, bastonuyla yerleri yoklayarak yürüyüşünü izliyoruz. Evren benim arkadaşım. Babası yarbay... Kemancı’nın çoğu akşam evlerinde keman çaldığını, onu çok sevdiklerini, babasının ona zorla para verdiğini söylüyor. Sonra Evren’in babası başka bir yere tayin ediliyor ve Bor’dan gidiyorlar. Çok üzülüyorum. Bir gün Şânur’la sokaktan eve döndüğümde annemin de teyzemin de çok ağladığını görüyorum. Annem, Kör Kemancı’nın açlıktan kendini astığını, evinde ölü bulunduğunu söylüyor. Sonra hıçkırarak,
“Yarbaylar ona para ve yiyecek içecek veriyordu. Onlar gidince adamcağız kimsesiz kalıp açlıktan öldü. Biz niye hiçbir şey yapamadık” diye yakınıyor. Akşam babam geldiğinde annem hâlâ ağlıyor. Babam da çok üzülüyor. Annemin ağlaması devam edince ona kızıyor,
“Hanım, sen ne diyorsun?.. Ağlamayı kes de halimize şükret... Bugün iki kişi daha kendini asmış açlıktan. Birisinin üç de çocuğu varmış...” diyor. Anneannem ellerini iki yana açıp dualar okuyor. Sonra bir daha hiç keman sesi gelmiyor geceleri. Babam her akşam radyodan ajans haberlerini dinliyor. Radyodaki adam, “Almanlar Majino Hattı’na dayandı” diyor. Ne olduğunu bilmiyorum ama, Majino sözcüğü çok hoşuma gidiyor. Ertesi gün önüme gelene majino majino demeye başlıyorum. Annem kızıyor, beni Hükümet Konağı’na babamın yanına gönderiyor. Akşam babamla çıkıyoruz. Babamın elinde bir paket var. Kasap Cemal’in dükkânı bizim sokağa girmeden önceki bakkalın yanında. Teyzemle birlikte karnemizi gösterip somun ekmek, şeker, un aldığımız bakkala giderken et kokan dükkanının önünden geçiyoruz kasap Cemal’in. Dükkâna giriyoruz babamla. İlk kez bu kadar eti bir arada görüyorum. Kasap Cemal şişman, göbekli, kıpkırmızı yüzlü, siyah kalın kaşları ve kocaman bıyıkları var. Ceketi göbeğini örtemiyor, içinde yeleği de var. Yeleğinin cebinden de köstekli saatinin sapsarı zinciri sarkıyor. Babam onun altın olduğunu söylüyor. Kasap Cemal, simsiyah kıllı, tombul ellerinin baş parmaklarıyla işaret parmakları yeleğininin ceplerinde, göbeği önde babama yaklaşıyor.
“Ooo Mustâbey hoş geldin. Sen bizim dükkânı bilir miydin?.. Uğramıyordun epeydir. Maşallah maşallah mahdum da yanında” diyor ve çiğ et kokan tombul parmaklarıyla yanaklarımı okşuyor. Biraz kıyma alıp çıkıyoruz. Eve geldiğimizde babam elindeki paketleri anneme veriyor,
“Bak hanım, bu Sümerbank kumaşı, vesikayla verdiler. Paramız olunca Kasap Cemal'inki gibi yelekli lacivert bir takım diktireceğim. Al bak bu da kıyma, yarın börek yap, canım çekti, bıktım mısır ekmeğiyle bulgur pilavından” diyor. Sonra da eliyle şişirdiği göbeğine şaplaklar vurarak anneanneme dönüyor,
“Validânım, bir gün Kasap Cemal’inki gibi göbeğim olacak benim de, yakışır değil mi?” diyor. Babamın dükkândayken Kasap Cemal’e nasıl imrenerek baktığı gözlerimin önüne geliyor. Anneannem,
“Allah can sağlığı versin yavrum, her şeyin başı sağlık” diyor. Babamın iki tane altın dişi var. Yalnız gülerken görünüyor. Nevşehir’de ona herkesin Altındiş Mustâbey dediğini anımsıyorum. Babam öyle demelerinden çok hoşlanıyor. Bir de yürürken ayakkabılarının gırç gırç diye ses çıkarmasından... Zaten babam evde hep ayakkabılarını gıcırdatarak yürüyor. Ben de onun gibi yapmak istiyorum, benim ayakkabılarım hiç gıcırdamıyor.
Günler geçiyor. Annemle teyzem hep roman okuyup okuyup ağlıyorlar. Bazen öyle çok ağlıyorlar ki, başlarının ağrıdığını söylüyorlar. Gözleri kıpkırmızı oluyor. Alınlarına ıslak tülbentler, yemeniler koyuyorlar. Beni evimizin karşısındaki kütüphanenin müdürü Ragıp Bey’e gönderiyorlar. O da benim geri getirdiğim kitapları alıp yenilerini veriyor. Okuma yazma bilmiyorum ama kitapların adını da, kimlerin yazdığını da ezberliyorum. Annemlerin en sevdiği, Kerime Nadir’in Hıçkırık romanı. Muazzez Tahsin Berkand, Esat Mahmut Karakurt, Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin, Halit Ziya Uşaklıgil, Peride Celal aklımda kalanlar.
Yazın babam Nakşiye öğretmenlerle birlikte, Kemerhisar diye bir köyde bahçeli bir ev kiralıyor. Nakşiye öğretmenle annesi Zehra teyze ve kardeşi Şâdan abla bizim yanımızdaki evde kalıyorlar. Babam atına binip köylere gidiyor, biz onlarla birlikte kalıyoruz. Nakşiye öğretmen de köylere gidiyor. Ama o ata binmeyi bilmiyor. At arabasıyla, bazen de eşekle gidiyor. Küçük teyzem, Şânur ve ben köydeki çocuklarla oynuyoruz. Çember çeviriyoruz. Zerdali çekirdekleriyle oyun oynuyoruz. Çekirdek oyununda teyzem beni hep yeniyor ama çemberi ben ondan daha iyi çeviriyorum. Şânur’u oynatmadığımız zaman ağlaya ağlaya eve gidip anneme şikâyet ediyor bizi. Akşam olunca da babamla Nakşiye öğretmenin dönmesini bekliyoruz. Onlar gelince gene savaştan, kıtlıktan, açlıktan, insanların kendilerini astığından söz ediyorlar. İsmet Paşa’yı çok seviyorlar. Babam hep “Paşa olmasa biz de çoktan harbe girmiştik; şimdi kıtlıktan kırılıyoruz, o zaman bir de harpten kırılırdık” diyor. İsmet Paşa’yı çok merak ediyorum. Köyde elektrik yok, radyomuz da yok.
Önce ben, sonra da Şânur sıtma oluyoruz. Bir de gözlerimiz hastalanıyor. Gözlerimizi hiç açamıyoruz. Annem, “bunlar hep pislikten, bu derenin pis suyundan” diyor. Geceleri de Şânur’la benim başucumda hiç uyumadan oturup, sivrisinekleri kovuyor üzerimizden. Bir gece annem başucumuzda beklerken gürültüler oluyor. Birileri bağırıyor. Annem, teyzemler, anneannem dışarı fırlıyorlar. Çok korkup ağlıyorum. Gürültüden korkup Şânur da ağlıyor. Biraz sonra babam soluk soluğa içeri giriyor. Gözlerimi açamadığım için onu göremiyorum. Daha çok ağlıyorum. Zehra Teyzeler de geliyor. Babam, jandarmayla köylüler arasında kavga çıktığını, köylüleri koruduğu için jandarmaların kendisini de kovaladığını söylüyor. Sonra, “çocuklar iyileşsin de hemen dönelim, ben âşarcı olmak istemiyorum artık” diyor.
Bor’a dönünce Kütüphane Müdürü Ragıp Bey’in kızı Nimet’in öldüğünü öğreniyoruz. Ragıp Bey bize geliyor. Hep ağlıyor. Eczacının yanlışlıkla, ona ilaç yerine Striknin diye bir zehir hapı verdiğini, kızının gözlerinin önünde kıvrana kıvrana öldüğünü anlatıyor. Artık polislerin damından Hamiyet Yüceses’in şarkıları gelmiyor. Yalnız harple ilgili Anadolu Ajansı haberlerini açıyorlar. Annemler bir süre Ragıp Bey’den kitap istemiyorlar. Bu defa da karşılıklı geçip hep örgü örüyorlar. Radyodan hep alafranga müzik çalıyor. Bazen de şarkılar...
Babam âşar memurluğunu bıraktığı için kaymakamın kendisine kızdığını söylüyor, “tayinimi istedim” diyor. Annem Nevşehir’e gitmemizi istiyor, babam da Niğde’ye... Artık Bor’u hiç sevmiyoruz. Teyzelerimle anneannem bağbozumu için Nevşehir’e gidiyorlar. Annem beni yine Ragıp Bey’den roman istemeye gönderiyor. Ragıp Bey'i küçülmüş ve saçları bembeyaz olmuş görünce şaşırıyorum. Anneme söylüyorum, "kolay mı, evladını kaybetti” diyor, gözlerinden yaşlar süzülüyor.


Okullar açılıyor. Annem Sümerbank’tan krizet (Uzun yıllar ilkokul öğrencilerinin önlüğü, bir adı da kumlu olan, gri, kırçıl, pamuklu bu dokuma ile yapılırdı) alıp bana önlük dikiyor. Bir de Şânur’la ikimize rugan ayakkabılar alıyor. Lacivert, kısa, ütülü pantolon, siyah rugan ayakkabılar, beyaz kısa çoraplar, krizet önlük ve beyaz yaka ile aynada kendimi çok beğeniyorum. Cumhuriyet İlkokulu’na kaydım yapılıyor. Okulu çok seviyorum. Esin diye bir kız arkadaşım var onu da çok seviyorum. Ama iki ay sonra babamın Niğde’ye tayini çıkıyor ve hem Bor’dan, hem Esin’den ayrılmak zorunda kalıyorum.