Başkentte bir taşralı
Eski Ankara’yı bilmem bilir misiniz?
En güzel yirmi beş yılım orada geçtiği için ben çok iyi bilirim ve çok severim;
şimdiki Gökçeklisinden nefret ettiğim kadar...
Yarım yüzyılı aşkın bir geçmişten,
ellili yılların ortalarından söze başlıyorum. Kasabalıktan çıkıp, insanları
yabancılaştıran ve yalnızlaştıran, ilişkileri yozlaştıran o hantal ucubeye henüz
dönüşmemiş, ölçülü, saygılı ve edepli bir kentten... Hani şimdilerde ‘baskısı’
insanı ürküten ‘mahalle’ yaşamının o dönemde yansıttığı insan sıcaklığıyla
yoğrulan bir kentten...
O yıllarda henüz kentleşmeye adım
atamamış kavruk bir Anadolu kasabası olan Nevşehir’den yeni göçmüşüz Ankara’ya.
Bir küçük memur olan babam, o kavruk kasabada sıfırı tükettiği için beni
üniversitede okutabilmek bahanesiyle, ne edip edip, aile dostumuz ve ortaokuldan
hocam İsa Coşkuner’in desteğiyle Devlet Tiyatrosu’nda bir iş bulup, başkentimize
kapağı atmayı başarmış. Demirlibahçe Gönül Sokak’ta, çocuk kakası rengindeki
Uluoğlakçı Apartmanı’nın, sonradan belli ki rüşvet gücüyle iki odalı iki katlı uyduruk
bir konuta dönüştürülmüş şantiyesinin alt katında oturuyoruz. Babamın geliri
ancak elli beş liralık ev kirasına yetebildiği, hattâ yetemediği için, siz
deyin kırk, ben deyim elli metrekarelik, rutubetten pasaklı kasaba hamamları
gibi kokan, karafatmaların, hamam böceklerinin ve farelerin cirit attığı garip
bir yerde yaşıyoruz. Ama başkentteyiz ya, hayatımızdan da pek memnunuz. Birkaç
yıl önce Nevşehir’in soylu ve varlıklı ailelerinden Atâbeyler’e kazara gelin
giden küçük teyzem, aynı sokaktaki Gönül Apartmanı’nın üçüncü katında pırıl
pırıl bir dairede yaşıyor. Aslında teyzemin kocası Tevfik Enişte de babam gibi
sıradan bir memur, Devlet İstatistik Enstitüsü’nde çalışıyor, ama onlar aileden
varlıklılar ve daha konforlu bir yaşam sürdürüyorlar. Ne var ki, ilginçtir bu
büyük farka rağmen, hiç de kıskançlık duygusu yaşamıyoruz; ya da annemle babam
yaşıyor da ben farkında değilim.
Bilincimde ve belleğimde
kentlileşmenin ilk izleri bu apartman dairesinin ve çevresinin görüntüleri ve
oradaki yaşam biçimiyle çizilmeye başladı diye düşünürüm hep. Birkaç yıl
öncesine kadar teyzem ve kocası da bizim gibi birer taşralıydı. Ama, kentin,
insanı esir alıp içinde yoğurmaya başlayan o gizemli havasının tadına daha önce
varıp, sanki kırk yıldır apartmanda yaşıyormuşçasına içinde buludukları konforu
ve lüksü doğal karşılamalarını hayranlıkla izlerdim. Ve inanıyordum ki insanın
en güçlü refleksi iyiye ve olumluya uyum sağlamaktı. Bir süre kaymaktan
korkarak bastığım, siyah beton ve içindeki kemik rengi çakıl kırıntılarıyla
oluşturulmuş cam gibi parlayan karo döşeli koridorlarda ve adının tahta değil
de parke olduğunu yeni öğrendiğim, çapraz döşenmiş, pırıl pırıl cilalı, küçük
kahverengi dikdörtgenlerle kaplı odalarda yumuşacık terlikleriyle dolaşmalarını
çaktırmadan izliyor, bir gün ben de böyle yaşayacağım diye düşünüyordum. Hele
bizim evimizden sonra mis gibi lavanta ve sabun kokan havluların asılı olduğu
banyolarına girip o buzlu camın arkasındaki nikelaj kaplı duş ve banyo musluğu
ile dev bir ayakkabıya benzettiğim süt beyazı banyo küvetini görmüyor muydum,
heyecandan boğazım düğümleniyordu. O, akşamları arka cephedeki geniş balkonun
loş ışığında, yakındaki açıkhava sinemasının rüzgârda dalgalanarak gelen iç
gıdıklayıcı sesin ve porselen tabaklardaki yemeklerimizi çatal bıçak
tıkırtılarıyla yerken duyduğum anlatılamaz hazzın, modernleşmenin istimi
olduğunu nereden bilebilirdim. Ama şimdi anımsıyorum da, o güdünün benim içimde
yıllardır gizli gizli uyuduğunu, küçük bir ışıkta filizlenmekten geri
kalmadığını görüyorum.
Düzgün ve şık giyimin ne anlama
geldiğini de o günlerde Tevfik Enişte’yi gözleyerek öğrendim ama
olanaksızlıklar yüzünden uzun yıllar kendimde uygulayamadım. İnce yapılı bir
adamdı Tevfik Enişte. Giydiklerini öylesine yakıştırırdı ki, bugünün ünlü
mağazalarının vitrinine koyun, çiçek bozuğu yüzü dışında, en değerli ve pahalı
giysileri sergileyen mankenlerden biri sanırdınız. Bıçak gibi ütülü pantolonu,
kolalı gömleği, özenle bağlanmış kravatı, bedenine kalıp gibi oturmuş düğmeleri
ilikli ceketi ve her zaman pırıl pırıl boyalı ayakkabılarıyla hayranlıkla
izlerdim onu. Üstelik o yılların toz ve çamur bataklığı halindeki sokaklarında
yürümesine rağmen bir parça toz ve çamur bulaşmayan pabuçlarının sırrını bir
türlü çözemezdim. Teyzem, büyük bir kıvançla, “Teyfik yolda yürümez ki,
tozların taşların üzerinden seke seke gelip gider” derdi.
Biraz önce, modernleşme (o yıllarda
asrileşme denilirdi) tutkumun o dönemde filizlenmeye başladığını söylemiştim.
Şimdi birkaç yıl öncesine dönmek istiyorum. Niğde Lisesi’nde yatılı okuyorum.
Yemeğin beyaz muşamba örtülü masalarda ve ayrı tabaklarda yendiğini ilk kez
orada görüyorum. Arada bir, hafta sonlarında evlerine davet edildiğim eski bir
aile dostundaki bembeyaz örtülü masada çiçek desenli porselen tabaklardan çatal
bıçakla, hatâ yapmama çabasıyla ter dökerek yediğim yemeklerin içimde yarattığı
girdapları hiç unutamıyorum. Sonra yazın Nevşehir’e döndüğümde zavallı babamı
zorlayarak ‘Binbirçeşit Mağazası’ndan veresiye (o yıllarda taksit kelimesi
nedir bilmezdik. Parası olmayanlar, aldıklarının bedelini veresiye defteri denilen
deftere yazdırır, ödediğinde de borcun üzerini sabit kalemle çizdirirdi) aldırdığım
porselen tabakları, masamız olmadığı için bir yerlerden bulup buluşturduğum
birkaç kalasın altına inşaat taşları yerleştirerek yaptığım yemek masasını,
üzerinde aslan desenleri bulunan küçük halı minderlerle oturulabilir duruma
getirdiğim boş gazyağı tenekelerinden tabureleri ve annemin çok bulaşık çıkıyor
itirazlarına rağmen, yaratıcılığım sayesinde babamı keyiflendiren ayrı
tabaklarda yemek yeme lüksünü nasıl hayata geçirdiğimi hiç unutabilir miyim?
Gazyağınan ve gazyağı tenekesinin ne demek olduğunu bilmeyenler için
ansiklopedik değer kazanmış bir bilgiyi aktarayım. O yıllarda yemekler
genellikle gazocağı dediğimiz, deposuna bağlı küçük bompayla hava basarak,
ortasındaki kısa borunun tepesindeki, çevresi küçük deliklerle dolu hazneye püskürttüğümüz, tıpkı bugünkü tüpgaz
ya da doğalgaz ocaklarındakine benzer mavi bir alevle yanan ateşte pişirilirdi
yemekler. Yaklaşık yirmi litrelik beyaz tenekelerde satılan gazyağı ise
benzinle mazot arasında yer alan bir petrol türevi idi. Elektrik şebekeleri
gelişmeden önce ise aydınlatma, genellikle gazlambası dediğimiz turuncumsu, cılız
ve kirli bir ışık veren lambalarla, biraz varlıklı ortamlarda ise yine gazyağı
ile kullanılan, beyaz ve daha parlak ışık veren “lüks” lambalarıyla sağlanırdı.
İşte Demirlibahçe Gönül Sokak’taki
Gönül Apartmanı’nın üçüncü katı, içimdeki iflah olmaz modernleşme güdüsünü bir
kez daha filizlendiriyor ve yeni bir yaşama doludizgin girme cesaretimi için
için ateşliyor.
Elli beş liralık kiraya ve düşük mü
düşük yaşam düzeyimize rağmen kazancı yetmediği için babam, tabii gene İsa
Bey’in aracılığıyla, Devlet Tiyatrosu’nda bana da bir iş kotarıyor. İmalat
memurluğu... Benim üniversitede okumam için Ankara’ya göçmemize rağmen çalışmak
zorunda kalmam, her dönemin geçer akçesi olan ‘okuyarak ve çalışarak aileye
destek olma’ formülüyle çözülüveriyor... İki yıl gidip geldiğim ama ikinci
sınıfının yüzünü bile göremediğim, devam zorunluluğu olmayan Hukuk
Fakültesi’nde öğrenciyim sözde. Oysa bayram balonları gibi üç beş zıplamada
sönen idealim, Güzel Sanatlar Akademisi ya da Devlet Konservatuvarı... Babam
beni, sınavlarına girebilmem için birkaç günlüğüne bile İstanbul’a
gönderemediği için, bahaneyi ve teselliyi, bu konuda sanki derin ve şaşmaz bir
bilgiye sahipmiş gibi, “oğlum hangi
ressam tok ölmüş bu dünyada” sözlerinde buluyor ve Akademi’den elimi yüzümü
yıkıyorum. Konservatuvar ise zaten doğma büyüme bir taşralıya kapılarını
açması, cennetin şeytana kapılarını açmasından farksız olduğu için derhal
gündemden düşüyor ve iki yıl sürecek üniversiteli rolü oynamak üzere amfide yer
bulabilmek için sabah ezanıyla evden çıkıp Hukuk Fakültesi’nin yolunu tutmaya
başlıyorum.
Ankara o yılların Anadolu’dan en
fazla göç alan kenti. Bütün iş olanakları orada... Her geçen gün hantallaşarak
büyüyen devlet bürokrasisinin yarattığı geniş iş alanı, kasabaların kendini
devlette çalışmaya layık görenlerini mıknatıs gibi çekiyor. İstanbul’un taşının
toprağının altın olduğu biliniyor bilinmesine ama orayı, genellikle gözü daha
yükseklerde olup ticaret yaparak şehirlileşenler tercih ediyor. Devlet babanın
mesken tuttuğu Anadolu’nun göbeğindeki Ankara ise, ufku daha sınırlı olanlara
göz kırpıyor. Yapılanma çabası içindeki fakir devletin düşük ücretlerle
çalışacak memur ihtiyacı her geçen gün artarken lise hattâ ortaokul öğrenimi
görmüş olanların ideali ise en azından Ankara’da yaşamak. Ufku üzüm bağında ve
soğan, patates tarlasında başlayıp da kamyon kasasında biten Nevşehirli, henüz
at arabasıyla bağıra çağıra ‘pattis, suvan’ satmaya başlamadığı Başkent’te,
afili kasketi ve lacivert üniformasıyla, otobüse binenlerin ellerindeki bilet
denen kâğıtları ortasından yırtmaya benzer işleri meslek edinip evini
geçindirmeyi ve Ankaralı olmayı becerebiliyor. Hele bulduğu iş kâğıt yırtmanın
bir ileri aşamasına geçip de bir devlet dairesinde ‘hademe’ ya da bir mahkeme
kapısında ‘mübaşir’ olmaya uzanabilmişse artık işi iştir... Daha ilk günden
kolları sıvayarak Ankara’nın filanca semtinin kıyı köşesinde, daha önce
buralara yerleşmiş akrabaların ve yakınların da desteğiyle, yaratıcı Türk zekâsının
ürünü bir ‘gecekondu’ oluşturuluveriyor. Karısının kılundaki altın bilezikler,
burmalar, Reşat ve Cumhuriyet altınları gitmiş ne gam... Birkaç yıl sonrasının
hedefi de gündemden hiç düşmüyor; varsa memleketteki tarla tapanı satarak aynı
ya da benzer bir semtte iki oda bir salon, o günlerin moda deyimiyle ‘salon salamanje’
bir daire... İşte o zaman tam şehirli olunuveriyor ve memleketteki yakın
akrabanın, eşin dostun Ankara’ya daveti başlıyor.
Biraz ilerimizdeki Abidinpaşa ve
Balkiraz gecekondularla donanırken, Demirlibahçe hızla şehir dokusuna bürünüyor
ve büyüyor. Birbirine paralel beş-on sokağında Nevşehir’den göçmüş en az elli
aile yaşıyor. Biz, teyzemler, onların iki akrabası, benim çocukluk arkadaşım
Ayhan Gökalp ve ailesi, onların yakın akrabaları, birkaç yıl öncesine kadar
Nevşehir’de oto yedek parçacılığı yapan başka iki aile ile Sefercioğlular ve
daha adını anımsamadığım pek çokları... O yıllarda Bakırköy, Yeşilyurt ve
Bahçelievler’in de Nevşehirliler’in istilasında olduğunu biliyorum. Ve Başkent
serüvenim böyle bir ortamda başlıyor.
2 yorum:
Harika. Bu vesile ile blogunu keşfettim. Devamını heyecanla bekliyorum. Sevgiler.
Teşekkür ederim Sevgili Ali, göz atma fırsatı bulabildin mi bilmem; ilginç bazı anılarla karşılaşabilirsin. Sevgiler...
Yorum Gönder