Pazartesi, Temmuz 31, 2006

Perşembe, Temmuz 27, 2006

Aslanın midesindeki büyük lokma...

Bin dokuz yüz yetmiş eylülünün ilk günlerinden biri. Timuçin Yekta ile, Perşembepazarı’nın girişindeki holding binasından çıkmamızla, kendimizi Ziraat Bankası Karaköy Şubesi’nin görkemli girişinde bulmamız bir oluyor. Saat dördü geçiyor. Elimizde bizim için paha biçilmez değerde bir çek var. 25.000 liralık... Çeki bozdurup, bankalar kapanmadan parayı Ankara’ya ulaştırmak zorundayız. Şirketlerimizde çalışan arkadaşların gecikmiş ücretlerini alabilmeleri buna bağlı. Ayrıca, parayla birlikte onlara, işi aldığımız haberi de onlara ulaşmış olacak. Şansımıza, Ankara’dan yeni tayin olmuş bir memura rastlıyoruz. Büyük bir dayanışma örneği göstererek, parayı yıldırım telefon havalesiyle Ankara’ya gönderiyor. Derin bir nefes alıyoruz. Sonra da kendimize ayırdığımız birkaç yüz lirayla doğru Haydarpaşa’ya…


Pek keyifliyiz. Nasıl olmayalım ki, büyük lokmayı aslanın ağzından değil, midesinden almışız. Üstelik de üç günlük bir çalışmayla... Gar lokantasında karnımızı doyurup, yataklı kuşetli ne bulursak Ankara’ya döneceğiz. İçimiz içimize sığmıyor. Daha bir yıl önce kurulmuş ve Ankara’nın kıraç toprağında yeşerme savaşımı veren bir ajans kalkıp İstanbul’a geliyor ve sektörün büyükleri arasından dönemin en parlak işini alıp Ankara’ya dönüyor...

Çok değil, daha bir hafta kadar önce... Timuçin beni arıyor, Transtürk Holding’in önemli bir işi için derhal İstanbul’a gitmemiz gerektiğini, ayrıntıları yolda anlatacağını söylüyor. O akşam ilk trenle yola koyuluyoruz.

Burada bir “istitrad” (Aynı konudan olmayıp, sırası gelmişken söylenen söz... Tanzimat dönemi yazarlarından Ahmed Mithad Efendi’nin bu yöntemi çok kullandığı ve anlatımını kesip ‘dur karim’ diyerek dolaylı bir konuda sayfalarca bilgi verdiği bilinmektedir. Kari sözcüğünün okur anlamına geldiğini söylemeye bilmem gerek var mı?) yaparak, biraz Timuçin’den söz emek istiyorum. Timuçin zeki, çalışkan, inatçı, onuruna düşkün, inanılmaz derecede düzenli disiplinli biri... Annesiyle babası ayrıldığında, babasının Akkutay olan soyadını reddediyor ve annesinin kızlık soyadı olan Yekta’yı kullanmaya başlıyor. Onunla, 1959 yılında birtakım üniversiteli arkadaşımla Sinema Tiyatro Derneği’ni kurduğumuzda tanışıyorum. Aynı dönemde yayımlamaya başladığımız Sinema Tiyatro Dergisi’ne Fransa’nın ünlü Les Annales ve Chaier du Cinéma dergilerinden çeviriler yapıyor. Galatasaray Lisesi’ni, üstelik de annesiyle yalnız yaşadığı için çalışmak zorunda olduğu halde, birincilikle bitirmiş ve o zamanki adı Mülkiye olan Siyasal Bilgiler Fakütesi’nde okuyor. Siyasal Bilgiler’in sosyal etkinliklerinde hep ön planda. Özellikle geleneksel İnek Bayramlarının vazgeçilmez adamı... Üniversite yıllarında bir yandan da akşamları gece yarılarına kadar Anadolu Ajansı’nda Fransızca çevirmenlik yapıyor. Üniversiteyi bitirdiğinde de Devlet Planlama Teşkilatı Tanıtım Dairesi’nde çalışıyor. Gazetecilik yıllarımda ondan DPT ve beşer yıllık kalkınma planlarıyla ilgili altın değerinde bilgiler aldığımı hiç unutmuyorum.

Timuçin kumral, yumuk mavi gözlü, tıknaz, biraz fazla kilolu, tıkınmayı, özellikle İnegöl köftesi ve Kemalpaşa tatlısını çok seven biri. O İnegöl köftesi yerken hep şaşkınlıkla seyretmişimdir. Köfteyi çiğnemez, ağzında bir tur attırdıktan sonra yutar, hemen peşinden bir yenisini ağzına atardı. Aynı şey Kemalpaşa tatlısı için de söz konusuydu. Arabayla yaptığımız Ankara İstanbul ya da İstanbul Ankara yolculuklarında sırf İnegöl'de köfte ve Kemalpaşa tatlısı yiyebilmek için Bolu yerine Eskişehir yolunu kullanırdık. Onun iki sözünü hiç unutmam. Yaşamıyla ilgili bir sorundan söz ederken “Hayat lacivert pantolon gibidir; leke tutar, ütü tutmaz...” ya da “Hayat bayat bir ekmek gibidir; köfte yapılır, köfteyle yenmez” derdi.

Yıllar sonra onunla iş ortamında bir araya geliyoruz. Benim Odak Reklam adlı bir ajansım var. Timuçin ise Sada Sanayi Danışmanlık Limited Şirketi’nde genel müdür... Sada, DPT ‘nin kuruluşundan itibaren uzun yıllar Bölge Planlama Dairesi’nin başkanlığını üstlenmiş olan Teoman Baykal ve arkadaşlarının kurduğu ve o dönemde pazar-pazarlama araştırmaları, yapılabilirlik etüdleri ve yatırım projeleri alanının önde gelen kuruluşlarından. Sada Timuçin’in isteği ve aracılığıyla Odak’a ortak ve Odak’ta Sada’yı Timuçin Yekta temsil ediyor. Timuçin Yekta konusuna daha sonra yeniden döneceğim. Gelelim asıl konumuza...

Timuçin’in trende verdiği bilgiye göre Transtürk Holding bir ay kadar önce İstanbul’daki reklam ajansları arasında, sermayesinin 50 milyon liralık bölümünü halka açmak amacıyla çıkaracağı hisse senetlerinin satışı için bir konkur açmış. (Konkur sözcüğünü ilk kez ondan duyuyorum. O yıllarda konkur diye bir şey yoktu. Hatır gönül ilişkileri dışında kimse kimseye bedelini ödemeden reklam çalışması yaptıramazdı.) Holding’e bağlı bir şirket için genişleme projesi hazırlayan Sada, konkurdan haberdar olmuş ve katılmak istediğini bildirmiş. Holding ise, sürenin dolduğunu, ancak iyi ilişkiler içinde oldukları Sada için bir hafta ek süre tanıyabileceklerini belirtmiş. Timuçin’in edindiği bilgiye göre konkura İstanbul’daki dönemin en büyük ajansları katılmış. Sonradan bunların arasında Manajans, Repro, Radar Reklam, Fulmar ve Yeni Ajans’ın da bulunduğunu öğreniyoruz.

İstanbul’da bizi Perşembe Pazarı’nın girişindeki Transtürk Han’ın üst katlarından birinde genişçe bir toplantı odasına alıyorlar. Önce Holding Genel Sekreteri Selahattin Sirmen’le tanışıp, birlikte yorgunluk kahvesi içiyoruz. Daha sonra Yönetum Kurulu Üyesi ve Hukuk Danışmanı Yiğit Tahsin Okur, Mali işlerden sorumlu yönetim kurulu üyesi İbrahim Altınsoy (soyadını yanlış anımsıyor olabilirim), Ankara Temsilcisi Nazım Sengel ve Yönetim Kurulu Başkanı Fuat Süren odaya geliyorlar. Fuat Süren çok kısa ve genel bir bilgilendirmeden sonra Selahattin Sirmen’in bize Holding’e bağlı şirketleri ve tesisleri gezdireceğini, ayrıntılı bilgilerin dosya halinde hazırlandığını bildiriyor ve,

“Beyler biz bu kampanyaya çok önem veriyoruz. Bütün önemli ajanslardan çalışmalarını aldık. Çok başarılı eserler geldi önümüze. Gerçi Sada’yı bir başka işimiz vesilesiyle tanıyor ve takdir ediyoruz, ama Odak Reklam’ı hiç tanımıyoruz. Risk aldığımızı takdir edersiniz. Zaten çok geç kalmış durumdayız. Şimdi sizin hazırlanmanız için de bir haftayı daha kullanıyoruz. Bu gecikmeyi haklı gösterecek bir sonuçla geleceğinizden emin olmak istiyoruz” diyor. Koltuğumuzun altına aldığımız klasörle Holding binasından ayrılıyoruz. Selahhattin Bey akşama kadar hem İstanbul’la Gebze arasındaki tesisleri gezdiriyor, hem de sorularımıza yanıtlıyor. Kartonsan, Tezsan, Makina Takım Endüstrisi, Çelik Makina gördüğümüz tesisler arasında. Holding’e bağlı şirketlerin sayısı ise on iki...

Trenlerde yer bulamadığımız için Ankara’ya otobüsle dönüyoruz. Otobüs yolculuğunda oldum olası hiç uyuyamadığım için nerdeyse sabaha kadar düşünüyorum. Zolu bir işe soyunduğumuz kesin. O dönemde 50 milyon liralık hisse senedi satabilmek pek kolay değil. Çünkü ülkede tasarrufları yatırıma dönüştürmek gibi bir anlayış hemen hemen hiç yok. Elinde kullanmadığı üç beş kuruşu olan, parasını ya apartman dairesine yatırıyor ya da altın alıyor. Siyasal ortam alabildiğine gergin. Üniversiteler kaynıyor, sağ-sol çatışması giderek boyut kazanıyor. İnsanların geleceklerini riske atmamak için taşınmaza ve altına sığınmaları son derece doğal. O yıllarda olumlu gelişen tek şey, yurtdışında özellikle Almanya’da çalışan Türk işçilerinin yurda soktukları Alman Markları... Gerçi o Mark’lar da daha çok taşınmaza yatırılıyor ama, yavaş yavaş boy göstermeye başlayan işçi şirketleri nedeniyle sanayiye yatırım anlayışı o kesimde daha yaygın. Bunları düşünürken beynimde bir şimşek çakıyor. Yanımda mışıl mışıl uyuyan Timuçin’i dürtüp uyandırıyorum. Uykulu gözlerle anlamsız anlamsız yüzüme bakarken, otobüs gürültüsünü aşabilmek için kulağına yaklaşıp,

Alamancılar...” diyorum. Önce anlamıyor, Sonra parmağıyla da işaret ederek, “Not al...” diyor ve başını çevirip uyumaya devam ediyor. İçerliyorum. Ya uyku sersemi anlamadı, ya da anladı da önemsemedi diye düşünüyorum. Ama biliyorum ki o, aklına gelen her şeyi, atmaya kıyamadığı için küçücük parçalara böldüğü kâğıtçıklara yazar ve saklardı. Tabii ben not mot almıyorum ve uykusuzluğuma devam ediyorum. Ama galiba bu yaklaşımla hem işi alabiliriz, hem de Transtürk’ün 50 milyon liralık hisse senedini kolayca satarız, diye düşünmekten de kendimi alamıyorum. Zaten bize verilen hedef kitle tanımında yurtdışıdaki işçiler de var. Ama bence önemli olan, kampanyada ağırlığı onlara vermek...

Ertesi gün yorgunluğu ve uykusuzluğu üzerimizden atmadan, Sada’da toplanıp, stratejik bir çözüm arayışına giriyoruz. Zaman darlığının üzerimizdeki baskısı bizi iyice geriyor. Tartışmalar sırasında Türkiye’de ne sermayaye piyasası ne de borsa bulunmadığı, böyle bir kampanyanın yasal dayanaklardan yoksun kalıp sorun yaratacağı gibi görüşler ortaya atılıyor; ancak bunların bizim sorunumuz olmadığı sonucuna varılıyor. Sonuçta benim ortaya attığım görüş destekleniyor ve Alamancılara ağırlık verilmesi kararlaştırılıyor. Kampanyada ana mecra olarak basın kullanılacak, bu arada Transtürk’le birlikte yurtdışından ve içinden saptayacağımız 25.000 adrese yüklü bir postalama yapılacak. Basın ilanlarında hem tanıklığa yer verilecek, hem de Transtürk’ün ve iştiraklerinin sınai, ticari ve mali gücü vurgulanacak... Görev bölümü de yapılıyor. Sada bir rapor hazırlayacak ve 25.000 postalama için Tübitak’ın bilgisayarını (o zamanlar computer diyorduk) kullanabilme olanağını yaratacak, biz ise broşürün, basılı malzemelerin ve kampanya ilanlarının taslaklarını hazırlayacağız. Sonra da yeniden bir araya gelip raporu ve kampanyayı sunulabilir duruma getireceğiz.

Geceli gündüzlü hummalı bir çalışma sonunda bir haftalık süre dolmadan 40-50 sayfalık bir cilt hazırlıyoruz. O zamanlar sunum teknikleri henüz gelişmediği ve bizim zaman ve para yönünden olanaklarımız elvermediği için her şeyi bu 40-50 sayfalık cilt içinde topluyoruz. Öngördüğümüz ilan örnekleri, broşür kapağının ve birkaç sayfasının tasarımı vb... Bizden istenen bir tek şeye bu ciltte yer vermiyoruz. Transtürk Holding amblemi... Amblemin bugünden yarına kotarılabilecek bir şey olmadığını, kısa sürede böyle bir sorumluluğu üstlenemeyeceğimizi, iş bize verildiği takdirde en iyi çözümü sunacağımızı belirtiyoruz. İki kopya olarak hazırladığımız ciltler baştan sona siyah-beyaz. Üstelik metinler yüz gram birinci hamur SEKA (Şimdi yerinde yeller esen Türkiye Selüloz ve Kâğıt Fabrikaları A.Ş.) kâğıdına, ilan, broşür vb taslakları ise karton gibi kalın ve sert fotoğraf kâğıdına basılmış durumda. Biraz fazla araladığımızda cilt çatırdamaya ve sayfalar sırttan ayrılmaya başlıyor. Ve biz bu ciltleri Türk Hava yolları’nın o zamanlar“mesajeri” denilen kargo sistemiyle İstanbul’a gönderiyoruz.

Ciltlerin ellerine geçmesinden, fazla değil, bir gün sonra İstanbul’a davet ediliyoruz. Bunu, işi almaya yaklaştığımızın işareti olarak yorumluyoruz. Yine bir tren yolculuğu ve saat 10.00’da aynı grupla toplantı. Fuat Süren çalışmamızdan çok etkilendiğini söyleyerek söze başlıyor ve

Asıl beğendiğim yanınız, kendinize duyduğunuz güven” diyor ve aklımda kaldığı kadarıyla şöyle devam ediyor:

Şimdi ayıp olmasa size diğer çalışmaları göstermek istiyorum, ama bu doğru olmaz. Değerli reklamcı arkadaşlarımızın hemen hepsi, çok güzel ve ilk bakışta insanın gözünü alan grafik çalışmalar yapmış. Eşim de gördü ve birçoğunu çok beğendi. Siz ise, son derece mutevazı bir kitapçık koydunuz önümüze. Ama meselenin aslına nüfuz edip doğru teşhislerde bulunmuşsunuz. Bizim aradığımız da zaten buydu. Teşekkür ederim...

Timuçin’le gözgöze gelip, adeta kucaklaşıyoruz. Sonradan öğreniyoruz ki Fuat Bey'in eşi Leyla Hanım, Güzel Sanatlar mezunu bir sanatçı... O gün toplantı saat dörde kadar sürüyor. Tüm ayrıntılar konuşuluyor. Kaporo anlamında 25.000 liralık bir çek alıyoruz. İşe hemen başlayacağız ve döner dönmez bir sözleşme hazırlayıp göndereceğiz. Sözleşmenin imzasından sonra da, 3 milyon lira tutarındaki toplam bütçenin % 10’u, yani düşünebiliyor musunuz, 300.000 lira avans olarak ödenecek.

300.000 lira aklıma gelince bugün de o günkü kadar heyecanlandım. İzninizle, kampanyayı nasıl gerçekleştirdiğimizi bir başka yazımda anlatmaya çalışacağım.

Salı, Temmuz 25, 2006

Çarşamba, Temmuz 19, 2006

Ünlü bir sanatçının “art director”ü nasıl olunur?

Hemen her anı, yıl 1973... gibi başlar ya, ben de öyle başlayacağım.

Gerçekten yıl 1973... Ankara’da Devlet Planlama Teşkilatı’nın ilk uzmanlarından Timuçin Yekta ve Özkan Taner’le birlikte kurduğumuz OPA Şirketi’nin ortağıyım. Mithatpaşa Caddesi, 51 numaradaki apartmanın 11’inci katındaki işyerimizde yatırım projeleri, pazar, pazarlama, yapılabilirlik vb. araştırmaları yapıyoruz. Daha önce kapatmak zorunda kaldığım reklam ajansımdan arta kalan kimi dostların kitap kapağı, dergi, broşür, katalog gibi işlerini de üstlenmeyi sürdürüyorum. Bu nedenle bir ayağım sürekli İstanbul’da...

Cumhuriyet Gazetesi’nin bulunduğu Narlıbahçe Sokak’ta Reyo diye bir matbaa var. Onlar da üç ortak... Selçuk Batur, Ferit Erkmen ve Çağatay Anadol. Üçü de yakın dostum. Ankara’da hazırladığım işleri Reyo’da bastırıyorum. İşler, hem üzerinden para kazanabileceğimiz kadar hesaplı hem de nitelikli oluyor. Üstelik her gelişimde de, Ankara’ya dönüşler pek keyifli geçiyor. Tren yolculuğu ya Çiçek Pasajı’nda ya Kadıköy’de adını şimdi anımsayamadığım, pasaj içindeki bir balıkçı lokantasında ya da Haydarpaşa Garı’nın lokantasında başlıyor.

Bu arada üç yeni dost ediniyorum. Sami Şekeroğlu, Yücel Gürocak ve Bülent Erkmen. Her üçü de, bugünkü Mimar Sinan Üniversitesi’nin çekirdeğini oluşturan Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde çalışıyorlar. Yanlış anımsıyor da olabilirim... Bülent Erkmen belki de o yıllarda okulu bitirmek üzere olan bir öğrenci... Sami ve Bülent’le daha sonraki yıllarda dostluğum sürüyor ama, Yücel Gürocak nerelerde, ne yapar, hayatta mı değil mi bilmiyorum.

Bülent kısa bir süre sonra Genel Kurmay’da askerliğini yapmak üzere Ankara’ya geliyor. Ayşe’yle yeni evli. Çalışma saatlerinde karargahı Genel Kurmay, çalışma saatleri dışında OPA Şirketi... Dostluğun dışında ufak tefek işler de yapıyoruz. Mengen’de faaliyet gösteren bir işçi şirketi Gentaş’ın amblemi, sermaye toplama kampanyasının basılı malzemeleri vb.

Bu arada yine eski DPT’cilerden Kaya Mutlu OPA’nın hazırladığı ve uyguladığı seçim kampanyası sonucu Mersin Belediye Başkanı seçiliyor. Giriştiği pek çok yeniliğin yanı sıra Mersin’de bir festival düzenlemek istiyor. Konusunu, içeriğini ve biçimini birlikte oluşturuyoruz. Mersin Tekstil ve Moda Festivali. O yıllar için gerçekten hayal bile edilemeyecek nitelikte ve düzeyde bir festival büyük bir başarıyla hayata geçiyor. Halit Kıvanç’ın kulakları çınlıyor olmalı...

İşte Bülent burada devreye giriyor. Askerliği bitmiş ve İstanbul’a dönmüştür. Bu festivalin görsel kimliğini ondan istiyoruz. Olağanüstü güzel bir amblem yapıyor. Amblem sadece festival etkinliklerinin değil, kısa sürede Mersin’in ve Mersin’le ilgili pek çok işletmenin, kurumun simgesi haline geliyor.

Birkaç ay sonra Bülent beni arıyor, festival amblemini, o yılların en önemli grafik sanatlar yayını olan Graphis’in yıllığına göndermek istediğini söylüyor. Yaklaşık 6 ay kadar sonra tekrar arıyor ve Graphis’in 1975 yıllığını almamı ya da bulmamı söylüyor. Bulduğumda gözlerime inanamıyorum. Amblem yıllıkta yayımlanmış. Altında ise şunlar yazıyor. (Ayrıntıda yanlış yapmış olabilirim) Client: Mersin Municipality, Agency: Opa Organizasyon Pazarlama Araştırma Şirketi, Art Director: Şahin Tekgündüz, Designer: Bülent Erkmen...

Amblemi internette saatlerce aradım. Heyhat... Ancak, buraya taşınamayacak kadar kötü ve düşük çözünürlü bir örneğini bulabildim. Oysa sizlere sunmayı ne kadar isterdim. Bugün ünü Türkiye'nin sınırlarını aşmış bir grafik sanatçımızın “art director”u olma şanına hanginiz ulaşabildiniz?

Graphis Annual 1975’i olanlar ya da bulanlar için durum ayniyle vakidir. Ya da bu bilgi sevgili Bülent’e ulaşırsa belki de o gönderir amblemin aslını.

Pazartesi, Temmuz 17, 2006

İletişim öğretimi tam 41 yıl önce başlamıştı...

Geçenlerde, yönetim kurulu üyesi olduğum Reklamcılık Vakfı'nın her yıl düzenlediği Reklam Yaz Okulu'nda reklamda Türkçe konulu bir ders verdim. Yaklaşık üç saat süren ders boyunca elliye yakın öğrenciyle, sadece reklamda Türkçe değil, Türkçe'yle ilgili pek çok konuyu ve sorunu da konuştuk, tartıştık.

Çok mutlu oldum. Her şeyden önce Yaz Okulu'nun gerçekleştirildiği Bahçeşehir Üniversitesi'nin Beşiktaş Yerleşkesi'ne hayran oldum. Orada daha önce nasıl bir yapı vardı hiç anımsamıyorum, ama yaratılan ortama şaşmamak olanaksız.

Ben yıllar önce, İstanbul'un en güzel tarihi yapılarından birindeki İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde de iki dönem reklamcılık dersi vermiştim. Bugün ister istemez iki ortamı karşılaştırdım. O yıllarda sadece fiziki ortamı nedeniyle değil, bende yarattığı toplam algı sonucunda, üniversitelere olan inancım sarsıldığı için, dekanın ve öğrencilerimin tüm ısrarlarına karşın dersi sürdürmeyi kabul etmemiştim. Bugün ise, içinde bulunduğum ortamda öğrenci olabilmek için neler vermezdim neler diye düşünmekten kendimi alamadım.

Yönetim Kurulu üyesi olmama karşın, Reklamcılık Vakfı'nı, Reklam Yaz Okulu'nun işleyişinde gösterdiği profesyonellik düzeyi ve başarısı nedeniyle yürekten kutluyorum. Özellikle de yıllardır eğitim projelerinin sorumluluğunu üstlenen Ferah Afacan'ı...

Derse katılan öğrencilerin tümü, özellikle benim çok duyarlı olduğum doğru ve iyi Türkçe konusunda şaşılacak kadar tutarlı ve düzeyli görüşler ortaya attılar. Reklamlarda kullanılan çarpık ve yoz Türkçe konusundaki tepkileri ve eleştirileri beni duygulandırdı. Kitle iletişim araçlarında kullanılan Türkçe'yi eleştirmek için adeta birbirleriyle yarıştılar. Yıllar önce üniversitelere karşı duyduğum inançsızlık yerini anlamlı bir sıcaklığa bırakmaya başladı.

Dersin sonunda, beni altmışlı yıllara götüren bir gelişme oldu. Duygulandım. Benim de ilk mezunlarından olduğum Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi son sınıfında okuyan Gülden adında bir öğrenciyle uzun uzun sohbet ettik. Benim mezun olduğum okulda okumaktan duyduğu mutluluğu belirtti, yüreğim kabardı. Aynı sınıfta okuduğum ve yakın zamana kadar aynı fakültede öğretim üyesi olan Korkmaz Alemdar'ın ve İrfan Erdoğan'ın kulaklarını çınlattık. Bu arada Gülden, Doçent Nuran Yıldız'dan söz açtı. Ondan söz ederken gözlerinin içi parlıyordu. Özellikle Türkçe konusundaki bilgi düzeyini, sorumluluk anlayışını ve titizliğini anlattı. Ben Nuran Yıldız'ı yeterince tanımıyor olmanın rahatsızlığını belli etmemeye çalışarak, bundan böyle hem Sabah Gazetesi'ndeki köşesini dikkatle izleyeceğimi, hem de kitaplarını okuyacağımı söyledim. Pek sevindi. Ben de...

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi 1965 yılında Unesco’nun desteğiyle Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne bağlı Basın Yayın Yüksek Okulu olarak sessiz sedasız kuruldu. İletişim alanında Türkiye’nin ilk okulu idi. O yıllarda TRT Haber Merkezi’nde çalışıyordum. Okulun öğrenci alacağı haberini, MHP’li olmasına karşın çok rahat konuşup tartışabildiğim Günal Sayın adındaki arkadaşımdan öğrendim. Kimseye söz etmeden kafa kafaya verip, okula girmek için merkezi sistem sınavına katıldık. İkimiz de kazandık.

Haberin TRT Haber Merkezi’nde duyulması inanılmaz bir tepki yarattı. Başta servis şefimiz Muammer Yaşar Bostancı olmak üzere arkadaşların çoğu, kendilerini haberdar etmediğimiz için bizi topa tutmuşlardı. Sonuçta konu Gazeteciler Cemiyeti’nin gündemine kadar taşındı. O zamanki başkan Beyhan Cenkçi’nin özel girişimleri sonucunda gazetecilere iki ya da üç yıl üstüste kullanılmak üzere yirmişer kişilik özel kontenjan tanındı. Bu kez, o sınava da girip kazandık ve Basın Yayın Yüksek Okulu’nun ilk öğrencileri olduk.

O ilk sınıfta kimler yoktu ki... Şemsi Kuseyri, Selahattin Sonat, Muammer Yaşar, Erdoğan Tokatlı, Ertuğrul Özkök, Korkmaz Alemdar, İrfan Erdoğan, Esin Talu, Atilla Oray, Mustafa Gerçeker, İbrahim Cüceoğlu, Gökhan Evliyaoğlu, Gökçen Solok, Bilgin Adalı, Mustafa Ekmekçi, Teoman Erel, Baki Şehirlioğlu, aklıma geliveren isimler. Merkezi sınav sistemiyle kayıt olan öğrencilerle aramızda önemli yaş farkları vardı, ama anlaşmamızı ve arkadaşlık etmemizi hiç engellemedi.

TRT'ye komünist usulü sızıyoruz, ama sonuç başarısız...

Sabah saat dörde geliyor. Serin bir sonbahar havası. 1972’nin Kasımı. Duvar diplerinden, binaların gölgelerinden ses etmeden ilerlemeye çalışıyoruz. Sessizliği, zaman zaman uzaklardan gelen motor homurtularıyla erken öten birkaç horoz bozuyor. Onun dışında sadece yürürken ya da panikle apartman girişlerine sığınırken giysilerimizin çıkardığı hışırtıları duyuyorum. Tek sırayız. Ben en öndeyim. Arkamda Örsan, onun arkasında Tunca, sonra da Melih, Oğuz, Tevfik, Nezih, Tuncer ve Ali Rıza...

Birden durumumuzun komikliğini kavrıyorum. Aklıma, o yıllarda Tercüman Gazetesi’nde günlük tarihi romanlar çizen Şahap Ayhan geliyor. Gülmemek için çenelerimi kasıyorum. Orta Asya’dan Anadolu’ya akın akın gelen ve karşılaştıkları tüm gâvurları kılıçlarıyla kırıp geçiren Türklerin büyük kahramanlarından birini canlandırıyor. Belki de Tarkan’ı... O karelerden birkaçında da, düşmanın böyle bir gece baskını anlatıyor ve "Yağılar, hain karanlıkta ses çıkarmadan komünist usulü sürünerek Türk çadırlarına sızmaya çalışıyordu..." diyor. (Tümce tamıtamına böyle olmayabilir) Bu sözler dilimin ucuna gelir gelmez sessizce kıkırdıyorum. Kısık da olsa ses ettiğim için Örsan omuzuma dokunup uyarıyor. Dayanamayıp ona dönüyorum ve fısıltıyla, "Tam komünist usulü sızıyoruz..." diyorum. Bu defa aynı refleksi o gösteriyor, kıkırdamalar yayılıveriyor. Kendimizi, önünden geçtiğimiz bir iş hanının girişine atıyoruz. İpler koyuluveriyor ve herkes kasıklarını tuta tuta gülüyor. Gerçekten komünist usulü sızma eylemi beş on dakika içinde de olsa bizi öylesine germiş ki, makaraları koyuvermekten kendimizi alamıyoruz.

Saate bakıyorum, dörde beş var. Gitmek istediğimiz yer çok yakın ve saat dörtte yasak bitiyor. Büyük bir cesaret göstererek, Amerikan filmlerindeki olmazı olur kılan silahlı timlerin gözü pek komutanı gibi elimle, gidiyoruz işareti veriyorum ve yeniden sokağa çıkıyoruz. Sokaklarda ufak tefek hareketlenmeler başlamış bile. Zaten bu saatte yakalansak da durumu açıklamamız mümkün ama, tek açmazımız yedi sekiz kişi olmamız. Hani radyoevine falan yakın bir yerde enselensek, darbe yapmaya girişmekten idama kadar gidebiliriz. Durum korktuğumuz gibi gelişmiyor, ana caddeye çıkan köşedeki iki asker bizi gördükleri halde, tam nöbetten kurtulup askeri servisi beklerken başlarına iş açmamak için görmezden geliyorlar. O noktada dağılıp, her birimiz birkaç dakika arayla hedefe ulaşıyoruz. Hedef, Ziya Gökalp Caddesi’nin Mithatpaşa Caddesi’yle kesiştiği köşedeki Onar Han...

Daha önce Buğday Bank’ın ve Anadolu Bankası’nın genel müdürlüklerini barındıran Onar Han’da şimdi, tarihinin en heyecanlı dönemini yaşayan, TRT’nin reklam bölümü hizmet veriyor. Onar Han’da günlerdir hummalı bir faaliyet sürüp gitmekte. Türkiye’nin yeni yaşam ve eğlence kaynağı televizyon birkaç ay içinde reklam yayımlamaya başlayacak. Başlayacak ama, hangi saatlerde reklam yayımlanacak, reklamveren (ki o dönemde böyle bir kavram yoktu. Biz onlara fabrikatör ya da tüccar, daha da ilerisi patron derdik) ve reklam ajansları nasıl yer alacaklar, reklamlarını nasıl yayımlayacaklar?..

Bununla ilgil işartname hazırlanmış ve ilgilenen kuruluşlara bedeli karşılığında verilmişti. Buna göre reklamverenler ve reklam ajansları, şartnamenin eki olan formları doldurup, başvurunun yapılacağı gün ilgili servise kayıt ettireceklerdi. Başvurunun en ilginç ve dolayısıyla ilkel yanı da reklam yerlerinin başvuru sırasına göre verilmesiydi. İşte biz bu nedenle karanlıkta komünist usulü sızma yöntemiyle saat sabahın dördünde Onar Han’ın kapısına dayanmıştık. Ortalıkta kimsecikler yoktu. Hanın gece bekçisi bizi kapıda görünce pek şaşırdı. Önce içeri almak istedi, sonra vezgeçti. Adlarımızı bir kâğıda yazmasını ve böylece başvuru sırasını oluşturmasını istedik. Aklı yattı ve bir liste yaptı. Liste aynen şöyleydi:

Şahin Tekgündüz, Örsan Öymen, Tunca Yönder, Melih Aşık, Oğuz Tığlı, Tevfik Dalgıç, Nezih Danyal, Tuncer Özkan ve Ali Rıza Özdemir... İlk dört isim ve Nezih Danyal konusunda açıklama yapma gereğini duymuyorum, ama diğerlerinden biraz söz etmek isterim. Oğuz Tığlı çok başarılı bir fotoğrafçıydı. O dönemde, özellikle tiyatro fotoğrafları konusunda Ankara’nın en önemli ismiydi. Tevfik Dalgıç, benim kuzenimin Nevşehir’den çocukluk arkadaşıydı ve bir insanlık abidesi olan annesinin çamaşır yıkayarak ODTÜ’de okuttuğu, üstün zekâlı bir gençti. Şimdi pazarlama dalında profesör ve Las Vegas Üniversitesi’nde öğretim üyesi. Zaman zaman Türkiye’ye de davet edilir ve konferanslar verir. Yapıtları pazarlama konusunda çok önemli kaynaklar olarak değerlendirilir. Kuzenim Tuncer Özkan avukat oldu ve Aydın’ın Çine İlçesi’nde bir taşralı gibi yaşıyor. Ali Rıza Özdemir ise, yıllar önce son karşılaştığımda, Murat Karayalçın’ın yönetimindeki EGO işletmesinde tahsilat memuru olarak çalışıyordu.

Listeye adımızı yazdırdıktan sonra Ali Rıza’yı nöbetçi bırakıp Kızılay’a gittik. Ortalık yeni yeni uyanıyordu. Simit, çay ne bulduksa karnımızı doyurup, saat sekize doğru Onar Han’a döndük. Bizim gibi adını listeye yazdırıp dokuzda gelmek üzere ayrılanların yanı sıra orada bekleyenler de vardı. Dakikalar ilerledikçe kalabalık da artıyordu. Saat sekiz buçukta kapı açıldı ve içeri alındık. Kuyruk oluşmaya başlamıştı. Biz fazla dikkat çekmesin ve itirazlara neden olmasın diye araya başkalarının girmesine de olanak sağladık. Kuyruktakilerin büyük bölümü İstanbul’daki reklam ajanslarının temsilcileriydi.

Saat dokuzu gösterdiğinde arkada homurdanmalar, yüksek sesle TRT’yi ve yöntemini suçlamalar başlamıştı. Bunlardan birisi de Türkiye İş Bankası’nın reklam ve halkla ilişkiler görevlisi Hikmet Tartan’dı. Devlet Tiyatrosu sanatçısı Fikret Tartan’ın ağabeyisi.. Geç geldiği için çok gerilerde kalmış ve İş Bankası’nın beklentilerine uygun yerler alabilme şansı ortadan kalkmıştı. Hele ilk sıraları Ankara’daki bir reklam ajansının doldurduğunu öğrenince küplere bindi ve hışımla Reklam Dairesi Başkanı’nın odasına çıktı. Sonra öğreniyoruz ki oradan da genel müdürünü arayıp durumu açıklıyor ve TRT Genel Müdürü’nü aratarak, bu kepazeliğin açıklanmasını istiyor. TRT özerkliğini henüz tümüyle yitirmiş olmadığı için sayın genel müdüre gerekli yanıt veriliyor ve yapılacak bir şey olmadığı bildiriliyor.

Sonuçta Odak Reklam TRT reklam kuşaklarının yaklaşık yüzde seksenini kullanabilme şansını yakalıyor, ama beni de bir düşüncedir alıyor. Kayda geçen yerlerle ilgili teminatlar bir ay içinde yatırılamazsa, haklar yanıyor ve yerler bir sonra başvuranlara devrediliyor. Gerekli teminatları altalta topluyorum ve altından kalkmamızın olanaksızlığını görüyorum. Ortaklık önermek için başvurmadığım yer kalmıyor ama sonuç yok. Bu arada Odak Reklam’ın İnkılap Sokak’taki işyeri İstanbullu reklamcılarla dolup taşmaya başlıyor. Kimler yok ki? İlancılık’tan İzidor ve Yakup Barouh, Yeni Ajans’tan Afif Edemir ve Demir Parmaksızoğlu, Fulmar’dan Doğan Gündüz, yanlış anımsamıyorsam Pars’tan Pınar Kılıç ve Moran’dan Yüksel Dinçel ve Repro’dan Affan Başak…

İstanbullu reklamcıların beklentileri belli. Odak Reklam teminatları bulur da yerlerin sahibi olursa işbirliği yapmak, bulamazsa, bunun bir an önce anlayıp, yerlerin hangi ajanslara geçeceğini kestirebilmek, işbirliği arayışını oraya yöneltmek. Ama hiçbirisi de teminatlara katılmayı düşünmüyor. Bu arada Afif Erdemir ilişkiyi daha sıcaklaştırabilmek için bizden iki Arçelik filmi çekmemizi istiyor. 19 Mayıs Stadı’nda yarış ve şampiyonluk konseptiyle iki reklam filmi de çekiyoruz.

Sürenin dolmasına çok az kala, konuyu Tercüman Gazetesi’nin o dönemdeki Ankara Temsilcisi dostum Uğur Reyhan’a açıyorum. Bana Tercüman’ın patronu Kemal Ilıcak’la görüşmemi ve ortaklık teklif etmemi öneriyor. Hatta İstanbul’a birlikte gidiyoruz. Tercüman’ın Cağaloğlu’ndaki binasında Kemal Ilıcak’la bir araya geliyoruz. Yanında özel Danışmanı, eski Milli Birlik Komitesi Üyesi Şefik Soyuyüce ve dönemin ünlü gazetecilerinden, ki daha sonra Odak Reklam’ın İstanbul temsilciliği üstlendi, Erol Dallı da ver. Konuyu tüm ayrıntılarıyla anlatıyorum, son derece kârlı bir iş olduğuna ikna etmeye çalışıyorum. Saat 16.00’ya kadar değerlendireceğini ve o saate tekrar görüşmemiz gerektiğini söylüyor. Fakat heyhat… Kemal Ilıcak’ın yanıtı olumsuz, gerekçesi ise "çok parlak bir iş ama, bizim hiç anlamadığımız bir alan" oluyor. Ve, bir ay süren hayallerle birlikten yerlerin tümü uçup gidiyor…

Daha sonraki yıllarda TRT’de İstanbul Reklam saltanatını izlidekçe iç geçiriyorum ve hüzünleniyorum. Medyada reklam kuşağı kavgası 36 yıl önce böyle başlamıştı…

Turgay Betil unutulup gitti mi?

Odama hışımla girdi. Burnundan soluyordu. Ama ne burun ve ne soluma... Zaten olağandan büyük olan kanatları solumaktan yana açılmış, burnu iyice yassılmıştı. Şimdi aslana daha çok benziyordu. Ben onu zaten hep aslana benzetirdim. Nasıl mı? Ablak, köşeli ve büyük bir yüz düşünün. Uygun yerlerine, kuyrukları aşağı sarkmış, bebekleri gri ile ela arası iki kocaman göz yerleştirin. Göz kapaklarını ve üzerindeki kaşlarının uzun kıllarını da aşağı sarkıtın. Kirli sarı, düz, uzun ve yine aşağı sarkık düzensiz bıyıklarının altına, ince dudaklı geniş bir ağız yerleştirin, sonra da o kocaman yüzü, kulaklarını örtecek şekilde omuzlara kadar inen düz kumralla sarı arası saçlarla çerçeveleyin. Bu, onun sadece dış görünüşü, ama asıl aslana benzeyen yanı, bakışları. Hani belgesel filmlerde sakin sakin oturan aslanın gözlerindeki o umursamaz ama, meydan okuyan bakış var ya, işte onunki gibi... O da bu benzerliğin farkında olduğu için, bunu yeteri kadar kanyak (konyak değil, o yıllarda konyağı zaten tanımazdık ve tanısak da almaya gücümüz yetmezdi) içtiği keyifli anlarında keyifle kullanırdı. Yere çöküp, kalın ve küt parmaklı ellerini, aslanın pençeleri gibi tahta taburenin üzerine koyar, Metro Goldwyn Mayer aslanı gibi başını iki yana çevirerek öyle bir kükrerdi ki, biraz sonra bir Hollywood filminin jeneriği başlayacak gibi gelirdi bize. İnanılmaz bir taklit ve oyunculuk yeteneği vardı. Yanılmıyorsam bazı oyunlarda sahneye de çıkmıştı ve zaten küçük kardeş İstemi de tanınmış bir tiyatro oyuncusuydu.


Bir saat kadar önce, günlerdir özenle ve keyifle hazırladığı poster taslaklarını sunmak için Ankara’daki ünlü bir makarna fabrikatörü (şimdi büyük bir yanlışla, patronu yerine üretici diyoruz) olan Niyazi Mermutlu’ya gitmişti. Giderken pek keyifliydi, çünkü koltuğunun altındaki işler gerçekten çok güzeldi. Ama dönüşü pek keyifli olmadı. Elindeki dörde parçalanmış poster eskizlerini masamın üzerine fırlattı, sunturlu bir küfür savurarak:

- Çabuk bana kanyak aldır, yoksa birilerini hacamat etmek üzereyim, dedi.

Saat dördü geçiyordu ve kanyak zamanı gelmek üzereydi. Aralık kapıdan şaşkın bakışlarla bizi izleyen karanlıkodacı yeğenim durumu kavramış ve dışarı fırlamıştı bile. O homurdanmaya ve küfür etmeye devam ediyor:

- Ah ülen ah, annem beni bugünler için mi doğurdu; reklamcığın da, grafikerliğinin de, diye başlayıp ana avrat düz gidiyor.

- Ulan yumurtayı kıçının altından alırken tavuğa malzemesini mi soruyorlar?.. Üstelik bi de acırlar yumurtlarken kıçını yırtıyor diye. Bizim kıçımızın nasıl yırtıldığını soran mı var?..

Kanyağından birkaç yudum alıp sakinleşince olup bitenleri bir solukta anlattı. Efendim, makarnacı Mermutlu önüne konulan işleri çok beğenir, onu üstüste tebrik eder ve sonunda ne kadar ödeyeciğini sorar. Beş yüz lirayı duyunca da, masadan fırlayıp, daha önceki aşırı nezaketini telafi edercesine “Ne beş yüz lirası kardeşim, benim alnımda enayi mi yazıyor? Sen bunlar için kullandığın kâğıdın ve boyanın hesabını iyi yap, üzerine de elli lira koy, ancak onu öderim sana.” der. Donup kalan arkadaşımız verecek yanıt bulamayınca, gözlerini Mermutlu’nun gözlerine dikip bir süre bekler ve sonra tam kendine yaraşır bir tavırla masanın üstündeki göz nuru tasarımları alır, Mermutlu’nun engellemesine meydan bırakmadan ortalarından bir güzel dörde böler ve “Kâğıtlar da boyalar da yok oldu; böylece elli liradan da kurtuldun, eyü müüüü?” der ve kapıyı çarpıp çıkar.

Bu olay yıllar sonra, Reklamcılık Vakfı yayınlarının sorumlusu olarak yayımlanmasına katkıda bulunduğum, Joey Reiman’ın İyi Yaşamak İçin Yaratıcı Düşünmek adlı kitabı nedeniyle bir kez daha gözlerimin önüne serildi ve içim burkuldu. O kitapta da Reiman tıpatıp benzer bir olayı örnek olarak anlatır. O bölümü olduğu gibi aktarmaktan kendimi alamıyorum.

“Bir gün, o akşamki gala için çok acil olarak saçının yapılmasını isteyen bir kadın ünlü bir kuaförü evine çağırır. Kuaför, sadece bir kurdele ve bir fırça ile başyapıtını yaratmaya koyulur. Otuz dakika sonra saç yapılmıştır ve kadın gözlerine inanamaz. ‘Borcum ne?’ diye sorar. ‘2.000 Dolar’ diye yanıtlar kuaför. Kadın donup kalır. ‘Bu insafsızlık’ der. ‘Bir kurdele için size 2.000 Dolar veremem.’ Kuaför kurdeleyi hızla çeker. Başyapıt, karmakarışık bir saç yığını haline dönüşür. ‘Pekâlâ, kurdele için para istemiyorum’ der. Kadın yıkılmıştır.”

Düşünüyorum da, böylesine evrensel olan insan yapısının, sorun yaratmaktaki başarısını, çözüm üretmekte niçin gösteremediğini anlamakta güçlük çekiyorum.

Turgay olanları anlatırken ajanstaki bütün arkadaşlar odamdaydı. Gülelim mi, ağlayalım mı, şaşırıp kalmıştık. Oysa sözü edilen Mermutlu’yu dönemin aklı başında, sosyal demokrat, emeğin ne olduğunu bilen ve kimi değer yargılarına sahip birisi olarak tanırdık.

Reklamcılığa başlamadan önceki yıllarda uzun süre gazetecilik yapmıştım. Mesleğe, o dönemin en önemli yayın organlarından Akis Dergisi’nde başlamıştım. Orada tanıdığım ve ölümüne kadar en yakın dostlarımdan biri olan Hasan Hüseyin Korkmazgil, bu zatın, yani Niyazi Mermutlu’nun hemşehrisiydi. Yanlış anımsamıyorsam, Türkiye İşçi Partisi’ne yani emeği temsil eden partiye de parasal destekte bulunuyordu. Arada sırada Hüseyin’i davet eder, birlikte yiyip içerler, Hüseyin’e şiirlerini okuturdu. Hüseyin de, birlikte olduklarının ertesinde bana ballandıra ballandıra anlatır, o şair yanının inceliğiyle, Niyazi Mermutlu’yu ve benzerlerini idealize ederek, “Ulan domuz, umudunu yitirme, bu ülkede sosyalizmi işçi sınıfı tek başına kurmayacak. Amele, maraba, ırgat hamurundan gelen işadamı dolu etrafımız.” derdi. Aslında gerçekten de öyleydi. Sosyalizmin, komünizmin, ne denli çetin bir süreç olduğunu algılayamadığımız, karşımıza kimlerin nasıl dikileceğini kestiremediğimiz, 27 Mayıs olgusunu gerçek bir devrim gibi algıladığımız için, bizimle birlikte, sosyalizmle ilgisi olmayan pek çok sosyal adaletçi de TİP saflarında yer aldı. 27 Mayısçılardan Albay Muzaffer Karan’ın, dönemin ünlü avukatlarından Orhan Apaydın’ın TİP’e kazandırılması için peşlerinde nasıl koşturduğumuzu şimdi burnumun direği sızlayarak anımsıyorum. Görünüşe aldanmamalıydık.

O gece saatler ilerledikçe Turgay'ın öfkesi öyle bir şamataya dönüşmüştü ki, saat on bire kadar, Mermutlu odaklı espriler ve Turgay’ın şaklabanlıkları birbirini izledi. Çok mutluyduk, çok eğlendik. Evet, o, Turgay Betil’di. Türkiye’nin yetiştirdiği grafik sanatçılarının en yeteneklilerinden biriydi. Altı aydır birlikte çalışıyorduk. Bir yıl kadar önce Ankara’ya yerleşmiş, Savaş İncer, Oğuz Tığlı ve Korkut’un (soyadını anımsayamadığım için üzgünüm) kurduğu Grafika adlı bir grafik atölyesinde çalışıyordu. Tanıştığımızda, iş arkadaşlarının yeterince profesyonel olmadığından, oysa Ankara’da çok verimli bir iş ortamı bulunduğundan, ama bunu onlara anlatamadığından yakınıyor ve arayış içinde olduğunu söylüyordu. Çok kısa bir süre sonra Oğuz Tığlı ile birlikte benim ajansıma katıldılar. Birlikte çok keyifli işler yaptık.

Pazar, Temmuz 16, 2006

Yedi şişe Çubuk şarabı ve bir itiraf...

Yeni siteme ilk yazımı yazıyorum. Adı Mahzen olan bir sitenin ilk yazısında şarap tadı olmazsa olur mu? Ne var ki, sözü geçen şarabın tadı, kalitesinden değil, eşlik ettiği ve benim için paha biçilmez değer taşıyan bir anıdan..

Saat pazar sabahının yedisiydi. Koca meyhanede iki kişiydik. On sekiz saatlik yorgunluğun üzerine dört saattir konuşuyor, küfürler ediyor, şiirler okuyor, mezemsi bir şeyler tırtıklıyor ve su gibi şarap içiyorduk. Gittikçe gerginleşiyordu. Yeni bir şeyler söyleyeceğinden emindim. Kısa bir sessizlikten sonra Çubuk şarabıyla dolu bardağından birkaç yudum daha içti. Masanın üstündeki elimi sıkıca tutup, kanlanmış gözlerini gözlerime çivi gibi dikti, “Ulan domuz, şimdi ağlayabilirim, sakın şaşırma!” dedi. Tepkimi ölçmek için bir iki saniye daha gözlerimin içine öyle baktı. Göz bebekleri titriyordu. Evet, nerdeyse ağlayacaktı. Elimi daha da sıkıp “Pis komünist, ben seni hep polis zannettim. Nerdeyse daha düne kadar... Eşşekliğime doymayım. Senin gibi güzel insanı polis zannetmek... Ağzımıza sıçtılar, gölgemizi bile bize düşman ettiler.” dedi. Şimdi gerçekten ağlıyordu. Ellerimiz iyice kenetlendi. Benim de gözlerim doldu ama ağlamadım. Son bir kez daha şarap bardaklarımızı tokuşturduk. Bu itiraftan sonra ikimizin de söz söyleyecek hali kalmamıştı.

Garsonu çağırıp hesap istedik. Yediklerimizin dışında hesabın en önemli kalemi, masanın yanında toprak zemine sıralanmış yedi tane boş Çubuk şarabı şişesiydi. Yer Ankara Rüzgârlı Sokak’taki Hafız’ın meyhanesi, beni polis sandığını itiraf eden de şair ve mizah yazarı Hasan Hüseyin Korkmazgil’di. Ve benim polis olmamdan kuşkulanması o kadar doğaldı ki... O günlerde herkes birbirine, “sakın polis olmasın” diye kuşkuyla bakıyordu.

Hasan Hüseyin’le 1960 yılının son aylarında tanıştım. Daha Mamak Muhabere Okulun’da yedek subaydım ve Nijat Özön bıraktığı için, Akis Dergisi’ne film eleştirileri yazıyordum. Hasan Hüseyin ise derginin redaktörü idi. Cumartesi günleri yazımı ona bırakır, birkaç cümle konuştuktan sonra ayrılırdım. 1960 yılıyla birlikte askerlik görevim sona ermiş, 1961’in ilk günlerinde Akis Dergisi’nde kadrolu muhabir olarak çalışmaya başlamıştım. Metin Toker dışında dergide Doğan Avcıoğlu’nun ağabeyi Hamdi Avcıoğlu, o dönemin ünlü gazetecileri Atilla Bartınlıoğlu, Kurtul Altuğ ve redaktör Hasan Hüseyin Korkmazgil vardı.

Korkmazgil’le kısa sürede dost olduk. Ortak dostlarımız şair Sunullah Arısoy ve ressam Hakkı Torunoğlu dostluğumuzu iyice pekiştirdi. Ben haftanın hemen her günü dergide Hasan Hüseyin’le birlikteydim. O, Metin Toker dahil, dergiye giren tüm yazıları, inanılmaz bir titizlikle didik didik eder, yanlışlarını düzeltir ve dil bütünlüğüne ulaştırırdı. Benim Türkçe konusundaki duyarlılığım o dönemde başladı. Ona çok şey borçluyum. Çünkü o, büyük bir dil ustasıydı ve dili şair ustalığıyla kullanırdı.

Hasan Hüseyin’le öylesine çok şeyi paylaştık ki... Bunları sırası geldikçe yazacağım. Bu yazımda onun Akis’teki ilk döneminden ve “şiir doğurma” sancılarından söz etmek istiyorum. Akis Dergisi’nde tamgün çalışmaya başlamıştım. “İstihbarat” için dışarda olmadığım saatlerde hep Hasan Hüseyin’le birlikte oluyordum. Hapisten kısa bir süre önce çıkmış ve Sunullah Arısoy’un aracılığıyla Akis’te çalışmaya başlamıştı. Mahkûmiyet psikolojisinin ağır baskısı hâlâ üzerindeydi. Paranoya derecesinde kuşkulu, ürkek ve tedirgindi. Masanın üzerindeki o siyah Ericsson telefon çalmaya başladığında önce çevresine bakınır, telefona elini uzatıp geri çeker, “Beni mi, beni mi?..” diye sorar, mecbur kadığı için ahizeyi kaldırıp bir süre konuşmadan kulağına tutar, karşıdan gelen sese göre konuşmaya karar verirdi. Böyle durumlarda yakınındaysam telefonu ben açardım. Baskıcı devletin en değerli ve güçlü kişilikleri bile nasıl ezdiğinin bundan daha açık bir örneği bulunamazdı.

Ama Hüseyin’in devrimci kişiliği, şair yaratıcılığı ve yılların baskısının yarattığı direnci bu tutukluğu kası sürede geride bırakmasını sağladı. En önemli şiirlerini ve kitaplar dolduran mizah öykülerini o dönemde yazdı. Ben onun yeni bir şiire ne zaman başladığını ve ne zaman bitirdiğini çok iyi bilirdim. Bazan günlerce burnundan solurdu. Sorulanlara yanıt vermez ya da tersler, odasına kapanıp saatlerce içerde kalır, sabahları işe kan çanağına dönmüş gözlerle gelir ve kimseyle konuşmazdı. Bilirdim ki yeni bir şiiri doğurmak üzere...

Sonra bir sabah yüzünde güller açarak gelirdi. Artık o eski Hüseyin gitmiş, yerine gözlerinin içi gülen ve önüne gelene takılıp espriler yapan mutlu biri gelmiştir. İşte o zaman patlatırdım sorumu: “Doğurdun mu?..” Önce öfkelenir, sonra “Ne sanıyorsun? Doğurdum tabii, nur topu gibi...” derdi ve kolumdan tutup odasına çeker ve başlardı okumaya:

güneşse güneş benim beyoğlubeyler
topraksa toprak benim beyoğlubeyler

bir şey var anlamadığım bu sokaklarda

eski saraylarda bu yeni saltanatlar

saksılarda çiçek diye kızgın namlular

demirin kömürün petrolün kalleşliği

bir şey var anlayamadığım bu sabahlarda

kayguysa kaygu benim beyoğlubeyler

bayramsa bayram benim beyoğlubeyler

ya siz kimsiniz

...............
...............

O yıllarda yazdığı en önemli şiirlerden biri, bin dizelik bir destan olan Kızılırmak'tı. Hüseyin’in Kızılırmak’ı doğurması en az üç ay sürdü. Şiirin bittiği günü ve devamını anımsıyorum da yaşadığımız ortak mutluluk, gerçekten buraya taşınacak kadar büyüktü. Kitabın ilk ve ikinci baskısının kapaklarını ben yaptım.

O destan şiiri ilk kez benim evimde Grundig 23 ses kayıt cihazına okudu. O şiiri okurken bir yandan Çubuk şarabı içtik, bir yandan onun fotoğraflarını çektim. Yalçın Cerit, Nihat, Nevzat, Rüştü Asyalı kardeşler, Orhan Suda ve daha birileri... O fotoğraflar ve ses bandı 12 Mart kargaşasında yok oldu gitti. Ama çektiğim fotoğraflar hâlâ Hasan Hüseyin’le ilgili kitapları ve kapaklarını süslüyor. Hey gidi Hasan Hüseyin hey... Polis kuşkusuyla başlayan ve yıllar süren dostluğun unutulabilir mi? Senin hakkında daha çok şeyler yazacağım.