Salı, Kasım 21, 2017

Başkentte bir taşralı


            Eski Ankara’yı bilmem bilir misiniz? En güzel yirmi beş yılım orada geçtiği için ben çok iyi bilirim ve çok severim; şimdiki Gökçeklisinden nefret ettiğim kadar...

            Yarım yüzyılı aşkın bir geçmişten, ellili yılların ortalarından söze başlıyorum. Kasabalıktan çıkıp, insanları yabancılaştıran ve yalnızlaştıran, ilişkileri yozlaştıran o hantal ucubeye henüz dönüşmemiş, ölçülü, saygılı ve edepli bir kentten... Hani şimdilerde ‘baskısı’ insanı ürküten ‘mahalle’ yaşamının o dönemde yansıttığı insan sıcaklığıyla yoğrulan bir kentten... 

            O yıllarda henüz kentleşmeye adım atamamış kavruk bir Anadolu kasabası olan Nevşehir’den yeni göçmüşüz Ankara’ya. Bir küçük memur olan babam, o kavruk kasabada sıfırı tükettiği için beni üniversitede okutabilmek bahanesiyle, ne edip edip, aile dostumuz ve ortaokuldan hocam İsa Coşkuner’in desteğiyle Devlet Tiyatrosu’nda bir iş bulup, başkentimize kapağı atmayı başarmış. Demirlibahçe Gönül Sokak’ta, çocuk kakası rengindeki Uluoğlakçı Apartmanı’nın, sonradan belli ki rüşvet gücüyle iki odalı iki katlı uyduruk bir konuta dönüştürülmüş şantiyesinin alt katında oturuyoruz. Babamın geliri ancak elli beş liralık ev kirasına yetebildiği, hattâ yetemediği için, siz deyin kırk, ben deyim elli metrekarelik, rutubetten pasaklı kasaba hamamları gibi kokan, karafatmaların, hamam böceklerinin ve farelerin cirit attığı garip bir yerde yaşıyoruz. Ama başkentteyiz ya, hayatımızdan da pek memnunuz. Birkaç yıl önce Nevşehir’in soylu ve varlıklı ailelerinden Atâbeyler’e kazara gelin giden küçük teyzem, aynı sokaktaki Gönül Apartmanı’nın üçüncü katında pırıl pırıl bir dairede yaşıyor. Aslında teyzemin kocası Tevfik Enişte de babam gibi sıradan bir memur, Devlet İstatistik Enstitüsü’nde çalışıyor, ama onlar aileden varlıklılar ve daha konforlu bir yaşam sürdürüyorlar. Ne var ki, ilginçtir bu büyük farka rağmen, hiç de kıskançlık duygusu yaşamıyoruz; ya da annemle babam yaşıyor da ben farkında değilim.

            Bilincimde ve belleğimde kentlileşmenin ilk izleri bu apartman dairesinin ve çevresinin görüntüleri ve oradaki yaşam biçimiyle çizilmeye başladı diye düşünürüm hep. Birkaç yıl öncesine kadar teyzem ve kocası da bizim gibi birer taşralıydı. Ama, kentin, insanı esir alıp içinde yoğurmaya başlayan o gizemli havasının tadına daha önce varıp, sanki kırk yıldır apartmanda yaşıyormuşçasına içinde buludukları konforu ve lüksü doğal karşılamalarını hayranlıkla izlerdim. Ve inanıyordum ki insanın en güçlü refleksi iyiye ve olumluya uyum sağlamaktı. Bir süre kaymaktan korkarak bastığım, siyah beton ve içindeki kemik rengi çakıl kırıntılarıyla oluşturulmuş cam gibi parlayan karo döşeli koridorlarda ve adının tahta değil de parke olduğunu yeni öğrendiğim, çapraz döşenmiş, pırıl pırıl cilalı, küçük kahverengi dikdörtgenlerle kaplı odalarda yumuşacık terlikleriyle dolaşmalarını çaktırmadan izliyor, bir gün ben de böyle yaşayacağım diye düşünüyordum. Hele bizim evimizden sonra mis gibi lavanta ve sabun kokan havluların asılı olduğu banyolarına girip o buzlu camın arkasındaki nikelaj kaplı duş ve banyo musluğu ile dev bir ayakkabıya benzettiğim süt beyazı banyo küvetini görmüyor muydum, heyecandan boğazım düğümleniyordu. O, akşamları arka cephedeki geniş balkonun loş ışığında, yakındaki açıkhava sinemasının rüzgârda dalgalanarak gelen iç gıdıklayıcı sesin ve porselen tabaklardaki yemeklerimizi çatal bıçak tıkırtılarıyla yerken duyduğum anlatılamaz hazzın, modernleşmenin istimi olduğunu nereden bilebilirdim. Ama şimdi anımsıyorum da, o güdünün benim içimde yıllardır gizli gizli uyuduğunu, küçük bir ışıkta filizlenmekten geri kalmadığını görüyorum.

            Düzgün ve şık giyimin ne anlama geldiğini de o günlerde Tevfik Enişte’yi gözleyerek öğrendim ama olanaksızlıklar yüzünden uzun yıllar kendimde uygulayamadım. İnce yapılı bir adamdı Tevfik Enişte. Giydiklerini öylesine yakıştırırdı ki, bugünün ünlü mağazalarının vitrinine koyun, çiçek bozuğu yüzü dışında, en değerli ve pahalı giysileri sergileyen mankenlerden biri sanırdınız. Bıçak gibi ütülü pantolonu, kolalı gömleği, özenle bağlanmış kravatı, bedenine kalıp gibi oturmuş düğmeleri ilikli ceketi ve her zaman pırıl pırıl boyalı ayakkabılarıyla hayranlıkla izlerdim onu. Üstelik o yılların toz ve çamur bataklığı halindeki sokaklarında yürümesine rağmen bir parça toz ve çamur bulaşmayan pabuçlarının sırrını bir türlü çözemezdim. Teyzem, büyük bir kıvançla, “Teyfik yolda yürümez ki, tozların taşların üzerinden seke seke gelip gider” derdi.

            Biraz önce, modernleşme (o yıllarda asrileşme denilirdi) tutkumun o dönemde filizlenmeye başladığını söylemiştim. Şimdi birkaç yıl öncesine dönmek istiyorum. Niğde Lisesi’nde yatılı okuyorum. Yemeğin beyaz muşamba örtülü masalarda ve ayrı tabaklarda yendiğini ilk kez orada görüyorum. Arada bir, hafta sonlarında evlerine davet edildiğim eski bir aile dostundaki bembeyaz örtülü masada çiçek desenli porselen tabaklardan çatal bıçakla, hatâ yapmama çabasıyla ter dökerek yediğim yemeklerin içimde yarattığı girdapları hiç unutamıyorum. Sonra yazın Nevşehir’e döndüğümde zavallı babamı zorlayarak ‘Binbirçeşit Mağazası’ndan veresiye (o yıllarda taksit kelimesi nedir bilmezdik. Parası olmayanlar, aldıklarının bedelini veresiye defteri denilen deftere yazdırır, ödediğinde de borcun üzerini sabit kalemle çizdirirdi) aldırdığım porselen tabakları, masamız olmadığı için bir yerlerden bulup buluşturduğum birkaç kalasın altına inşaat taşları yerleştirerek yaptığım yemek masasını, üzerinde aslan desenleri bulunan küçük halı minderlerle oturulabilir duruma getirdiğim boş gazyağı tenekelerinden tabureleri ve annemin çok bulaşık çıkıyor itirazlarına rağmen, yaratıcılığım sayesinde babamı keyiflendiren ayrı tabaklarda yemek yeme lüksünü nasıl hayata geçirdiğimi hiç unutabilir miyim? Gazyağınan ve gazyağı tenekesinin ne demek olduğunu bilmeyenler için ansiklopedik değer kazanmış bir bilgiyi aktarayım. O yıllarda yemekler genellikle gazocağı dediğimiz, deposuna bağlı küçük bompayla hava basarak, ortasındaki kısa borunun tepesindeki, çevresi küçük deliklerle dolu  hazneye püskürttüğümüz, tıpkı bugünkü tüpgaz ya da doğalgaz ocaklarındakine benzer mavi bir alevle yanan ateşte pişirilirdi yemekler. Yaklaşık yirmi litrelik beyaz tenekelerde satılan gazyağı ise benzinle mazot arasında yer alan bir petrol türevi idi. Elektrik şebekeleri gelişmeden önce ise aydınlatma, genellikle gazlambası dediğimiz turuncumsu, cılız ve kirli bir ışık veren lambalarla, biraz varlıklı ortamlarda ise yine gazyağı ile kullanılan, beyaz ve daha parlak ışık veren “lüks” lambalarıyla sağlanırdı.

            İşte Demirlibahçe Gönül Sokak’taki Gönül Apartmanı’nın üçüncü katı, içimdeki iflah olmaz modernleşme güdüsünü bir kez daha filizlendiriyor ve yeni bir yaşama doludizgin girme cesaretimi için için ateşliyor.

            Elli beş liralık kiraya ve düşük mü düşük yaşam düzeyimize rağmen kazancı yetmediği için babam, tabii gene İsa Bey’in aracılığıyla, Devlet Tiyatrosu’nda bana da bir iş kotarıyor. İmalat memurluğu... Benim üniversitede okumam için Ankara’ya göçmemize rağmen çalışmak zorunda kalmam, her dönemin geçer akçesi olan ‘okuyarak ve çalışarak aileye destek olma’ formülüyle çözülüveriyor... İki yıl gidip geldiğim ama ikinci sınıfının yüzünü bile göremediğim, devam zorunluluğu olmayan Hukuk Fakültesi’nde öğrenciyim sözde. Oysa bayram balonları gibi üç beş zıplamada sönen idealim, Güzel Sanatlar Akademisi ya da Devlet Konservatuvarı... Babam beni, sınavlarına girebilmem için birkaç günlüğüne bile İstanbul’a gönderemediği için, bahaneyi ve teselliyi, bu konuda sanki derin ve şaşmaz bir bilgiye sahipmiş gibi,  “oğlum hangi ressam tok ölmüş bu dünyada” sözlerinde buluyor ve Akademi’den elimi yüzümü yıkıyorum. Konservatuvar ise zaten doğma büyüme bir taşralıya kapılarını açması, cennetin şeytana kapılarını açmasından farksız olduğu için derhal gündemden düşüyor ve iki yıl sürecek üniversiteli rolü oynamak üzere amfide yer bulabilmek için sabah ezanıyla evden çıkıp Hukuk Fakültesi’nin yolunu tutmaya başlıyorum.

            Ankara o yılların Anadolu’dan en fazla göç alan kenti. Bütün iş olanakları orada... Her geçen gün hantallaşarak büyüyen devlet bürokrasisinin yarattığı geniş iş alanı, kasabaların kendini devlette çalışmaya layık görenlerini mıknatıs gibi çekiyor. İstanbul’un taşının toprağının altın olduğu biliniyor bilinmesine ama orayı, genellikle gözü daha yükseklerde olup ticaret yaparak şehirlileşenler tercih ediyor. Devlet babanın mesken tuttuğu Anadolu’nun göbeğindeki Ankara ise, ufku daha sınırlı olanlara göz kırpıyor. Yapılanma çabası içindeki fakir devletin düşük ücretlerle çalışacak memur ihtiyacı her geçen gün artarken lise hattâ ortaokul öğrenimi görmüş olanların ideali ise en azından Ankara’da yaşamak. Ufku üzüm bağında ve soğan, patates tarlasında başlayıp da kamyon kasasında biten Nevşehirli, henüz at arabasıyla bağıra çağıra ‘pattis, suvan’ satmaya başlamadığı Başkent’te, afili kasketi ve lacivert üniformasıyla, otobüse binenlerin ellerindeki bilet denen kâğıtları ortasından yırtmaya benzer işleri meslek edinip evini geçindirmeyi ve Ankaralı olmayı becerebiliyor. Hele bulduğu iş kâğıt yırtmanın bir ileri aşamasına geçip de bir devlet dairesinde ‘hademe’ ya da bir mahkeme kapısında ‘mübaşir’ olmaya uzanabilmişse artık işi iştir... Daha ilk günden kolları sıvayarak Ankara’nın filanca semtinin kıyı köşesinde, daha önce buralara yerleşmiş akrabaların ve yakınların da desteğiyle, yaratıcı Türk zekâsının ürünü bir ‘gecekondu’ oluşturuluveriyor. Karısının kılundaki altın bilezikler, burmalar, Reşat ve Cumhuriyet altınları gitmiş ne gam... Birkaç yıl sonrasının hedefi de gündemden hiç düşmüyor; varsa memleketteki tarla tapanı satarak aynı ya da benzer bir semtte iki oda bir salon, o günlerin moda deyimiyle ‘salon salamanje’ bir daire... İşte o zaman tam şehirli olunuveriyor ve memleketteki yakın akrabanın, eşin dostun Ankara’ya daveti başlıyor.


            Biraz ilerimizdeki Abidinpaşa ve Balkiraz gecekondularla donanırken, Demirlibahçe hızla şehir dokusuna bürünüyor ve büyüyor. Birbirine paralel beş-on sokağında Nevşehir’den göçmüş en az elli aile yaşıyor. Biz, teyzemler, onların iki akrabası, benim çocukluk arkadaşım Ayhan Gökalp ve ailesi, onların yakın akrabaları, birkaç yıl öncesine kadar Nevşehir’de oto yedek parçacılığı yapan başka iki aile ile Sefercioğlular ve daha adını anımsamadığım pek çokları... O yıllarda Bakırköy, Yeşilyurt ve Bahçelievler’in de Nevşehirliler’in istilasında olduğunu biliyorum. Ve Başkent serüvenim böyle bir ortamda başlıyor.

2 yorum:

Unknown dedi ki...

Harika. Bu vesile ile blogunu keşfettim. Devamını heyecanla bekliyorum. Sevgiler.

Şahin Tekgündüz dedi ki...

Teşekkür ederim Sevgili Ali, göz atma fırsatı bulabildin mi bilmem; ilginç bazı anılarla karşılaşabilirsin. Sevgiler...