Bin dokuz yüz yetmiş eylülünün ilk günlerinden biri. Timuçin Yekta ile, Perşembepazarı’nın girişindeki holding binasından çıkmamızla, kendimizi Ziraat Bankası Karaköy Şubesi’nin görkemli girişinde bulmamız bir oluyor. Saat dördü geçiyor. Elimizde bizim için paha biçilmez değerde bir çek var. 25.000 liralık... Çeki bozdurup, bankalar kapanmadan parayı Ankara’ya ulaştırmak zorundayız. Şirketlerimizde çalışan arkadaşların gecikmiş ücretlerini alabilmeleri buna bağlı. Ayrıca, parayla birlikte onlara, işi aldığımız haberi de onlara ulaşmış olacak. Şansımıza, Ankara’dan yeni tayin olmuş bir memura rastlıyoruz. Büyük bir dayanışma örneği göstererek, parayı yıldırım telefon havalesiyle Ankara’ya gönderiyor. Derin bir nefes alıyoruz. Sonra da kendimize ayırdığımız birkaç yüz lirayla doğru Haydarpaşa’ya…
Pek keyifliyiz. Nasıl olmayalım ki, büyük lokmayı aslanın ağzından değil, midesinden almışız. Üstelik de üç günlük bir çalışmayla... Gar lokantasında karnımızı doyurup, yataklı kuşetli ne bulursak Ankara’ya döneceğiz. İçimiz içimize sığmıyor. Daha bir yıl önce kurulmuş ve Ankara’nın kıraç toprağında yeşerme savaşımı veren bir ajans kalkıp İstanbul’a geliyor ve sektörün büyükleri arasından dönemin en parlak işini alıp Ankara’ya dönüyor...
Çok değil, daha bir hafta kadar önce... Timuçin beni arıyor, Transtürk Holding’in önemli bir işi için derhal İstanbul’a gitmemiz gerektiğini, ayrıntıları yolda anlatacağını söylüyor. O akşam ilk trenle yola koyuluyoruz.
Burada bir “istitrad” (Aynı konudan olmayıp, sırası gelmişken söylenen söz... Tanzimat dönemi yazarlarından Ahmed Mithad Efendi’nin bu yöntemi çok kullandığı ve anlatımını kesip ‘dur karim’ diyerek dolaylı bir konuda sayfalarca bilgi verdiği bilinmektedir. Kari sözcüğünün okur anlamına geldiğini söylemeye bilmem gerek var mı?) yaparak, biraz Timuçin’den söz emek istiyorum. Timuçin zeki, çalışkan, inatçı, onuruna düşkün, inanılmaz derecede düzenli disiplinli biri... Annesiyle babası ayrıldığında, babasının Akkutay olan soyadını reddediyor ve annesinin kızlık soyadı olan Yekta’yı kullanmaya başlıyor. Onunla, 1959 yılında birtakım üniversiteli arkadaşımla Sinema Tiyatro Derneği’ni kurduğumuzda tanışıyorum. Aynı dönemde yayımlamaya başladığımız Sinema Tiyatro Dergisi’ne Fransa’nın ünlü Les Annales ve Chaier du Cinéma dergilerinden çeviriler yapıyor. Galatasaray Lisesi’ni, üstelik de annesiyle yalnız yaşadığı için çalışmak zorunda olduğu halde, birincilikle bitirmiş ve o zamanki adı Mülkiye olan Siyasal Bilgiler Fakütesi’nde okuyor. Siyasal Bilgiler’in sosyal etkinliklerinde hep ön planda. Özellikle geleneksel İnek Bayramlarının vazgeçilmez adamı... Üniversite yıllarında bir yandan da akşamları gece yarılarına kadar Anadolu Ajansı’nda Fransızca çevirmenlik yapıyor. Üniversiteyi bitirdiğinde de Devlet Planlama Teşkilatı Tanıtım Dairesi’nde çalışıyor. Gazetecilik yıllarımda ondan DPT ve beşer yıllık kalkınma planlarıyla ilgili altın değerinde bilgiler aldığımı hiç unutmuyorum.
Timuçin kumral, yumuk mavi gözlü, tıknaz, biraz fazla kilolu, tıkınmayı, özellikle İnegöl köftesi ve Kemalpaşa tatlısını çok seven biri. O İnegöl köftesi yerken hep şaşkınlıkla seyretmişimdir. Köfteyi çiğnemez, ağzında bir tur attırdıktan sonra yutar, hemen peşinden bir yenisini ağzına atardı. Aynı şey Kemalpaşa tatlısı için de söz konusuydu. Arabayla yaptığımız Ankara İstanbul ya da İstanbul Ankara yolculuklarında sırf İnegöl'de köfte ve Kemalpaşa tatlısı yiyebilmek için Bolu yerine Eskişehir yolunu kullanırdık. Onun iki sözünü hiç unutmam. Yaşamıyla ilgili bir sorundan söz ederken “Hayat lacivert pantolon gibidir; leke tutar, ütü tutmaz...” ya da “Hayat bayat bir ekmek gibidir; köfte yapılır, köfteyle yenmez” derdi.
Yıllar sonra onunla iş ortamında bir araya geliyoruz. Benim Odak Reklam adlı bir ajansım var. Timuçin ise Sada Sanayi Danışmanlık Limited Şirketi’nde genel müdür... Sada, DPT ‘nin kuruluşundan itibaren uzun yıllar Bölge Planlama Dairesi’nin başkanlığını üstlenmiş olan Teoman Baykal ve arkadaşlarının kurduğu ve o dönemde pazar-pazarlama araştırmaları, yapılabilirlik etüdleri ve yatırım projeleri alanının önde gelen kuruluşlarından. Sada Timuçin’in isteği ve aracılığıyla Odak’a ortak ve Odak’ta Sada’yı Timuçin Yekta temsil ediyor. Timuçin Yekta konusuna daha sonra yeniden döneceğim. Gelelim asıl konumuza...
Timuçin’in trende verdiği bilgiye göre Transtürk Holding bir ay kadar önce İstanbul’daki reklam ajansları arasında, sermayesinin 50 milyon liralık bölümünü halka açmak amacıyla çıkaracağı hisse senetlerinin satışı için bir konkur açmış. (Konkur sözcüğünü ilk kez ondan duyuyorum. O yıllarda konkur diye bir şey yoktu. Hatır gönül ilişkileri dışında kimse kimseye bedelini ödemeden reklam çalışması yaptıramazdı.) Holding’e bağlı bir şirket için genişleme projesi hazırlayan Sada, konkurdan haberdar olmuş ve katılmak istediğini bildirmiş. Holding ise, sürenin dolduğunu, ancak iyi ilişkiler içinde oldukları Sada için bir hafta ek süre tanıyabileceklerini belirtmiş. Timuçin’in edindiği bilgiye göre konkura İstanbul’daki dönemin en büyük ajansları katılmış. Sonradan bunların arasında Manajans, Repro, Radar Reklam, Fulmar ve Yeni Ajans’ın da bulunduğunu öğreniyoruz.
İstanbul’da bizi Perşembe Pazarı’nın girişindeki Transtürk Han’ın üst katlarından birinde genişçe bir toplantı odasına alıyorlar. Önce Holding Genel Sekreteri Selahattin Sirmen’le tanışıp, birlikte yorgunluk kahvesi içiyoruz. Daha sonra Yönetum Kurulu Üyesi ve Hukuk Danışmanı Yiğit Tahsin Okur, Mali işlerden sorumlu yönetim kurulu üyesi İbrahim Altınsoy (soyadını yanlış anımsıyor olabilirim), Ankara Temsilcisi Nazım Sengel ve Yönetim Kurulu Başkanı Fuat Süren odaya geliyorlar. Fuat Süren çok kısa ve genel bir bilgilendirmeden sonra Selahattin Sirmen’in bize Holding’e bağlı şirketleri ve tesisleri gezdireceğini, ayrıntılı bilgilerin dosya halinde hazırlandığını bildiriyor ve,
“Beyler biz bu kampanyaya çok önem veriyoruz. Bütün önemli ajanslardan çalışmalarını aldık. Çok başarılı eserler geldi önümüze. Gerçi Sada’yı bir başka işimiz vesilesiyle tanıyor ve takdir ediyoruz, ama Odak Reklam’ı hiç tanımıyoruz. Risk aldığımızı takdir edersiniz. Zaten çok geç kalmış durumdayız. Şimdi sizin hazırlanmanız için de bir haftayı daha kullanıyoruz. Bu gecikmeyi haklı gösterecek bir sonuçla geleceğinizden emin olmak istiyoruz” diyor. Koltuğumuzun altına aldığımız klasörle Holding binasından ayrılıyoruz. Selahhattin Bey akşama kadar hem İstanbul’la Gebze arasındaki tesisleri gezdiriyor, hem de sorularımıza yanıtlıyor. Kartonsan, Tezsan, Makina Takım Endüstrisi, Çelik Makina gördüğümüz tesisler arasında. Holding’e bağlı şirketlerin sayısı ise on iki...
Trenlerde yer bulamadığımız için Ankara’ya otobüsle dönüyoruz. Otobüs yolculuğunda oldum olası hiç uyuyamadığım için nerdeyse sabaha kadar düşünüyorum. Zolu bir işe soyunduğumuz kesin. O dönemde 50 milyon liralık hisse senedi satabilmek pek kolay değil. Çünkü ülkede tasarrufları yatırıma dönüştürmek gibi bir anlayış hemen hemen hiç yok. Elinde kullanmadığı üç beş kuruşu olan, parasını ya apartman dairesine yatırıyor ya da altın alıyor. Siyasal ortam alabildiğine gergin. Üniversiteler kaynıyor, sağ-sol çatışması giderek boyut kazanıyor. İnsanların geleceklerini riske atmamak için taşınmaza ve altına sığınmaları son derece doğal. O yıllarda olumlu gelişen tek şey, yurtdışında özellikle Almanya’da çalışan Türk işçilerinin yurda soktukları Alman Markları... Gerçi o Mark’lar da daha çok taşınmaza yatırılıyor ama, yavaş yavaş boy göstermeye başlayan işçi şirketleri nedeniyle sanayiye yatırım anlayışı o kesimde daha yaygın. Bunları düşünürken beynimde bir şimşek çakıyor. Yanımda mışıl mışıl uyuyan Timuçin’i dürtüp uyandırıyorum. Uykulu gözlerle anlamsız anlamsız yüzüme bakarken, otobüs gürültüsünü aşabilmek için kulağına yaklaşıp,
“Alamancılar...” diyorum. Önce anlamıyor, Sonra parmağıyla da işaret ederek, “Not al...” diyor ve başını çevirip uyumaya devam ediyor. İçerliyorum. Ya uyku sersemi anlamadı, ya da anladı da önemsemedi diye düşünüyorum. Ama biliyorum ki o, aklına gelen her şeyi, atmaya kıyamadığı için küçücük parçalara böldüğü kâğıtçıklara yazar ve saklardı. Tabii ben not mot almıyorum ve uykusuzluğuma devam ediyorum. Ama galiba bu yaklaşımla hem işi alabiliriz, hem de Transtürk’ün 50 milyon liralık hisse senedini kolayca satarız, diye düşünmekten de kendimi alamıyorum. Zaten bize verilen hedef kitle tanımında yurtdışıdaki işçiler de var. Ama bence önemli olan, kampanyada ağırlığı onlara vermek...
Ertesi gün yorgunluğu ve uykusuzluğu üzerimizden atmadan, Sada’da toplanıp, stratejik bir çözüm arayışına giriyoruz. Zaman darlığının üzerimizdeki baskısı bizi iyice geriyor. Tartışmalar sırasında Türkiye’de ne sermayaye piyasası ne de borsa bulunmadığı, böyle bir kampanyanın yasal dayanaklardan yoksun kalıp sorun yaratacağı gibi görüşler ortaya atılıyor; ancak bunların bizim sorunumuz olmadığı sonucuna varılıyor. Sonuçta benim ortaya attığım görüş destekleniyor ve Alamancılara ağırlık verilmesi kararlaştırılıyor. Kampanyada ana mecra olarak basın kullanılacak, bu arada Transtürk’le birlikte yurtdışından ve içinden saptayacağımız 25.000 adrese yüklü bir postalama yapılacak. Basın ilanlarında hem tanıklığa yer verilecek, hem de Transtürk’ün ve iştiraklerinin sınai, ticari ve mali gücü vurgulanacak... Görev bölümü de yapılıyor. Sada bir rapor hazırlayacak ve 25.000 postalama için Tübitak’ın bilgisayarını (o zamanlar computer diyorduk) kullanabilme olanağını yaratacak, biz ise broşürün, basılı malzemelerin ve kampanya ilanlarının taslaklarını hazırlayacağız. Sonra da yeniden bir araya gelip raporu ve kampanyayı sunulabilir duruma getireceğiz.
Geceli gündüzlü hummalı bir çalışma sonunda bir haftalık süre dolmadan 40-50 sayfalık bir cilt hazırlıyoruz. O zamanlar sunum teknikleri henüz gelişmediği ve bizim zaman ve para yönünden olanaklarımız elvermediği için her şeyi bu 40-50 sayfalık cilt içinde topluyoruz. Öngördüğümüz ilan örnekleri, broşür kapağının ve birkaç sayfasının tasarımı vb... Bizden istenen bir tek şeye bu ciltte yer vermiyoruz. Transtürk Holding amblemi... Amblemin bugünden yarına kotarılabilecek bir şey olmadığını, kısa sürede böyle bir sorumluluğu üstlenemeyeceğimizi, iş bize verildiği takdirde en iyi çözümü sunacağımızı belirtiyoruz. İki kopya olarak hazırladığımız ciltler baştan sona siyah-beyaz. Üstelik metinler yüz gram birinci hamur SEKA (Şimdi yerinde yeller esen Türkiye Selüloz ve Kâğıt Fabrikaları A.Ş.) kâğıdına, ilan, broşür vb taslakları ise karton gibi kalın ve sert fotoğraf kâğıdına basılmış durumda. Biraz fazla araladığımızda cilt çatırdamaya ve sayfalar sırttan ayrılmaya başlıyor. Ve biz bu ciltleri Türk Hava yolları’nın o zamanlar“mesajeri” denilen kargo sistemiyle İstanbul’a gönderiyoruz.
Ciltlerin ellerine geçmesinden, fazla değil, bir gün sonra İstanbul’a davet ediliyoruz. Bunu, işi almaya yaklaştığımızın işareti olarak yorumluyoruz. Yine bir tren yolculuğu ve saat 10.00’da aynı grupla toplantı. Fuat Süren çalışmamızdan çok etkilendiğini söyleyerek söze başlıyor ve
“Asıl beğendiğim yanınız, kendinize duyduğunuz güven” diyor ve aklımda kaldığı kadarıyla şöyle devam ediyor:
“Şimdi ayıp olmasa size diğer çalışmaları göstermek istiyorum, ama bu doğru olmaz. Değerli reklamcı arkadaşlarımızın hemen hepsi, çok güzel ve ilk bakışta insanın gözünü alan grafik çalışmalar yapmış. Eşim de gördü ve birçoğunu çok beğendi. Siz ise, son derece mutevazı bir kitapçık koydunuz önümüze. Ama meselenin aslına nüfuz edip doğru teşhislerde bulunmuşsunuz. Bizim aradığımız da zaten buydu. Teşekkür ederim...”
Timuçin’le gözgöze gelip, adeta kucaklaşıyoruz. Sonradan öğreniyoruz ki Fuat Bey'in eşi Leyla Hanım, Güzel Sanatlar mezunu bir sanatçı... O gün toplantı saat dörde kadar sürüyor. Tüm ayrıntılar konuşuluyor. Kaporo anlamında 25.000 liralık bir çek alıyoruz. İşe hemen başlayacağız ve döner dönmez bir sözleşme hazırlayıp göndereceğiz. Sözleşmenin imzasından sonra da, 3 milyon lira tutarındaki toplam bütçenin % 10’u, yani düşünebiliyor musunuz, 300.000 lira avans olarak ödenecek.
300.000 lira aklıma gelince bugün de o günkü kadar heyecanlandım. İzninizle, kampanyayı nasıl gerçekleştirdiğimizi bir başka yazımda anlatmaya çalışacağım.
Perşembe, Temmuz 27, 2006
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
1 yorum:
Haydarpaşa da içinde olmak üzere bütün istasyonları almanlar yapmıştır. Tren yolculuğu yolun gizemine düşünsel öğeleri katar. Timuçin Yekta özel bir adam dı. bir yazı yazacaksa düşünür, toparlar, yazar ve bir daha dönüp bakmazmış. Ben bir edebiyat öğretmeniyim hiç böyle biri olamadım.
Yorum Gönder