Sabah saat dörde geliyor. Serin bir sonbahar havası. 1972’nin Kasımı. Duvar diplerinden, binaların gölgelerinden ses etmeden ilerlemeye çalışıyoruz. Sessizliği, zaman zaman uzaklardan gelen motor homurtularıyla erken öten birkaç horoz bozuyor. Onun dışında sadece yürürken ya da panikle apartman girişlerine sığınırken giysilerimizin çıkardığı hışırtıları duyuyorum. Tek sırayız. Ben en öndeyim. Arkamda Örsan, onun arkasında Tunca, sonra da Melih, Oğuz, Tevfik, Nezih, Tuncer ve Ali Rıza...
Birden durumumuzun komikliğini kavrıyorum. Aklıma, o yıllarda Tercüman Gazetesi’nde günlük tarihi romanlar çizen Şahap Ayhan geliyor. Gülmemek için çenelerimi kasıyorum. Orta Asya’dan Anadolu’ya akın akın gelen ve karşılaştıkları tüm gâvurları kılıçlarıyla kırıp geçiren Türklerin büyük kahramanlarından birini canlandırıyor. Belki de Tarkan’ı... O karelerden birkaçında da, düşmanın böyle bir gece baskını anlatıyor ve "Yağılar, hain karanlıkta ses çıkarmadan komünist usulü sürünerek Türk çadırlarına sızmaya çalışıyordu..." diyor. (Tümce tamıtamına böyle olmayabilir) Bu sözler dilimin ucuna gelir gelmez sessizce kıkırdıyorum. Kısık da olsa ses ettiğim için Örsan omuzuma dokunup uyarıyor. Dayanamayıp ona dönüyorum ve fısıltıyla, "Tam komünist usulü sızıyoruz..." diyorum. Bu defa aynı refleksi o gösteriyor, kıkırdamalar yayılıveriyor. Kendimizi, önünden geçtiğimiz bir iş hanının girişine atıyoruz. İpler koyuluveriyor ve herkes kasıklarını tuta tuta gülüyor. Gerçekten komünist usulü sızma eylemi beş on dakika içinde de olsa bizi öylesine germiş ki, makaraları koyuvermekten kendimizi alamıyoruz.
Saate bakıyorum, dörde beş var. Gitmek istediğimiz yer çok yakın ve saat dörtte yasak bitiyor. Büyük bir cesaret göstererek, Amerikan filmlerindeki olmazı olur kılan silahlı timlerin gözü pek komutanı gibi elimle, gidiyoruz işareti veriyorum ve yeniden sokağa çıkıyoruz. Sokaklarda ufak tefek hareketlenmeler başlamış bile. Zaten bu saatte yakalansak da durumu açıklamamız mümkün ama, tek açmazımız yedi sekiz kişi olmamız. Hani radyoevine falan yakın bir yerde enselensek, darbe yapmaya girişmekten idama kadar gidebiliriz. Durum korktuğumuz gibi gelişmiyor, ana caddeye çıkan köşedeki iki asker bizi gördükleri halde, tam nöbetten kurtulup askeri servisi beklerken başlarına iş açmamak için görmezden geliyorlar. O noktada dağılıp, her birimiz birkaç dakika arayla hedefe ulaşıyoruz. Hedef, Ziya Gökalp Caddesi’nin Mithatpaşa Caddesi’yle kesiştiği köşedeki Onar Han...
Daha önce Buğday Bank’ın ve Anadolu Bankası’nın genel müdürlüklerini barındıran Onar Han’da şimdi, tarihinin en heyecanlı dönemini yaşayan, TRT’nin reklam bölümü hizmet veriyor. Onar Han’da günlerdir hummalı bir faaliyet sürüp gitmekte. Türkiye’nin yeni yaşam ve eğlence kaynağı televizyon birkaç ay içinde reklam yayımlamaya başlayacak. Başlayacak ama, hangi saatlerde reklam yayımlanacak, reklamveren (ki o dönemde böyle bir kavram yoktu. Biz onlara fabrikatör ya da tüccar, daha da ilerisi patron derdik) ve reklam ajansları nasıl yer alacaklar, reklamlarını nasıl yayımlayacaklar?..
Bununla ilgil işartname hazırlanmış ve ilgilenen kuruluşlara bedeli karşılığında verilmişti. Buna göre reklamverenler ve reklam ajansları, şartnamenin eki olan formları doldurup, başvurunun yapılacağı gün ilgili servise kayıt ettireceklerdi. Başvurunun en ilginç ve dolayısıyla ilkel yanı da reklam yerlerinin başvuru sırasına göre verilmesiydi. İşte biz bu nedenle karanlıkta komünist usulü sızma yöntemiyle saat sabahın dördünde Onar Han’ın kapısına dayanmıştık. Ortalıkta kimsecikler yoktu. Hanın gece bekçisi bizi kapıda görünce pek şaşırdı. Önce içeri almak istedi, sonra vezgeçti. Adlarımızı bir kâğıda yazmasını ve böylece başvuru sırasını oluşturmasını istedik. Aklı yattı ve bir liste yaptı. Liste aynen şöyleydi:
Şahin Tekgündüz, Örsan Öymen, Tunca Yönder, Melih Aşık, Oğuz Tığlı, Tevfik Dalgıç, Nezih Danyal, Tuncer Özkan ve Ali Rıza Özdemir... İlk dört isim ve Nezih Danyal konusunda açıklama yapma gereğini duymuyorum, ama diğerlerinden biraz söz etmek isterim. Oğuz Tığlı çok başarılı bir fotoğrafçıydı. O dönemde, özellikle tiyatro fotoğrafları konusunda Ankara’nın en önemli ismiydi. Tevfik Dalgıç, benim kuzenimin Nevşehir’den çocukluk arkadaşıydı ve bir insanlık abidesi olan annesinin çamaşır yıkayarak ODTÜ’de okuttuğu, üstün zekâlı bir gençti. Şimdi pazarlama dalında profesör ve Las Vegas Üniversitesi’nde öğretim üyesi. Zaman zaman Türkiye’ye de davet edilir ve konferanslar verir. Yapıtları pazarlama konusunda çok önemli kaynaklar olarak değerlendirilir. Kuzenim Tuncer Özkan avukat oldu ve Aydın’ın Çine İlçesi’nde bir taşralı gibi yaşıyor. Ali Rıza Özdemir ise, yıllar önce son karşılaştığımda, Murat Karayalçın’ın yönetimindeki EGO işletmesinde tahsilat memuru olarak çalışıyordu.
Listeye adımızı yazdırdıktan sonra Ali Rıza’yı nöbetçi bırakıp Kızılay’a gittik. Ortalık yeni yeni uyanıyordu. Simit, çay ne bulduksa karnımızı doyurup, saat sekize doğru Onar Han’a döndük. Bizim gibi adını listeye yazdırıp dokuzda gelmek üzere ayrılanların yanı sıra orada bekleyenler de vardı. Dakikalar ilerledikçe kalabalık da artıyordu. Saat sekiz buçukta kapı açıldı ve içeri alındık. Kuyruk oluşmaya başlamıştı. Biz fazla dikkat çekmesin ve itirazlara neden olmasın diye araya başkalarının girmesine de olanak sağladık. Kuyruktakilerin büyük bölümü İstanbul’daki reklam ajanslarının temsilcileriydi.
Saat dokuzu gösterdiğinde arkada homurdanmalar, yüksek sesle TRT’yi ve yöntemini suçlamalar başlamıştı. Bunlardan birisi de Türkiye İş Bankası’nın reklam ve halkla ilişkiler görevlisi Hikmet Tartan’dı. Devlet Tiyatrosu sanatçısı Fikret Tartan’ın ağabeyisi.. Geç geldiği için çok gerilerde kalmış ve İş Bankası’nın beklentilerine uygun yerler alabilme şansı ortadan kalkmıştı. Hele ilk sıraları Ankara’daki bir reklam ajansının doldurduğunu öğrenince küplere bindi ve hışımla Reklam Dairesi Başkanı’nın odasına çıktı. Sonra öğreniyoruz ki oradan da genel müdürünü arayıp durumu açıklıyor ve TRT Genel Müdürü’nü aratarak, bu kepazeliğin açıklanmasını istiyor. TRT özerkliğini henüz tümüyle yitirmiş olmadığı için sayın genel müdüre gerekli yanıt veriliyor ve yapılacak bir şey olmadığı bildiriliyor.
Sonuçta Odak Reklam TRT reklam kuşaklarının yaklaşık yüzde seksenini kullanabilme şansını yakalıyor, ama beni de bir düşüncedir alıyor. Kayda geçen yerlerle ilgili teminatlar bir ay içinde yatırılamazsa, haklar yanıyor ve yerler bir sonra başvuranlara devrediliyor. Gerekli teminatları altalta topluyorum ve altından kalkmamızın olanaksızlığını görüyorum. Ortaklık önermek için başvurmadığım yer kalmıyor ama sonuç yok. Bu arada Odak Reklam’ın İnkılap Sokak’taki işyeri İstanbullu reklamcılarla dolup taşmaya başlıyor. Kimler yok ki? İlancılık’tan İzidor ve Yakup Barouh, Yeni Ajans’tan Afif Edemir ve Demir Parmaksızoğlu, Fulmar’dan Doğan Gündüz, yanlış anımsamıyorsam Pars’tan Pınar Kılıç ve Moran’dan Yüksel Dinçel ve Repro’dan Affan Başak…
İstanbullu reklamcıların beklentileri belli. Odak Reklam teminatları bulur da yerlerin sahibi olursa işbirliği yapmak, bulamazsa, bunun bir an önce anlayıp, yerlerin hangi ajanslara geçeceğini kestirebilmek, işbirliği arayışını oraya yöneltmek. Ama hiçbirisi de teminatlara katılmayı düşünmüyor. Bu arada Afif Erdemir ilişkiyi daha sıcaklaştırabilmek için bizden iki Arçelik filmi çekmemizi istiyor. 19 Mayıs Stadı’nda yarış ve şampiyonluk konseptiyle iki reklam filmi de çekiyoruz.
Sürenin dolmasına çok az kala, konuyu Tercüman Gazetesi’nin o dönemdeki Ankara Temsilcisi dostum Uğur Reyhan’a açıyorum. Bana Tercüman’ın patronu Kemal Ilıcak’la görüşmemi ve ortaklık teklif etmemi öneriyor. Hatta İstanbul’a birlikte gidiyoruz. Tercüman’ın Cağaloğlu’ndaki binasında Kemal Ilıcak’la bir araya geliyoruz. Yanında özel Danışmanı, eski Milli Birlik Komitesi Üyesi Şefik Soyuyüce ve dönemin ünlü gazetecilerinden, ki daha sonra Odak Reklam’ın İstanbul temsilciliği üstlendi, Erol Dallı da ver. Konuyu tüm ayrıntılarıyla anlatıyorum, son derece kârlı bir iş olduğuna ikna etmeye çalışıyorum. Saat 16.00’ya kadar değerlendireceğini ve o saate tekrar görüşmemiz gerektiğini söylüyor. Fakat heyhat… Kemal Ilıcak’ın yanıtı olumsuz, gerekçesi ise "çok parlak bir iş ama, bizim hiç anlamadığımız bir alan" oluyor. Ve, bir ay süren hayallerle birlikten yerlerin tümü uçup gidiyor…
Daha sonraki yıllarda TRT’de İstanbul Reklam saltanatını izlidekçe iç geçiriyorum ve hüzünleniyorum. Medyada reklam kuşağı kavgası 36 yıl önce böyle başlamıştı…
Pazartesi, Temmuz 17, 2006
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
3 yorum:
Hem komünist usul sızma eylemi, hem de medyada tekel olma hevesi ha! İlginç.
Sevgili Şahin ağabey merhaba,
Yazın beni 1970li yıllara götürdü,bir iki noktayı aydınlatmam gerek diye düşünüyorum. Rahmetli annem gene rahmetli olan kayınpederimin çorap üretim işinde çalışırdı, yaklaşık 10 kadar diğer bayan işçi ile birlikte.
Ben öyle üstün zekalı birisi falan değildim, sadece bir taşra lisesinin iyi bir öğrencisi idim. ODTÜ örencisi iken Arçelik karşılıksız burs verdi, ayrıca gazetecilik yapıyordum öğrenci iken. Ankarada Vatan ve Daily News gazetelerinde çalıştım.
Şu anda çalıştığım okul ise University of Texas-Dallas işletme fakültesi.
TRT yolundaki halimizi bir Manga'nın birerle kol yürüyüşüne benzetirim hep.
İnşallah sağlığın yerindedir.
Selamlar yolluyorum.
Profesör Dr. Tevfik Dalgıç
Sevgili Tevfik,
İyi ki bu siteyi açmışım. Bilmem kaçyıl sonra seni karşımda bulmak ve üstelik de İstanbul'da olduğunu öğrenmek beni ne kadar mutlu etti bilemezsin. En kısa zamanda bir araya geleceğiz demektir bu...
Düzeltmelerin için teşekkür ederim. Ne yaparsın, "hafıza-i beşer nisyan ile maluldür". Neyse ki benimki çok da malul değilmiş, sadece birkaç noktada yanlışımı bulabilmişsin. Yazıda adı geçen ve hayatta olanlardan da aynı ilgiyi bekliyorum.
Çok hoş bir duygu içindeyim. İnsanın kendini o yapan olayları yeniden yaşaması çok güzel bir şey... Sana ve ailene dolu dolu sevgiler...
Yorum Gönder