Cuma, Eylül 22, 2006
Niçin ve nasıl reklamcı oldum?
Çok sevdiğim dostum ve iş arkadaşım Turgay Betil’le ilgili bir anımı daha önce yayımlamıştım. Orada anlattığım olay beni öylesine etkilemişti ki, birkaç yıl önce anılarımı karalamaya karar verdiğimde de aklıma ilk gelen sahne o oldu.
Nedense anılarımla başbaşa kalmak istediğimde hep Turgay Betil’in o günkü yüzü, o günkü öfkesi ve o gün yaşadığı olayın bende yarattığı hayal kırıklığı, belki de o derin iz aklıma geldi. O olay, daha yeni başladığım reklamcılığın ne kadar nankör bir meslek olduğunu göstermeye yetmişti de, ben bu düşünceyi yıllarca kafamdan atmaya çalışmıştım. Ama yazmaya karar verdiğimde, gerçeklerle burun buruna gelmek zorunda olduğum için, bu anı hep önüme dikiliverdi. Beni zaman zaman öfkelendiren, zaman zaman güldüren bu olayın temelindeki öz, emeğin değeri ya da değersizliğiydi. Maddeye, yani kullanılan kâğıdın ve boyanın maddi değerine hiç itiraz edilmiyor, daha doğrusu edilemiyor, ama o iş için harcanan beyin gücüne, yaratıcı zekâya, emeğe, onun değerini anlayamayacak birileri tarafından kolayca paha biçilebiliyordu.
Reklam gibi, doğruları hâlâ herkese göre değişen, görece bir mesleğin sahibi olmaya karar vermiştim. Bilgisizliğin ve bilinçsizliğin düzeyi, kâğıdın ve boyanın temelinde de emek olduğunun fark edilmesini önlüyor, sadece saygıdeğer “madde”ler tartışılmaz oluyordu.
Ne gariptir ki, altmışlı ve yetmişli yıllarda, emeğin temel değer olduğu konusunda, okurluktan yazarlığa, particilikten militanlığa yapmadığımız kalmadığı halde, hâlâ emeğin anlamı konusunda kafalarımız karmakarışık. Bilemiyorum, her şeyin allakbullak olduğu o yıllarda daha mı berrak düşünüyorduk?
Eski komünistleri kesip nasıl yıldız yapmışlar?..
Birkaç yıl önce, eski yılların inançlı Marksistlerinden, şimdi ise özgürlükçü geçinen eski reklamcı bir dostumla yemekte birlikte olduk.
“Köylülerden nefret ediyorum, yılın üç ayında çalışıp, dokuz ay kahvelerde pinekliyorlar. Sonra da köylü efendimizdir, safsatasıyla mangalda kül bırakmıyorlar. İşçiler çok mu farklı sanki, onları da hiç sevmiyorum. Aslında amelelik yaptıkları halde kendilerini işçi sayıyorlar. Oysa asıl işçi bizleriz. Yazarlar, fikir adamları, akademisyenler, araştırmacılar, gazeteciler, sanatçılar, onların daha iyi yaşayabilmesi için gecesini gündüzüne katanlar, toplum yapısına değer üstüne değer katanlar üretiyor, onlar tüketmeyi bile bilemiyor” diyordu.
Apışıp kalmıştım. Yıllar öncesinde sosyalist, hatta komünist görüşler üreten dostum nasıl böyle şeyler söyleyebiliyor, nasıl böylesine pervasız konuşabiliyordu? Köylüler, kol ve beden işçileri, topluma değer katmayıp da ne yapıyorlardı? Üstelik kattıkları değerlerden pay bile alamıyorlardı. Hep dillerde dolaşır, ama kimdir, ne zaman nerede söylenmiştir, bilemediğim bir söz vardır. Yanılmıyorsam, mahkum solculardan birisi, hapisanede ziyaretine gelen bir yakınına ‘İbne halkımız, bizi anlayamadı’ diye yakınır. Gerçekten de öyle, ne onlar anlayabildi, ne de sözümona onlar için bir şeyler yaptığını sanan eski solcular. Hâlâ aynı aymazlıklar sürüp gitmiyor mu? Biraz önce verdiğim, örnek, komünist militanlığın yüzeyselliğinden İkinci Cumhuriyetçiliğin entelliğine geçişin en parlak göstergesi değil mi?
O gün şaşkınlıktan kafamı toparlayamadığım için ona, “işçi”, “köylü”, “emek”, “üretici” ve “emekçi” kavramlarını hâlâ birbirine karıştırdığını söylemekle yetindim.
Yine yine eskilere dönüyorum. O yıllarda ben, “grafik” denildiği zaman hep apsisleri, ordinatları olan istatitistik grafik anlardım. Ama bu bilgisizliğin farkında bile olmadan da reklam ajansı kurmuştum. Ben de o zaman, herkes gibi reklamı en iyi bilenlerden biri sanırdım kendimi. Cahilliğin verdiği cesaretin tadını kim inkâr edebilir ki?.. Dört yıldır çalıştığım TRT’deki işimden sıtkım sıyrılmıştı ve reklamcılık yapmak istiyordum. Nedense?..
Nefrete dönüşen hayranlık
TRT’ye, kuruluşunun altıncı ayında, Kasım 1964’te katılmıştım. Dünya Gazetesi’nin Ankara bürosunda çalışıyordum. Çok sevdiğim bir ortamdı. Patronumuz Bedii Faik, gazetenin Ankara temsilcisi ise Zeki Sözer’di. Bedii Bey genellikle iki haftada bir kez işlerini izlemek ve siyasilerle görüşmek için Ankara’ya gelir, bize uğramayı hiç ihmal etmezdi. Ben onu, ortaokul yıllarında aksatmadan okuduğum, Falih Rıfkı Atay’ın Dünya Gazetesi’nden tanır, yazdıklarını çok iyi anlayamasam da, aydınlık ve çağdaş bir Türkiye için çaba harcadığını düşünür, doğru şeyler yaptığına inanırdım. Hele Yalancı adlı romanını okuduğumda, kendimi onun çocukluğuyla öyle özdeşleştirmiştim ki, yatılı okuduğum Niğde Lisesi’nin taş sınıflarında kendimi yalnız hissettiğim zamanlar onunki gibi bir roman yazmaya heveslenmiş ama sürdürememiştim.
Onunla, yıllar sonra tanıştığımda, Yalancı adlı romanından çok etkilendiğimi ve ona öykünerek bir benzerini yazmaya heveslendiğimi bir türlü söyleyememiştim. Onun “yalancı”sı öylesine masum, öylesine mazur ve öylesine sevimliydi ki, siyasi ortamda tanık olmaya başladığım yalanları ve yalancıları başka bir sözcükle tanımlamak gerektiğine inanmıştım. Onun gibi ünlü bir gazeteci olma özlemiyle gözümde hayranlık duyduğum Bedii Faik’ten, Türkiye’de giyilebilecek nitelikte olanını bulamadığı için iç çamaşırlarını Londra’dan aldığını anlattığı günden itibaren de nefret etmeye başlamıştım. Ne hikmetse o yıllarda çağdaş ve ilerici geçinen herkesi potansiyel solcular olarak görüyor, sonra da gerçek yüzleri ortaya çıkınca düş kırıklığına uğruyorduk
Dünya’da, öteki gazetelere oranla çok zengin ve renkli bir kadroya sahiptik. O dönemin, hem tiyatro sanatı, hem de dış politika muhabirliği alanında en önemli adlarından Sermet Çağan ki ben onu daha önceden, Devlet Tiyatrosu’nda çalıştığım yıllaardan tanıyordum, deneyimli gazeteciler Levent ve Özer Esmer, Nurettin Tekindor, Selçuk Altan, Teoman Erel, foto muhabirlerimiz Özden Vardar ve Erol Olgundemir... Ne yazık ki, pek çoğunu çok erken yitirdik.
O günlerde, henüz kadrolaşmakta olan TRT, biz gazeteciler için ulaşılması güç bir efsaneydi. Kimbilir hangi torpilliler kadroya alınacak diye düşünüyorduk. Meclis’te TRT Yasası’nın görüşmelerini izlemiş, kulislerde dönen pazarlıklara tanık olmuştum. Ülkenin geleceğini belirleyecek bir kurumla ilgili yasanın, kulislerde yapılan ucuz pazarlıklar sonucu, genel kurulda sadece el kaldırmaya yasalaşmasının bende bıraktığı izlenim, o kuruma olan güvenimi de kökünden yok etmişti. Ama bir yandan da her şeye karşın böyle bir kurumun oluşmasını dört gözle bekliyordum. Çünkü kısa adında televizyon sözcüğünün ilk harfi yer alıyordu ve bir gün televizyon yayınına da başlayacaktı.
Meğer suçlu suratlıymışım...
Bu düşünceler içinde Dünya Gazetesi’ndeki işime devam ederken, Zeki Sözer’in TRT Haber Merkezi’nde görev almaya davet edildiğini öğrendim. Bu, hepimiz için önemli bir gelişmeydi. Bir yandan Dünya Gazetesi Ankara Bürosu’nun sahipsiz kalacağını düşünüp üzülüyor, bir yandan da Zeki’nin başına devlet kuşu konduğu için çok seviniyorduk. Zeki bir gün beni bir köşeye çekip de, “Benimle TRT’ye gelir misin?” sorusunu yönelttiğinde çok şaşırdım. Demek ki, TRT düşündüğüm gibi kadrolaşmıyor, çok önemli bir gazeteci olmamama rağmen, dolaylı da olsa bana bile teklifte bulunabiliyordu. Bu gelişmeye şaşırmamın bir başka nedeni de, benim bir Türkiye İşçi Partisi sempatizanı olmamın bilinmesiydi.
Zeki’ye, olumlu yanıt verdim ve ertesi gün, Haber Merkezi Başkanlığı’na getirilen Doğan Kasaroğlu ile görüşmeye gittim. Doğrusu bu görüşmeye gitmek hiç de içimden gelmiyordu. Çünkü, Orhan Birgit ve Özcan Ergüder’in bir bir buçuk yıl kadar önce kapanan Hareket Gazetesi’nden işsiz kaldığımda, birlikte çalıştığım İnci Tugsavul (Sonradan Tan Gazetesi’ni çıkaran Doğan Özgüden’le evlendi. Şimdilerde Brüksel’de yaşıyorlar) beni Akşam Gazetesi Ankara Temsilcisi İlhami Soysal’a önermiş, Doğan Kasaroğlu’nun ise İlhami Soysal’a, “Boş ver o suçlu suratlı adamı, ondan gazeteci olmaz” dediğini öğrenmiştim. Niçin suçlu suratlı olduğumu bir türlü anlayamamıştım ama, gazeteci olamayacağımı, meslekten ayrıldıktan sonra çok iyi anlamıştım.
Buna karşın, suratımdaki suçluluk izlerini belli etmemeye çalışarak, Doğan Kasaroğlu ile görüşmeye gitmiştim. Görüşme çok kısa sürdü. TRT Haber Merkezi’ne katılmayı neden istediğimi sordu. Oysa teklif, dolaylı da olsa ondan gelmişti. TRT’nin televizyon yayınlarına başlayacağını, televizyonda görev almak için TRT Haber Merkezi’ne katılmak istediğimi söyledim. “O zaman düşünürüz” sözü, bu konuda kendime olan güvenle birleşince, ilerde televizyoncu olacağım konusundaki inancımı güçlendirmişti. Ama “o zaman düşünürüz” kaypaklığının bana nelere mal olacağını ve mesleğimi, hatta hayatımın akışını değiştireceğini anlamam mümkün değildi.
Devlet inancı nerede başlar, nerede biter?
TRT Haber Merkezi’nde çalıştığım dört yıl boyunca pek çok sorumluluk üstlenmeme, pek çok boşluğu doldurmama karşın, televizyon yayınları başladığında hâlâ TBMM’de görevliydim ve “o zaman düşünürüz” kaypaklığının kurbanı olmuştum. TBMM’de çalışmayı kesinlikle istemiyordum. Ben, son derece dürüst bir memur ailesinin çocuğu olarak yetişmiş, ahlaksızlığı, üçkâğıtçılığı, çıkar pazarlıklarını hiç tanımamıştım. Oysa TBMM’deki görevim süresince hep bunlara tanık olmuş ve hep bunların içinde yaşamıştım. O yıllarda Cumhuriyet Halk Partisi benim için bir dürüstlük semgesiydi. Ama o partinin saygın bir milletvekili Tapulama Kanununu’nun 33. Maddesinde yapılan önemli bir değişikliği aslanlar gibi savunduğunda bu partiye, TRT’ye ve saygıdeğer Doğan Kasaroğlu’na olan inancım ve saygım anında sıfıra inmişti. Neden mi?
Tapulama Kanunu’nun 33. maddesinde yapılmak istenen değişiklik, bir kamu arazisini 20 yıl süreyle kullanmakta olduğunu (yani zilyedliğini), sadece 2 tanıkla kanıtlayana, o arazinin tapusunu alma hakkını veriyordu. Bu madde, tam bir talan maddesiydi, CHP tarafından Meclise getirilmişti ve en büyük savunucusu da TRT Genel Müdürü’nün yakın akrabası bir CHP milletvekiliydi. Meclis görüşmelerinin radyoda yayımlanan “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Bugün” bülteninin o günkü yayın sorumlusu bendim. Bir yayın ilkesi olarak, milletvekillerinin konuşmalarını son derece hassas bir şekilde dengeliyor ve her birine eşit ölçüde yer veriyorduk. Ben de o gece için hazırlanan bültende, uzun ve haharetli bir konuşma yapmasına ve TRT odasına gelerek üç daktilo sayfalık konuşmasının metnini yayımlanmak üzere bana vermesine karşın saygıdeğer CHP milletvekilinin söylediklerine de aynı ölçüde yer vermiştim.
TBMM’de hazırlanan bülten, şimdi nasıl bir cihaz olduğunu bile unuttuğumuz teleks makinaları ile TRT Haber Merkezi’ne geçilir, oradaki görevlilerce düzeltilir ve benim onayımla spikerlerce okunmak üzere arabayla Radyoevi’ne gönderilirdi.
Meclis’teki görevimi tamamlamış, saat 10.00’da yayımlancak programın onayını verebilmek için Mithat Paşa Caddesi’ndeki Haber Merkezi’ne gelmiştim. Düzeltilip daktilo edilen metinler imzalamam için önüme getirildiğinde gördüm ki, saygıdeğer CHP milletvekilinin konuşması hiç özetlenmeksizin, olduğu gibi bültene girmiş. Bunu kimin yaptığını sorduğumda, Doğan Kasaroğlu yanıtını almış, “O zaman bu bültenin yayın iznini de Doğan Kasaroğlu verir” diye imzalamamıştım ve bülten, Kasaroğlu’na evinde imzalatıldıktan sonra yayımlanmıştı. Belleği ihanet etmiyorsa, sevgili dostum Mustafa Yoldaş bu olayı çok iyi anımsayacaktır.
Yıllar sonra öğrendim ki, TRT Genel Müdürü’nün yakın akrabası olan ve partisinde bir erdem simgesi olarak gösterilen söz konusu milletvekilinin ve yakınlarının Trakya’da, 33. maddeyle mülkiyetlerine geçirdiği arazinin haddi hesabı yokmuş. Özellikle de Çanakkale yöresinde...
Bu olay, dört yıldır tanık olduklarımın üzerine tuz biber ekmiş, TBMM’ye ve dolaylı olarak da devletin bütününe karşı güvenimi iyiden iyiye sarsmış, devletin yokluğu duygusunun boşluğuina düşmüştüm.
Selvi gibi ümitler, döndü birer iğdeye....
Ben bu TRT tuzağına nasıl düşmüştüm? O günlerde inanılmaz bir şans gibi gördüğüm TRT’li olmayı, içinde yaşadıkça bir talihsizlik olarak görmeye başlamıştım. İş yaşamımın TRT’de süreceği inancını da tümüyle yitirmiş ve yeni arayışlara girmiştim.
Daha önce de anlattığım gibi TRT’den gelen teklifin üzerine atlamama, televizyon neden olmuştu. Dört yıldır TRT Haber Merkezi’nde çalışıyordum. Açık olduğu aylarda görevim Meclis’te devam ediyor, diğer aylarda ise Haber Merkezi’nin hangi biriminde boşluk varsa orada çalıştırılıyordum. Hani tam anlamıyla, “alavere dalavere Kürt Memet nöbete” durumunu yaşıyordum.
1968’in ilk aylarıydı. Doğan Kasaroğlu Zeki Sözer’i, Özden Vardar’ı ve beni odasına çağırıp, televizyonun yakında yayın hayatına gireceğini, haber merkezi olarak bizim de bu gelişmede yerimizi almamız gerektiğini ve bir televizyon haber merkezi oluşturmak için çalışmaya hemen girişmemizin doğru olacağını söyledi. Zaten bizi TRT’ye bunun için aldığını ve asıl görev zamanının geldiğini de sözlerine ekledi. Kasaroğlu’nun bu aşamada bizden beklediği, bir haber merkezinin kurulabilmesi için yapılması gereken stüdyo, teknik donanım ve ilgili insan gücü gereksinimini saptamamız, bunun için ne ölçüde bir yatırım gerektiğini ve zamana dağılımını belirleyen bir rapor hazırlamamızdı.
Üçümüz de Kasaroğlu’nun odasından büyük bir heyecanla ayrıldık. Gözlerimizin içi gülüyordu. Beklediğimiz gün nihayet gelmişti. Televizyon yayınları, Mithatpaşa Caddesi’nin, Meşrutiyet Caddesi’ne daha yakın olan bir binanın bodrum ve alt katındakı stüdyolardan yapılacaktı. Biz, yani Haber Merkezi ise, aynı caddenin Sıhhiye’ye yakın bölümünde, Genel Müdürlüğün de yer aldığı binadaydık ve Televizyon Haber Merkezi de burada kurulacaktı.
Zeki, Özden ve ben, hummalı bir faaliyete giriştik. O günlerin sınırlı iletişim olanaklarıyla, BBC’den, Alman televizyon kuruluşlarından ve bildiğimiz diğer kaynaklardan benzer ihtiyaçlara ilişkin bilgiler edinmeye başladık. Çoğu kez birimizin evinde bir araya gelip, sorularımızı ve isteklerimizi, kişisel telefonlarımızı kullanarak bu kuruluşlara iletiyorduk. Bir yandan binada haber stüdyosu için ayrılan bölümün krokilerini çiziyor, donanımın yerleşme planlarını yapıyorduk. Kısa bir süre sonra elimizde proforma faturalar toplanmaya başlamıştı. Özellikle yabancı dildeki bu ciddi belgeler elimize ulaştıkça, yaptığımız işin önemini ve ciddiyetini daha iyi anlamaya başlamıştık.
Geride bıraktığım yıllarda sinemayla çok içli dışlı olduğum için, bu yeni gelişmede başarı şansımı çok yüksek görüyordum. Bu nedenle de kendimi, TV Haber Merkezi’yle ilgili hazırlık çalışmalarına çok kaptırmıştım. Bu, benim iş yaşamımın bundan sonrasıydı ve böyle düşünmekte de haklıydım ve buna da Doğan Kasaroğlu karar verecekti. Ancak onun kişiliği, doğrudan değil, dolaylı ilişkilerle yönetim anlayışına hizmet ettiği için, bizim çalışmalarımız süresince, özellikle Zeki Sözer’le daha çok birlikte olmayı ve ondan bilgi almanın yanı sıra ona telkinlerde ve yönlendirmelerde bulunmayı da beraberinde getirmişti. Ne var ki, Zeki çok açık ve net birisi olduğu için yapılan görüşmeleri ve geliştirilen önerileri bize iletmekte tereddüt etmiyordu.
Aylarca süren çalışmalarımızın sonucunda ciddi bir rapor oluşmuştu. Eylül başlarında bu raporu Doğan Kasaroğlu’na sunduk. Bizi büyük ciddiyetle dinledi. Televizyon yayıncılığının zaten haberden ibaret olduğunu, öteki programların televizyonu izlenebilir kılmak için oluşturulduğunu, bu nedenle de başlayacak televizyon yayınında Haber Merkezi’nin ön planda olacağını anlattı ve bize teşekkür etti. Biz, Televizyon Haber Merkezi’nin kurulması talimatını beklerken günler, haftalar geçti, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış günü geldi çattı. Ben, Haber Merkezi’ndeki rutin görevime titizlikle devam ediyor, ama çalışma rakadaşlarımdan “Meclis açıldı, haydi bakalım” tarzında uyarılar alıyor, bunlara aydırmıyordum. Meclisin açılışının üçüncü günü, öğle yemeği sonrasıydı. Haber Merkezi’nin büyük salonuna önce Haber Merkezi Müdürü Muammer Yaşar Bostancı girdi. Beni masamda oturur görünce, kendine özgü alaycı üslubuyla,
“Şahinim, sen kendini bir an önce Meclis’e atsan iyi olur. Doğan seni burada görürse çok bozulur”, dedi. Bu, bana iletilen, dolaylı bir Doğan Kasaroğlu talimatıydı. Hiç oralı değildim ve TV Haber Merkezi konusunda bana verilen sözün beklentisi içindeydim. İki gün daha böyle geçti. Bu defa benzer mesajları çalışma arkadaşlarım vermeye başlamıştı. Hatta kimileri de bana direnmemem konusunda öğüt veriyordu. Ahmet Oktay, Haluk Tuncalı, Nizam Payzın, Basri Balcı, Günal Sayın, Hüsamettin Ünsal, Altan Aşar, Aycan Giritlioğlu... Ama benim inadım tutmuştu bir kere. TRT’den ayrılmayı göze almıştım ama Meclis’te çalışmayacaktım. Doğan Kasaroğlu her an beni çağırıp, bunun hesabını sorabilirdi. İstifa dilekçemi cebime koydum ve beklemeye başladım. Boşa beklemediğimi anlamam çok sürmedi. Kasaroğlu’nun sevgili sekreteri Güler Küpçü patronunun beni beklediğini söyledi.
Kasaroğlu, odasına girdiğimde, oturmamı bile önermeden, son derce kontrollü bir öfkeyle,
“Sen üç gündür Meclis’teki işine gitmiyormuşsun”, dedi. Serin kanlılıkla, kendisinin verdiği söz gereği Televizyon Haber Merkezi’nin kurulmasında görev almayı beklediğimi, bu nedenle de Meclis’e gitmediğimi ve gitmeyeceğimi söyledim. Öfkesini saklamaya çalışıyor ama zorlanıyordu. Belli ki işine yarayan bir elemanını kaybetmek istemiyordu ama, ödün vermesi de mümkün değildi.
“Sen bundan böyle münhasıran Meclis’te çalışacaksın. Televizyonu falan da unut”, dedi. Bekliyordum. Hiç istifimi bozmadan cebimden istifa dilekçemi çıkarıp masasına koydum ve
“Ben de bundan böyle münhasıran ne Mecliste ne de TRT’de çalışmayacağım”, dedim ve arkamı dönüp odadan çıktım.
Geleceğimle ilgili büyük ümitler taşıdığım, dört buçuk yılımı verdiğim, tüm güçlüklere ve sevimsizliklere rağmen sıkı dostluklarla geçirdiğim TRT’den ayrılmak, içimde büyük bir burukluk yaratmıştı. Bu duygu, daha Doğan Kasaroğlu’nun odasından çıkarken yüreğime oturmuştu. Ama ben inatçı ve keskin kişiliğimle, karar verdiğim anda gerideki köprüleri atar, gemileri yakardım. Bu kez de öyle oldu. Arkadaşlarımın ricalarına, Doğan Kasaroğlu tarafından evime kadar gönderilen Zeki Sözer’in ısrarlarına rağmen kararımı değiştirmedim, sadece iki yıldır kullanamadığım yıllık izinlerimin verilmesini istedim. Bu dileğim geri çevrilmedi ve ben 1969’un ilk aylarında TRT’den tamamen ayrılmış oldum.
Kesekâğıdıyla başlayan reklamcılık sevdası
Ne yapabilirdim? Evliydim, beş yaşında bir kızım vardı. Eşim çalışıyordu ama onun geliriyle yaşamımızı sürdürebilmemiz mümkün değildi. Üstelik, her kamu görevlisinin olduğu gibi benim de bir yığın borcum vardı. Herhangi bir haber kuruluşuna girmeyi ve gazeteciliğe devam etmeyi hiç düşünmüyordum. TRT’de yaşadığım bu düşkırıklığını, önceki yıllarda gazetelerde yaşadıklarımla birleştirince artık gazetelerde iş aramam, bulmam ve çalışmaya başlamam benim için anlamsız ve kişiliğime ters düşen bir davranış olarak karşıma çıkıyordu. Aslında yaptığım işi çok sevmeme rağmen, TRT’de çalıştığım yıllarda beklediğim tatmine ulaşamadığım için reklamcılığa özenmeye başladım. Hatta bu özlem sadece bende değil, Zeki Sözer, o dönemin önemli spikerlerinden Gökçen Solok ve başka arkadaşlarımda da vardı.
Hiç unutmuyorum, bir gün Ziya Gökalp Caddesi’nin girişinde Flamingo adında bir pastane vardı. Bir öğle tatilinde ben, Zeki ve Gökçen oturmuş, hararetli hararetli reklam konuşuyorduk. Parlak reklam fikrimiz ise, Samanpazarı ve Atpazarı’nda üretilen kraft kesekağıtlarının üzerine reklam almaktı. Çok heyecanlanmıştık ve bu işin büyük para kazandıracağına inanıyorduk. O dönemin reklama en uygun ürünleriyle iligili maniler ve dörtlükler mırıldanmaya bile başlamıştık. Bu düşünceler hep iyimser hevesler olarak kalıyordu ama bir yandan da reklamcılığı bende bir ideal, bir idol haline getiriyordu.
Aslında ilkokul yıllarından beri bir hobi olarak gelişen fotoğraf sevgim de son yıllarda farklı bir boyut kazanmış, dönemin ünlü gazetecilerinden Selahattin Sonat’ın Kore savaşlarında muhabirken kullandığı Ricohflex marka fotoğraf makinesini satın almış evde portreler çekmeye başlamıştım. Müşterilerim daha çok küçük çocuklar, dönemin Çocuk Tiyatrosu oyuncuları ve konservatuvar öğrencileri idi. Aralarında kimi Devlet Tiyatrosu oyuncularının da bulunduğu müşterilerim arasında Rüştü Asyalı, Atilla Olgaç, Ayşegül Arsoy (şimdiki Ayşegül Atik), Cihan Ünal, Nihat Aybars, Sema Aybars, İlyas Avcı aklımda kalanlar.
Ben bir yandan fotoğrafçılıkla uğraşırken bir yandan da kitap kapakları yapıyordum. Yakın dostum Remzi İnanç’ın Toplum Yayınevi tarafından yayımlanan kitapların bir bölümü, benim tasarladığım kapakları taşımaktaydı. Kemal Burkay’ın Prangalar, Mehmed Kemal’in Acılı Kuşak, Hasan Hüseyi’nin Kızılırmak, Talip Apaydın’ın Ateş Düşünce, Regis Debray’ın Devrimde Devrim adlı yapıtları anımsadıklarım arasında. Bu uğraşlarım da beni reklamcığa doğru itiyordu.
Ben bu arayışlar içindeyken, bir rastlantı sonuca giden en önemli adımı atmamı sağladı. Hiç unutmuyorum, Ankara’da Selim Sırrı Tarcan Spor Salonu... Türkiye İşçi Partisi kongresi... Kongrede, üye değil, inançlı bir sempatizan olarak izleyici bölümündeyim. Bir ara partinin yönetiminde yer alan yakın arkadaşım Yalçın Cerit yanıma geliyor ve arka sıramızda oturan iki kişiyi göstererek, o paldır küldür tavrıyla,
“Siz tanışmalısınız”, diyor ve beni Sevim Onursal ve Kor Kocalak’la tanıştırıyor. Sevim Onursal, kısa kesilmiş sarı saçlarının üzerindeki lacivert beresi, sade, yarı spor şık giyimi ve bakışlarına yansıyan kendinden emin tavrıyla orta yaşın güzelliğine sığınan bir kadın... Kor Kocalak ise benim yaşlarımda, ince yapılı, biraz bulanık bakan, yakışıklı bir genç. Bu tanışmanın peşinden Kor Kocalak ve Sevim Onursal’ın, o yıllarda Ankara’nın, hatta Türkiye’nin ilk gökdeleni olan Kızılay’daki Emek İş Hanı’nın on sekizinci katında Stüdyo İn adlı bir grafik atölyeleri olduğunu öğreniyorum. Yalçın Cerit’in, tanışmamız gerektiğini söylemesinin nedenini de böylece anlamış oluyorum. Çünkü Yalçın benim bazı becerilerimi bunlar arasında da resim, fotoğraf ve amatörce grafik uygulamalar olduğunu, hatta reklamcılık yapma konusundaki eğilimimi de biliyor.
Sanırım bir hafta kadar sonra Emek İşhanı’nın on sekizinci katındaki Stüdyo İn’e gittim. Ne yalan söyleyeyim, çok etkilendim. Çünkü, camlar buzlu cammış gibi kirli olmasına rağmen, Ankara’yı ilk kez o kadar yüksekten görebiliyordum. Onun ötesinde karşıma çıkanlar, ikisi hariç pek çarpıcı ve şaşırtıcı şeyler değildi. Birincisi, Neoprint denilen aletti. Bugün düşünüyorum da, ayarlı bir cetvelle kullanılan ve değişik boyutlarda lastik damga şeklindeki harflerden oluşan bu alet herhalde şimdi Afrika’nın en ilkel toplumlarında bile rağbet görmüyordur. İkincisi ise Emek İşhanı’nın hemen bitişiğindeki Amerikan Haberler Merkezi’nin işlerini yapıyor olmalarıydı. Yalçın Cerit bu iki insanı da bana Türkiye İşçi Partili ve komünist olarak tanıtmıştı da bu Amerikan Haberler Merkezi’nin işleri ne demek oluyordu? Bu sorunun yanıtını uzunca bir süre aradım.
O gün Sevim Hanım ve Kor’la uzun uzun konuştuk. Onların grafik çözümlemelerine ben fotoğrafla katılabileceğimi, hatta o güne kadar yaptığım kitap kapaklarından söz ederek, grafik konusunda da destek olabileceğimi, ancak asıl yapmamız gerekenin reklamcılık olduğunu söyledim. Onlar da bu görüşe katıldılar. Bulundukları ortamın koşullarından çok memnun değillerdi ve bir an önce Emek İşhanı’nın sınırlayıcı koşullarından kurtulmak ve bağımsız bir mekâna sahip olmak istiyorlardı. Bu beklenti de işbirliğimizin itici etkenlerinden birisi oluverdi.
Birkaç hafta sonra Kızılay’da, İnkılap Sokak 3 numaradaki iş hanının üçüncü katında bulduk kendimizi. Hummalı bir faaliyete girişmiş, ajans kurmaya başlamıştık. Reklamcılık bilgisinden ve kültüründen o kadar uzaktık ki, binanın ön yüzüne astığımız tabelada “Emlak Komisyonculuğu ve Reklam” ya da “Tabela ve Reklam İşleri” değil ama, “Odak Fotoğraf ve Reklam Stüdyosu” yazıyordu.
Yazımın çok uzadığının farkındayım. Ama daha yazacak o kadar çok şey var ki...
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder