Pazar, Ekim 22, 2006

Paralı yatılı

Sahne I
Birkaç Elma Koçanı…



Kulağımın dibinden bir şey daha vınlayarak geçip karşıdaki kara tahtaya çarpıyor. Bu da bir elma koçanı… Arkadan yine kahkahalar yükseliyor. Başımı iyice öne eğip hedef küçültüyorum. Güven de öyle yapıyor. Ama buna karşın bir elma koçanı da Güven’in ensesinde patlıyor. Bu kez kahkahalar daha da yüksek… Korkudan arkaya bakamıyoruz. Ama bu koçan saldırısı biteceğe benzemiyor. Ve tam o anda bir koçan, bir koçan daha...

Niğde Lisesi’ndeki ilk haftam. Parasız yatılı sınavını kazanamadığım için, gırtlağına kadar borç içindeki babam, kırıp döküp beni Niğde Lisesi’ne paralı yatılı yazdırıyor. Çünkü Nevşehir’de henüz lise yok ve o beni mutlaka okutmak istiyor. Kendisi de yıllar önce aynı lisede okuduğu için hâlâ onu tanıyan öğretmenlerin de desteğini alarak, kontenjanın dolu olmasına karşın benim kaydımı yaptırıyor.

Okulun başlamasına karşın, yatılıların çoğu gelmediği için, mütalea saatlerinde hepimiz aynı sınıfta oluyoruz. Arka sıralarda oturanlar lisesinin kıdemlileri ve belalıları... Kısa sürede tanıdıklarım arasında asıl adı Atilla olan ama herkesin Suriyeli dediği tipsiz mi tipsiz biri, esmer, kısa boylu, dar alnı ve parmak kalınlığındaki siyah kaşlarının altında çivi gibi bakan siyah küçük gözleriyle Ankaralı Hasan, iki metreye yakın boyu, koyu kahverengi teni ve kıvır kıvır siyah saçlarıyla tam bir zenci kırması olan Borlu Kadı Burhanettin, Kumral, uzun boylu, renkli gözlü ve çocuk yüzlü, başkalarına hep alay eder gibi bakan Güneş Ecer ve en önemlisi de Baba lakaplı, zayıf mı zayıf, kıllı göğsündeki jilet yaralarını göstermek için gömleğinin birkaç düğmesini hep açık tutan, okuldakilerin en yaşlısı Yılmaz Beyri… Ve ötekiler…

Adanalı Güven Atuk’la birlikte en ön sıralardan birinde oturuyoruz. Arkadaki bıçkınlar bizi tıfıl gördükleri için, yedikleri elmaların koçanlarını atıp kafayı buluyorlar. İkimizin de içinde isyanla ağlamak arasında gidip gelen duygular birbirine karışıyor. Kırılan onurumuz çaresizliğin verdiği öfkeyle birleşince içimizdeki isyan bastırılamaz hal alıyor. Güven’le göz göze geliyoruz. Aynı şeyi düşündüğümüz bakışlarımızdan belli. Ama ben ondan önce davranıp, kararlı adımlarla sınıftan çıkıyorum ve nöbetçi öğretmenin odasına yöneliyorum.

Nöbetçi öğretmen Hasan Yeğin, gözlüklerinin üzerinden bakarak ne istediğimi soruyor. Ben de yarı ağlamaklı olanları anlatıyorum. Kimler olduğunu sorunca da bildiğim adların hepsini veriyorum. “Güneş de mi?” diye soruyor. Sonradan öğreniyorum ki, Güneş Ecer Lise Müdürü Mehmet Naci Ecer’in yeğeni, Hasan Yeğin’in de yakın akrabası.

Sınıfa döndüğümde arka sıralardan bir kahkaha daha kopuyor. Yüzlerine bakamadığım halde, hepsinin de beni çiğ çiğ yemek istercesine gözlerini üzerime diktiklerini hissediyorum. Biraz sonra gelen hademe, adını verdiklerimin hepsini Hasan Bey’in çağırdığını söylüyor. Sınıftan çıkarken sıktıkları yumruklarını gözlerime sokarcasına homurdanarak önümden geçiyorlar. Onlar çıkınca Borlu Özer Sun yanımıza geliyor.

Sen ne halt ettiğinin farkında mısın oğlum, bu okulda zor yaşarsın bundan sonra” diyor. Dizlerimin bağı çözülüyor, boğazım düğümleniyo, ağlamamak için kendimi zor tutuyorum. Babam, annem, anneannem, kız kardeşlerim ve Nevşehir’deki evimiz gözlerimin önünden geçiyor. Saniyenin onda biri, yirmide biri kadar onların şimdi ne yaptıklarını düşlemeye çalışıyorum. Boğazımdaki düğüm büyüyor. Özer Sun durumumu anlıyor, sırtımı sıvazlayıp,

Bir daha böyle şeyler yapma. Şikayet etmek çok kötü bir şeydir” diyor ve uzaklaşıyor. Bu arada arka sıralardan atılan lafların ve tehditlerin haddi hesabı yok.

Nöbetçi öğretmenin odasına gidenler kıpkırmızı yüzlerle sınıfa dönüyor. Gene önümüzden geçerken dişlerinin arasından küfür ettiklerini duyuyorum. Güven kulağıma yaklaşıp,

Boku yedik oğlum. Bunlar bizi yaşatmaz” diyor. Biraz sonra zil çalıyor ve mütalea saati bitiyor. Herkes kalkıp bizim önümüzde toplanıyor. Yılmaz Beyri en önlerinde. İster istemez biz de, sanki hiçbir şey olmamış gibi kalkıp sıradan çıkıyoruz, ama benim hâlâ bacaklarım titriyor. Yılmaz Beyri tam önümde... Şimdi jiletini çıkarıp yüzüme atacak diye beklerken bana bir şeyler söylüyor ya da soruyor ama anlayamıyorum. Başımı kaldırıp safça,

Anlamadım?” diyorum. Ne olduysa o anda oluyor. İki yanımdan iki el kollarımdan kavrayıp beni Yılmaz Beyri’nin önünden uzaklaştırıyor ve sınıfın köşesine götürüyor. Ne olduğunu anlayabilmiş değilim. Beni uzaklaştıranlar Ankaralı Hasan’la Suriyeli. Ankaralı Hasan gözlerini gözlerime çivi gibi dikip,

Ulan velet, sen kime kafa tuttuğunun farkında mısın, tükürse duvara yapışırsın” diyor. Bu arada hayal meyal birilerinin de Yılmaz Beyri’yi yatıştırmaya çalışarak sınıftan çıkardığını görüyorum. Büyük bir karmaşa içindeyim. Bir yandan korkum büyüdükçe büyüyor, bir yandan da, farkına varmadan Yılmaz Beyri’ye kafa tuttuğum için onurumu kurtarmanın verdiği açıklanamaz duygu yüreğimi kabartıyor. Ben değilsem bile herkes benim gerçekten kafa tuttuğumu sanıyor. Artık dövseler de gam yemem diye düşünüyorum. Birazdan Güven yanıma geliyor. Herkes gittikten sonra büzüldüğümüz yerden ayrılıp yatakhaneye çıkıyoruz ve sessizce yataklarımıza sığınıyoruz.

Sahne II
Bir Sanal Kahraman


Benim Yılmaz’a kafa tumam olayı ertesi gün okulda efsane gibi dolaşıyor. Yatılılar olayı gündüzlülere anlatıyor, onlar kız arkadaşlarına aktarıyor, derken okulun ünlüleri arasında yerimi alıveriyorum. Korkumdan süklüm püklüm dolaşmama karşın herkesin gözü benim üzerinde. Parmaklarıyla birbirlerine beni gösteriyorlar. Karmaşık duygular içindeyken, bahçede Yılmaz Beyri’nin bana yaklaştığını fark ediyorum. Ödüm kopuyor, bacaklarım titremeye başlıyor. O koluma girip,

Gel bakalım delikanlı, biraz konuşalım seninle” diyor. Herkesin gözünün bizim üzerimizde olmasından ve Yılmaz Beyri’nin sesindeki yumuşaklık ve sıcaklıktan cesaret alıp onunla taş binanın köşesine kadar yürüyorum. Zaten yapabileceğim başka bir şey de yok. Kolumu bırakıp, gözlerini gözlerime dikiyor,

Bak delikanlı, aldırma dün olanlara, seni gözüm tuttu... Hayatta hep böyle cesur olacaksın ve hiç kimseden, hatta dün yaptığın gibi benden de korkmayacaksın. Seni takdir ettim. Ama yaptığın hareket çok ayıptı. Sana tavsiyem, hayatta kimseyi şikayet etme, kendi meseleni kendin hallet. Anladın mı? Bundan sonra da bir sıkıntın olursa bana haber ver” diyor ve akşamın acısını çıkarırcasına, sert bir hareketle saçlarımı karıştırıp, hızla uzaklaşıyor. Herkesin gözü önünde geçen bu olay ünümü daha da artırıyor.

Aradan aylar geçiyor, bir gün kendimi Yılmaz Beyri’yle birlikte tiyatro dekoru hazırlarken buluyorum. Yetmişli yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Dairesi Başkanlığı’na getirilen Fransızca hocamız Ahmet Maruf Buzcugil’in üstlendiği bir görev var. Her yıl bir klasiği, profesyonel tiyatro düzeyinde ve tadında sahneliyor. Bu nedenle de Niğde Lisesi’nin ünü Bor’a, Adana’ya Konya’ya ve o dönemin ünlü okulları köy enstitülerine kadar yayılıyor. O yılki oyun Sophokles’in Elektra trajedisi. Fransızca hocamız benim resim yeteneğimle, önceki yılardan tanıdığı Yılmaz Beyri’nin elektrik bilgisi ve sahne konstrüksiyonundaki becerisini bir araya getiriyor ve Elektra’nın sahnelenmesinde en önemli görevi bize veriyor.

Yılmaz Beyri’yle dostluğumuz gün geçtikçe pekişiyor. Birkaç ay önce okulun tıfılları arasında yer alırken, birden büyüdüğümü ve bıçkınlarla dolaştığımı görüyorum. Tam bir abi kardeş yakınlığı yaşıyoruz. Ve bu yakınlık, hiç eksilmeden üç yıl sürüyor.

Bu arada Yılmaz Beyri’nin serüvenleri hiç eksilmiyor. Kendinden geçtiği zaman göğsüne jilet atıp kan revan içinde kalıyor, hocalara kafa tutup sustalılarla, tornavidalarla saldırıyor, Gündüzlülerden Utarit adında bir kıza aşık olan Orhan Kılcı adındaki arkadaşımız Niğdeliler’den dayak yeyince bir grupla, şimdilerde adını anımsayamadığım bir mahalleyi basıyor. Geceleri okuldan kaçıp gece yarısı körkütük dönüyor. Ve daha neler neler... Bu arada ben cesaret edemediğim için, liseli aşkım Tülin Tansel’e yazdığım mektubu da elleriyle götürüp veriyor.


Sahne III
Yılmaz Bekûr


Yıl 1956. Ankara’dayız. Sınavlarına bile giremediğim Güzel Sanatlar Akademisi ve Devlet Konservatuvarı düşlerim balon gibi sönmüş, babam beni üniversitede okutabilmek için Devlet Tiyatrosu’nda bir iş bulmuş ve Ankara’ya yerleşmişiz. Bir yıl önce Tercüman Gazetesi bir makale yazarlığı yarışması açmış. Ahmet Kabaklı ile Emin Galip Sandalcı birinciliği paylaşmışlar. Kabaklı ve Sandalcı Tercümanda, şimdinin köşe yazarları gibi günlük makale yazıyorlar. Ben de Emil Galip Sandalcı’yı okumak için her gün Tercüman alıyorum. Bir sabah gazetede tanıdık bir yüzle karşılaşıpirkiliyorum. Birinci sayfanın sağ üst köşesinde dört ya da beş sütunluk bir haber. Haberin üzerinde özensizce dekupe edilmiş bir insan başı. Gözleri hiç yabancı gelmiyor. Hemen resim altına bakıyorum, Yılmaz Bekûr yazıyor. Evet bu o, ama adı yanlış yazılmış diye düşünüp anında haberin başlığını okuyorum:

Para vermediği için eniştesini pencereden attı!” Kanım donuyor. Birkaç dakikalık şoktan sonra soğukkanlılıkla düşünüyorum ve içim burkularak kendi kendime, “olacağı buydu, su testisi su yolunda kırılır; Yılmaz bundan sonra hapishanelerde çürür gider” diyorum.

Lise yıllarım yeniden gözümün önüne geliyor, onunla Halkevi sahnesini hazırlamak için lisenin konuğu olarak Bor’da geçirdiğim üç günü saat saat anımsıyorum. Onun gerçek bir Kodin olduğunu, damarına basılmadığı zaman insanlara karşı ne kadar anlayışlı ve zarif davrandığını, haksızlığa, anlayışsızlığa ve baskıya maruz kaldığında da gözünün hiçbir şeyi görmediğini, ama yine de zararı karşısındakine değil kendine verdiğini düşünüyorum. Hey gidi Yılmaz Beyri hey, kendi yolunu kendin seçtin, hapiste de damarına basanlar olacak ve sen hiç güneş yüzü göremeyeceksin artık...


Sahne IV
Bir Garip Adem


Yetmişli yılların başı... Parasız günlerimdeyim. İş nedeniyle geldiğim İstanbul’dan trenle Ankara’ya döneceğim. Bilet almak için Sirkeci Garı’nın yüksek tavanlı tarihi salonunda bankoya yaklaşıyorum. Osmanlı’dan kalma, iyiden iyiye yıpranmış ve ihtiyarlamış ahşap bankoya yaklaşıyorum. Sakin bir gün ve uzun bankoda iki memur çalışıyor. Genç olanın önü kalabalık. Yaşlı memurun önündeki hanımın işi bitince yaklaşıp, Ankara için kuşetli bileti almak istediğimi söylüyorum. Ufak tefek, zayıf mı zayıf, kamburu çıkmış ihtiyar adam, siyah kollukların ucundaki kemikleri sayılan elleriyle yanındaki çelik dolaptan karton bir bileti alıp, sağ yanında duran demir presin altına koyuyor; titreyen eliyle presin kolunu tutup güçlükle aşağı bastırıyor. Üzerine fiyatı, gideceği yön ve katar numarası gibi bilgilerin preslendiği kartonu bana uzatırken göz göze geliyoruz. Bir an duraklıyorum. Ben bu adamı tanıyorum, ama kim?.. Zaman duruyor, belleğimdeki tüm göz resimleri hızla geçiyor önümden. Aman Allahım, bu o!.. Ama nasıl olur, bu ihtiyar biri. Elini biraz daha uzatıp, titreyen sesiyle,

Beyefendi, buyurun biletinizi” diyor. Ses de yabancı değil... Bilete uzanamıyorum. Titreyen bir sesle, çekine çekine,

Afedersiniz, adınız Yılmaz mı?” diye soruyorum. O, ferini tümüyle yitirmiş koyu yeşil mevceli göz bebeklerinde bir ışık parlayıp kayboluyor;

Evet efendim Yılmaz, neden sordunuz?” diyor. Onun gerçekten Yılmaz Beyri olduğunu öğrenince bir kez daha yıkılıyorum ve keşke hayır deseydi diye düşünüyorum. Sonra, suçlu suçlu,

Yılmaz Beyri?..” diyorum. Güçlükle doğrulup, bana daha dikkatle bakarken dudaklarından belli belirsiz “evet” sözcüğü dökülüyor. Silkinip, beni tanıyıp tanımadığını soruyorum. Gözlerini yüzümde gezdirdikten sonra,

Özür dilerim ama, çıkaramadım efendim...” diyor. Boğazımdaki düğümü aşmaya çalışarak,

Ben Şahin Tekgündüz...” deyip birkaç saniye bekliyorum. Anlamsız anlamsız yüzüme bakıyor. Tanıyamadığı için iyice mahcup...

Niğde Lisesi... Niğde Lisesi’nden Şahin Tekgündüz” diye tekrarlıyorum. Bir anda o ihtiyar adam, elektrik çarpmış gibi oluyor. Yüzü karışıyor, elindeki bileti bankoya düşürüyor, ne yapacağını şaşırmış durumda uzanıp ellerimi tutuyor ve gerçekten ağlamaklı bir sesle, birkaç kez üstüste “Şahin... Şahin... Şahin...” diyor. Aramızdaki ahşap banko olmasa anında sarmaş dolaş olacağız. Bir an toparlanıyor ve elimi bırakmadan bankodan içeri alıyor beni. Sarılıp öpüşüyoruz. Sonra kollarımdan tutarak, kendininkinin yanına çektiği bir sandalyeye oturtuyor. İlk hoşbeşten sonra çaylarımızı içerken daha ben sormadan anlatmaya başlıyor. Evlenmiş, iki yaşında bir oğlu olmuş. Babası eski demiryolcu olduğu için Sirkeci Garı’nda iş bulmuş. Çamlıca’da bir gecekonduda yaşıyorlarmış. Kıt kanaat geçiniyorlarmış, ama Allaha şükür, çok sevdiği karısının yakın akrabası olan İstanbul Belediye Başkanı onlara kol kanat geriyormuş.

Allah razı olsun, her hafta şoförüyle fileler dolusu yiyecek içecek gönderir. Arada bir kendisi de gelir. Yeğenini çok sever, ona hep oyuncaklar alır. Arada bir de makam arabasıyla bizi İstanbul’da dolaştırır. Onun sayesinde geçinip gidiyoruz Şahinciğim... Yoksa hayat çok zor çok...” diyor. Sonra karısından söz ediyor ve beş vakit namazını hiç eksik etmediğini, kendisinin de onun sayesinde tam bir mümin olduğunu anlatıyor. Dikkat ediyorum, geçmiş yıllara hiç gitmiyor. Acaba benim varlığımdan ve o günleri çağrıştırıyor olmamdan rahatsız mı, diye düşünüyorum ama, hiç öyle bir algı yaratmıyor.

Bir saate yakın kaldıktan sonra kalkıyorum. Biletin parasını almak istemiyor, zorla veriyorum. Beni Gar’ın kapısına kadar uğurluyor ve,

Eve de beklerim Şahinciğim, bir daha geldiğinde mutlaka...” diyor. Ona dönüp,

"Hey gidi Yılmaz Beyri hey, demek ki sen de istemeden, farkında olmadan kurusıkı kafa tutmuşsun önüne gelene" demek geliyor içimden... Karmakarışık ve garip duygular içinde sendeleyerek ayrılıyorum Gar’dan...

8 yorum:

Adsız dedi ki...

Soluksuz okudum desem yeridir. Elinize sağlık Şahin bey.

İroni hayatın kendisi değil mi zaten!

mimarkemallisesi dedi ki...

bugün de sınıflarda ne bıçkınlar var. o bıçkınlar yalnızca anı biriktiriyor.bıçkınlar için anılar kurucu öğe olmuyor. yaşam kendi özelinde ağır, sessiz, duyarsız akıp gidiyor. anılarımız yaşamla barışık olmamız için gerekli.

Adsız dedi ki...

Merhaba sevgili Sahin. Ne guzel gunlerdi onlar! Ayni gunlerin hatiralarini paylasiyoruz, isimleri ben de hatirliyorum. Yilmaz'i, Ankarali Hasan'i, Burhanettini guzel tasvir etmissin. Okulda yaptigimiz hokkabazliklari. Beni de iyi tasfir etmissin. Lise muduru amcamin o guzel resmini saklamissin demek. Olumunde dagitilmisti. Su dunyanin haline bak...Pasifik Okyanus'u sahilindeki, Lagoona Beach kasabasinda bir Turk lokantasinda diz ustumle oturmusum Internet'te dolasirken bu yazini goruyorum, ve eski gunleri nemli gozlerle bir kere daha hatirliyorum. Kalp atisimin hizlanmasini, serotonin miktarimin yukselmesini senin bu guzel yazina borcluyum. Guzel gunler sevgili arkadaslarim....

parasiz yatili Gunes Ecer..

(ararsaniz memnun olurum)..gtiecer@aol.com

Şahin Tekgündüz dedi ki...

Sevgili Güneş,

İnsan yasarken farkına varamadığı o güzel günlerin değerini yıllar sonra anlayabiliyor. Evet, ne güzel günlerdi...

Ben bu yazdıklarımın bir yerlerden hoş sedalarla yankılanacağından emindim, ama dünyanın öbür ucundan böyle güzel bir ses beklemiyordum doğrusu . Yazını okuyunca seni yanımda hissettim. Sadece seni mi, daha kimleri kimleri...

Hocalarımız geliverdi gözlerimin önüne. Mercimeğin Kemal, Kürt Memet, Dımbır Osman, Kancık Celal, Yeşil Oğlan, sonra lakap takamadığımız ya da lakaplarını unuttuğum Hüseyin Yetkin, Tahsin Çizenel, Nihat Karakurum, Kimyaci Firuzan Hanım vb. Niğde lisesi'nde yaşadığım ve yazmak istediğim başka anılarım da var. Bana katkıda bulunursan sevinirim. Hani birkaç anekdot, varsa birkaç fotograf vb.

Seni Mehmet Naci Ecer'in oğlu gibi göstererek yaptığım büyük yanlışı hemen düzelttim. Ecer soyadı yasamım boyunca beni hep etkilemiştir. Sınıf arkadaşım Ayhan ve kardeşi Seyhan'la, yıllar sonra Ankara'da hep görüşürdük, ama izlerini yitirdim. Sana bir isim daha sormak isterim, Şair Salih Ecer... O da İstanbul'da reklamcılık yapan arkadaşlarımdan...

Sevgili Güneş, haberleşmemizi sürdürelim ve Türkiye'ye gelirsen mutlaka görüşelim. Sana iyilikler diliyor ve kucaklıyorum. Sevgiler...

Şahin Tekgündüz

Adsız dedi ki...

yaa gercekten cok etlıkılnedım..cok tatlı ve sevecen bir diile anlatmıssınız hıc bır seyı abartmadan isimler bbiraz karısık yanı benim kafamı karıstırdı ama etkılendım yazılarınızın devamı dilegiyle basarılar

zeynep dedi ki...

Merhaba,
Tesadüfi bir akşam gogalda dolaşırken soyadımızı girerek bizim soyadımızda kimse varmı diye merak ettim.Birde ne göreyim babamın ismi.YILMAZ BEYRİ ve siz
Tabi bu beni çok heyecanlandırdı.Önce tesadüftür dedim baktım niğde lisesi evet gazete küpürü evet doğru sonra sonlarına doğru okumaya devam ettim tren garında gördüğünüz şahıs sizi yılmaz beyriyim diye yanıltmış çünkü babam zabıta memuru idi ve bu işe onu ankara sigorta müdürü olan ve gazeteye konu olan eniştesi sokmuştu.Ayrıca gazetede çıkan eniştesini balkondan atma olayında babamın suçsuzluğu kanıtlanmış ve bir gece dahi hapiste yatmamıştır.Eniştesi daha sonra eceliyle vefat etmiştir.Babam hayatını hiç bir dönemi hiç bir yardım kuruluşundan yardım almamıştır.Bilakis insanlara yardım etmiştir.hiç bir dönem gecekonduda oturmamıştır.bunları yazınızda düzeltirseniz sevinirim.Babam 40 yaşında annemle evlendiği için biz gençlik yıllarını babamın göremedik.Ama şerefli onurlu bir hayat sürdü.Sert mizacının altında sevgi ve şefkatli bir baba vardı.Bizi okuttu lise yıllarından bahsederken hep sizleri anlatırdı çok güzel şiirler yazardı yazıları çok güzeldi sanatçı ruhluydu.O nun tek sorunu babasını küçük yaşta kaybetmiş olması idi .Elimdeki resimleri siznle paylaşmak isterim.Sizinle tanışmaktan şeref duyarım..ELLERİNİZDEN ÖPÜYORUM.SAYGILARIMLA
YILMAZ BEYRİ nin kızı ZEYNEP BEYRİ

zeynep dedi ki...

merhaba,
sayın şahin tekgündüz,
Babam hakkında lise yıllarını bir de sizin ağzınızdan canlı olarak duymak isterim.Bu beni ve kardeşlerimi çok heyecanlandırır ve sevindirir.
SAYGILARIMLA
YILMAZ BEYRİ kızı Zeynep Beyri

Şahin Tekgündüz dedi ki...

Sevgili Zeynep,

Mektupların beni çok duygulandırdı ve sevindirdi. Yıllar yıllar sonra Yılmaz'ın en yakınıyla karşılaşmış olmak benim için bir mucize.

Yazılarındaki e-posta adresine daha önce cevap gönderdim ama anlıyorum ki sana ulaşmadı. Umarım bu yazımı okursun. Sana telefon numaramı veriyorum. Ararsan görüşme imkanı yaratabiliriz. Selam ve sevgiler...

Şahin Tekgündüz

Tel: (0532) 356 01 60