Bir gece yolculuğu
Uykuyla uyanıklık arası... Annemin sıcak nefesi. Gözlerim aralanıyor, karanlıkta zor seçebildiğim iki gözbebeği. Annemin gözbebekleri... Bulanık... Gözlerimi kırpıyorum, yine bulanık... Annem ağlıyor. Bulanık gözlerinden yaşlar akıyor. Uyandığımı görüyor, gülümsüyor... Gözbebeklerim annemin kocaman gözbebekleriyle bütünleşiyor, içimde kabaran korku eriyiveriyor. Kamyonun şoför mahallindeyiz. Karanlık. Kulaklarıma gürültü doluyor. Motor gürültüsü. Şânur’un, bu gürültü başlayınca korkup ağladığını anımsıyorum. Ama ben korkmuyorum. Karanlıkta fersiz ışıklar titriyor, değişiyor, parlıyor, sonra yeniden kayboluyor. Bir de hep sarsılıp zıplıyoruz. Annemin sıcacık göğsü... Saçlarımı okşuyor. Gözlerini silmiş ama hâlâ kıpkırmızı. Gülümsemeye çalışıyor. Soğuk burnumun ucunu üşütüyor. Bir korku dalgası daha kaplıyor içimi. Birden bilincim yerine geliyor, başımı kaldırıp çevreme bakıyorum. Yanımda babamı görüyorum, korkum hemen kayboluyor. Şânur babamın kucağında mışıl mışıl uyuyor. Sallana sallana, sarsıla sarsıla bir yere gidiyoruz. Ama nereye? Karanlıkta yağmur yağıyor. Önümdeki küçücük, buğulu camlardan hiçbir şey göremiyorum. Camların üzerinden yavaş yavaş sağa sola gidip gelen iki siyah çubuk var. Yağmur damlalarını siliyor. Silinen camlardan, yağmurun iplik gibi inişini bir görüyorum, bir kaybediyorum. Kocaman bir el kirli bir bezle camlardaki buğuyu siliyor, ama silemiyor. Yeniden korkuyorum... Ağlamak geliyor içimden, dudaklarım büzülüyor. Gözlerime babamın yanında oturan, şoförün kocaman elleri takılıyor. Elleri gibi kocaman ve siyah bir simiti tutmuş, titrek hareketlerle oynatıyor, sağa sola çeviriyor. Takılıp kalıyorum o görüntüye. Beni büyüleyen, o kocaman siyah simitin alt tarafındaki ondüleler. Adam kalın parmaklarını ondülelere uydurup simiti sağa sola çeviriyor, bazen de simit o kocaman parmaklar arasında kendiliğinden sarsılarak hareket ediyor. Başımı kaldırıp yüzünü görmeye çalışıyorum. Yüzü karanlıkta kapkara; gözleri boncuk gibi parlıyor. Annemin kollarında yeniden uyuyuncaya kadar bakıyorum ona. Beni görmesini istemediğim için gözlerimi yumuyorum. Uyandığımda karanlık gitmiş ama, hava hâlâ aydınlık değil. Yağmur devam ediyor. Oturduğumuz yerden iniyoruz. Yağmur üzerimize yağıyor. Annem başıma bir şey örtüyor, çevremi göremiyorum. Öfkeyle atıyorum üzerimden. Annem kızıyor. Şânur annemin kucağında. Kamyon yağmurun altında duruyor ama, hâlâ hırıltılar çıkararak sarsılıyor. Babam oradaki insanlarla bir şeyler konuşuyor. Sonra açılan kapıdan bir bahçeye giriyoruz. Başında yemeni örtülü yaşlı bir teyze karşılıyor bizi. Renkli camları olan bir evin kapasından giriyoruz. Kocaman bir ev, girdiğimiz oda tıpkı bizim evimizdeki gibi. Halı örtülü sedire oturuyoruz. Biraz sonra anneme benzeyen bir kadınla küçük bir kız da geliyor yanımıza. Anneme hep bir şeyler soruyorlar. Annem bir gülümsüyor. Bir ağlıyor. Biraz sonra yere bir örtü serilip bir honça konuluyor. Honçanın çevresine diz çöküp, bağdaş kurup oturuyoruz. Suyla yumuşatılmış ekmek, peynir, zeytin, tereyağ konuyor honçanın üzerine. Bir de sonradan adının büzeyden olduğunu öğrendiğim reçel gibi bir şey. Babam da geliyor dışardan. Sıcak süt dolduruluyor bardaklara. Şânur yaramazlık yapıp sütü içmiyor, annem ona kızıyor. Babam o yaşlı teyzeyle konuşuyor, anahtar, diyor. Biraz sonra bir amca gelip hoşgeldiniz diyor ve babama bir anahtar veriyor. Kocaman, kapkara demirden bir anahtar. Annem beni sedirin köşesine Şânur’un yanına yatırıp üzerimize bir ortü örtüyor. O kocaman anahtar sallanıyor gözlerimin önünde, yeniden uyuyuyorum.
Günaydın Bor!..
Bor’dayız... Niğde’nin en yakın ilçesi. Yıl 1942... Maliyede memur olan babam Nevşehir’den Bor’a atandığı için geldik buraya. Nevşehir’den, annemin, anneannemin, teyzelerimin ve komşuların göz yaşları içinde ayrıldık. Orada bıraktığımız anneannem ve iki teyzem, daha sonra gelecekler. Nevşehir’de, burada doğdun dedikleri evi çok iyi anımsıyorum. Yıllar sonra Nevşehir’e döndüğümüzde yine o evde yaşadım. Bir de dedemi ve ölümünü anımsıyorum. Çarşının içinde ve taştan yapılmış kalın duvarlı iki katlı bir evdi. Yaz geceleri evin toprak damında yatardık. Kışları ise buz gibi soğuk olan kilerden çömlek peyniri ve taneleri buruş buruş olmuş hevenk üzümleri çıkarır yerdik. Ailenin ilk çocuğu olduğum için beni çok severlerdi. Nedendir bilemem, kocaman gülleri olan bir entariyle çektirdikleri fotoğrafımı bana gösterip, “kim bu?” diye sorarlar, ben de hep “hayullah” derdim ve gülüşürlerdi. Kendimi, komşumuzun oğlu Hayrullah sanırdım.
Bor’a geldiğimizde henüz beş yaşımdayım, ama o yıllarda yaşadıklarımın pek çoğu pırıl pırıl durur belleğimde. Belki de acılarla dolu olduğu için... Günler geçtikçe ve aklım ermeye başladıkça bir savaş yaşandığını, kimi insanların bu savaşta, kimilerinin de savaşmasalar bile yokluktan ve açlıktan bulundukları yerde öldüğünü öğreniyorum.
Annem hep, “Bizi evimizden barkımızdan ettiler, nasıl yaşayacağız elin memleketinde” diye ağlayıp duruyor. Babam sabahları işe gidiyor, Şânur’la ben hep annemle kalıyoruz. Şânur benim küçük kardeşim. Adı Şahinur; ben Şahinur diyemiyorum, annem de babam da bana gülüyorlar. Onunla bir olup komşu çocuklarıyla oynuyoruz akşama kadar. İlk geldiğimizde evlerine gittiğimiz komşumuz çok zengin, çoğu zaman onların bahçesinde oynuyoruz. Münevver Teyze bizi sık sık çağırıp, üzerine tere yağı ve büzeyden sürülmüş mısır ekmekleri veriyor,
“Sokağa çıkmadan yeyin, başka çocuklar görmesin” diyor. Önceleri anlamıyorum, o çocuklar da istemesin diye böyle söylediğini düşünüyorum. Aklım erdikçe o çocukların hiç büzeyden yemediklerini öğreniyorum.
Babam akşamları eve geldiğinde çok öfkeli oluyor. Hep savaştan söz ediyor.
“Kıtlık var, insanlar açlıktan ölüyor, biz halimize şükredelim” diyor. Annem hep bulgur pilavıyla üzüm hoşafı pişiriyor. Bazen de erişte... Biz onları, gelirken Nevşehir’den getirdik. Yufka ekmek yiyoruz. Annem, kamyonda gelirken kırılıp ufalandığını söylediği yufka parçalarını eliyle su serpip ıslatıyor, sonra da bezlerin arasında bekletiyor. Öğleleri de o yufkaların içine Nevşehir’den getirdiğimiz çökelekleri koyup dürüm yapıyor. Dürümden sonra pestil ve tarhana veriyor bize. Şânur pestili hiç sevmiyor, ağzında ıslatıp ıslatıp atıyor. Annem de ona çok kızıyor. Annem bir de pestille tarhanayı alıp sokağa çıkmamıza kızıyor, Münevver Teyze gibi... Sokağa çıkarken, yalnız kuru üzüm koyuyor cebimize...
Babam bir akşam kıyma aldığını söylüyor anneme ve paketi veriyor. Annem de Nevşehir’den getirdiğimiz kuru patlıcanlarla dolma yapıyor bize. Bir tabak da benimle Münevver Teyzeler’e gönderiyor. Münevver Teyze de tabağa kaysı kurusuyla dut kurusu dolduruyor. Eve götürürken dutların birazını yiyorum. Annem anlamıyor. Anlasa bana çok kızacağını biliyorum.
Bakmıyor çeşmi siyah...
Bir süre sonra Münevver Teyzeler’in mahallesinden taşınıyoruz. Babam daha iyi bir ev bulduğunu söylüyor. Hükümet Konağı’na daha yakınmış. İki katlı o eve taşınıyoruz. Yeni evimiz Hükümet Meydanı’ndan girilen sokağın hemen başında. Karşısında iki katlı taş bir bina var. Sonradan Kütüphane olduğunu öğreniyorum. Yeni evimiz iki katlı. Önünde topraktan bir avlu var. Taş merdivenlerden ikinci kata çıkıyoruz. Orada da, biri arkada biri önde iki oda var.. Öndekinin pencereleri yola ve Halil Nuri Yurdakul Kitaplığı’na bakıyor. Biraz daha uzakta da Polis Karakolu görünüyor. İki katlı. İkinci katının önündeki toprak damda borulu bir gramofon var. Kalın sesli bir adam hep Anadolu Ajansı diye başlayıp, savaştan, Almanlar’dan, Fransızlar’dan, Hitler diye birinden, İsmet Paşa’dan söz ediyor. Ben hiçbir şey anlamıyorum ama, annemle teyzem duyunca çok korkuyorlar, Hitler denen adama beddua etmeye başlıyorlar. Daha sonra da ince sesli bir kadın, bakmıyor çeşmi siyah, diye şarkılar söylüyor. Annem onun Hamiyet Yüceses olduğunu söylüyor.
Öndeki odamızın duvarındaki küçük rafta radyo var. Adı Siera. Arada bir kuş cıvıltıları gelince adamın biri, “Şşşşşt Siera çalıyor!” diye kuşları azarlıyor. Ben de herkese “Şşşşşt Siera çalıyor” demeye başlıyorum. Annemler gülüp başımı okşuyorlar. Hayriye Teyzem'e hep radyodan nasıl sesler geldiğini soruyorum. O da içinde parmak adamlar olduğunu, onların konuştuğunu ve şarkı türkü söylediklerini anlatıyor. O parmak adamları görmek için kimse yokken sandalyeye çıkıp bakıyorum ama, radyo kutusunun her yeri kapalı, hiçbir şey göremiyorum.
Anneannem, hep mısır ekmeği yapıyor? Onun tepsiye koyduğu mısır hamurunu Samiye Teyzem'le birlikte çarşıdaki fırına götürüyoruz. O benim küçük teyzem. Benden daha büyük ama, onunla hep oyun oynuyoruz. Bir gün fırında ekmeğimizin pişmesini beklerken o elimden tutup beni başka sokaklara doğru götürüyor. Bir kalabalık var. Onların arasına zorla giriyoruz. Duvarları yıkık kerpiç bir evin içi görünüyor. Tavanda boynundan asılı bir adam sallanıyor. Evin önünde yere oturmuş bir kadınla iki çocuk ağlaşıp duruyor. İçim bulanıyor. Teyzem, “yazık, kendini asmış” diyor. Sonra polislerle jandarma dedikleri askerler gelip herkesi kovalıyor. Korkarak kaçıp fırına geliyoruz. Fırının önünde hep fakir adamlar, kadınlar, çocuklar var. Önceleri onlardan korkuyorum ama, bir şey yapmıyorlar. Hep yüzümüze bakarak orada öyle duruyorlar. Bazı amcalar teyzeler fırından çıkınca onlara ekmek veriyor. Biz, kabarıp tepsiden taşan mısır ekmeğini, üstünü örten bezin uçlarıyla tutup elimiz yana yana eve getiriyoruz. Onlar arkamızdan hep bakıyorlar. Eve gelince anneannem mısır ekmeğini dilim dilim kesiyor, önce Şânur’a, sonra da teyzemle bana veriyor. İçi sapsarı göz göz olan mısır ekmeğini çok seviyorum ama, annem de, büyük teyzem de babam da sevmediklerini söylüyorlar. Annem içini çekip,
“Davut Ağa’nın somunu olmalıydı şimdi” diyor. Davut Ağa’yı biliyorum. Nevşehir’de fırını var. Dedem bana, mühürünü basıp yuvarlak yuvarlak kestiği kartonları verir,
“Hadi bu bilatlarla (bilet) Davut’tan ramazan pidesi al bakalım benim aslan torunum” derdi. Davut Ağa, sıcacık pideleri kollarımın üzerine koyardı. Fırının karşısındaki evimize gelirken dedem pencereden beni izlerdi. Eve gelince beni kucaklar,
“Torunum bana pide aldı” diye yanaklarımdan üstüste öperdi. Dedem öldü.
Babam her sabah işe gidiyor. Bazen de birkaç gün eve gelmiyor. Sonra bir gün beni de ata bindirip yanında köylere götürüyor. Âşar Memuru diyorlar ona. Köylüler ondan kaçıyor. Babamın tabancası var, ama hep benden saklıyor. Kimi köylüler de beni harman yerine götürüp düvene bindiriyorlar. Çok seviyorum düvene binmeyi. Önümdeki öküz ağır ağır yürürken, düven sapsarı ekinlerin üzerinden hışırtılar çıkararak kayıyor. Önce boynum, sırtım, sonra her yerim kaşınıyor. Akşam kilise dedikleri bir yerde yatıyoruz. Kaşınmaktan hiç uyuyamıyorum. Nakşiye Öğretmen diye birisi de Âşar memuru... O da bizimle kilisede yatıyor. Ertesi gün ben hastalanıyorum. Hemen Bor’a dönüyoruz.
Kör Kemancı
Ateşler içinde yatıyorum. Anneannem geceleri hep dualar okuyup yüzüme üflüyor. Serin serin üflemesinden hoşlanıyorum. Bir de keman sesinden. Geceleri sürekli keman sesi geliyor yanımızdaki evden, ama gündüzleri kesiliyor. Annemler hep konuşuyor. Adam çok zenginmiş eskiden. Kaza geçirip kör olunca fakirleşip doğduğu yere Bor’a gelmiş. Yalnız yaşıyormuş. Kör olduğu için çok iyi keman çalıyormuş. Anneme niçin kör olduğu için iyi keman çaldığını soruyorum. Kör olanların parmaklarıyla gördüğünü ama, bizim gördüklerimizi göremediklerini söylüyor annem. O adam bazen bir elinde keman kutusu bir elinde baston Evrenlerin evine gidiyor. Evren benim arkadaşım. Babası albay... Evren Kemancı’nın çoğu akşam evlerinde keman çaldığını, onu çok sevdiklerini, babasının ona zorla para verdiğini söylüyor. Sonra Evrenler Bor’dan başka yere gidiyorlar. Çok üzülüyorum. Bir gün Şânur’la sokaktan eve döndüğümde annemin de teyzemin de çok ağladığını görüyorum. Annem, Kör Kemancı’nın açlıktan kendini astığını, evinde ölü bulunduğunu söylüyor. Sonra hıçkırarak,
“Albaylar ona yiyecek içecek veriyordu. Onlar gidince adamcağız sahipsiz kalıp açlıktan öldü. Biz niye hiçbir şey yapamadık” diyor. Sonra bir daha hiç keman sesi gelmiyor geceleri. Akşam babam geldiğinde annem hâlâ ağlıyor. Babam da çok üzülüyor. Annemin ağlaması devam edince ona kızıyor,
“Hanım, sen ne diyorsun?.. Ağlamayı kes de haline şükret... Bugün iki kişi daha kendini asmış açlıktan. Birisinin üç tane de çocuğu varmış...” diyor. Anneannem ellerini iki yana açıp dualar okuyor. Babam radyoyu açıp ajans haberlerini dinliyor. Radyodaki adam, Almanlar Majino hattına dayandı, diyor. Ne olduğunu bilmiyorum ama, Majino sözcüğü çok hoşuma gidiyor. Ertesi gün önüme gelene majino majino demeye başlıyorum.
Annem kızıyor, Hükümet Konağı’na babamın yanına gönderiyor. Akşam babamla çıkıyoruz. Babamın elinde bir paket var. Bizim sokağa girmeden önce, teyzemle birlikte, karneyle somun, şeker, un almaya gittiğimiz bakkalın yanında Kasap Cemal’in dükkânı var. Oraya gidiyoruz. Çengellerde kırmızı kırmızı etler asılı. İlk kez bu kadar eti bir arada görüyorum. Kasap Cemal şişman, göbekli, kıpkırmızı yüzlü, siyah kalın kaşları ve kocaman bıyıkları olan birisi. Ceketi göbeğini örtemiyor, içinde yeleği var. Yeleğinin cebinden de köstekli saatinin sapsarı zinciri sarkıyor. Babam onun altın olduğunu söylüyor. Kasap Cemal, ellerinin baş parmaklarıyla işaret parmakları yeleğininin ceplerinde, göbeği önde babama doğru yaklaşıyor.
“Ooo Mustabey hoş geldin. Uğramıyordun epeydir. Maşallah maşallah mahdum da yanında” diyor ve çiğ et kokan tombul parmaklarıyla yanaklarımı okşuyor. Biraz kıyma alıp çıkıyoruz. Eve geldiğimizde babam elindeki paketleri anneme veriyor,
“Bak hanım, bu Sümerbank kumaşı, vesikayla verdiler. Paramız olunca Kasap Cemalinki gibi yelekli bir elbise diktireceğim. Bu da kıyma, yarın börek yap da karnımız bir güzel doysun, bıktım mısır ekmeğiyle bulgur pilavından” diyor. Sonra da eliyle şişirdiği göbeğine şaplaklar vurarak anneanneme dönüyor,
“Validanım, bir gün Kasap Cemalinki gibi göbeğim olacak benim de, yakışır değil mi?” diyor. O zaman, babamın dükkândayken Kasap Cemal’e nasıl imrenerek baktığı gözlerimin önüne geliyor. Anneannem,
“Allah can sağlığı versin yavrum, her şeyin başı sağlık” diyor. Babamın iki tane altın dişi var. Yalnız gülerken görünüyor. Nevşehir’de ona herkesin Altındiş Mustabey dediğini anımsıyorum. Babam öyle demelerinden çok hoşlanıyor. Bir de yürürken ayakkabılarının gırç gırç diye gıcırdamasından... Zaten babam evde hep ayakkabılarını gıcırdatarak yürüyor. Ben de onun gibi yapmak istiyorum, benim ayakkabılarım gıcırdamıyor.
Günler geçiyor. Annemle teyzem hep roman okuyup okuyup ağlıyorlar. Bazen öyle çok ağlıyorlar ki, başlarının ağrıdığını söylüyorlar. Gözleri kıpkırmızı oluyor. Alınlarına ıslak tülbentler, yemeniler bağlıyorlar. Beni hep evimizin karşısındaki kütüphanenin müdürü Ragıp Bey’e gönderiyorlar. O da benim geri getirdiğim kitapları alıp yenilerini veriyor. Okuma yazma bilmiyorum ama, kitapların adını da kimlerin yazdığını da ezberliyorum. Annemlerin en sevdiği, Kerime Nadir’in Hıçkırık romanı. Muazzez Tahsin, Esat Mahmut, Peride Celal, Halide Edip, Reşat Nuri, Halit Ziya aklımda kalan adlar.
Yazın babam Nakşiye öğretmenlerle birlikte, Kemerhisar diye bir köyde bahçe kiralıyor. Nakşiye öğretmenle annesi Zehra Teyze ve kardeşi Şadan Abla bizim yanımızdaki evde kalıyorlar. Babam atına binip köylere gidiyor, biz onlarla birlikte kalıyoruz. Nakşiye öğretmen de köylere gidiyor. Ama o ata binmeyi bilmiyor. At arabasıyla, bazen de eşekle gidiyor. Babamların dönmesini bekliyoruz. Onlar gelince gene savaştan, kıtlıktan, açlıktan, insanların kendilerini astığından söz ediyorlar. İsmet Paşa’yı çok seviyorlar. Babam hep “Paşa olmasa biz de çoktan harbe girmiştik. Şimdi kıtlıktan kırılıyoruz, o zaman bir de harpten kırılırdık” diyor. İsmet Paşa’yı çok merak ediyorum. Köyde elektrik yok, radyomuz da yok. Hep sokakta çember çeviriyoruz. Zerdali çekirdekleriyle oyun oynuyoruz. Çekirdek oyununda teyzem beni hep yeniyor ama, çemberi ben ondan daha iyi çeviriyorum. Şânur’u oynatmadığımız için ağlaya ağlaya eve gidip anneme şikâyet ediyor bizi.
Önce ben, sonra da Şânur sıtma oluyoruz. Bir de gözlerimiz hastalanıyor. Gözlerimizi hiç açamıyoruz. Annem, “bunlar hep pislikten, bu derenin pis suyundan” diyor. Geceleri de Şânur’la benim başucumda hiç uyumadan oturup, sinekleri kovuyor üzerimizden. Bir gece annem başucumuzda beklerken gürültüler oluyor. Birileri bağırıyor. Annem, teyzemler, anneannem dışarı fırlıyorlar. Çok korkup ağlıyorum. Gürültüden korkup Şânur da ağlıyor. Biraz sonra babam soluk soluğa içeri giriyor. Gözlerimi açamadığım için onu göremiyorum. Daha çok ağlıyorum. Zehra Teyzeler de geliyor. Babam, jandarmayla köylüler arasında kavga çıktığını, köylüleri koruduğu için jandarmaların kendisini de kovaladığını söylüyor. Sonra, “çocuklar iyileşsin de hemen dönelim, ben âşarcı olmak istemiyorum artık” diyor.
Bor’a dönünce Kütüphane Müdürü Ragıp Bey’in kızı Nimet’in öldüğünü öğreniyoruz. Ragıp Bey bize geliyor. Hep ağlıyor. Eczacının yanlışlıkla, ona ilaç yerine Striknin diye bir zehir hapı verdiğini, kızının gözlerinin önünde kıvrana kıvrana öldüğünü anlatıyor. Artık polislerin damından Hamiyet Yüceses’in şarkıları gelmiyor. Yalnız harple ilgili Anadolu Ajansı haberlerini açıyorlar. Annemlar bir süre Ragıp Bey’den kitap istemiyorlar. Bu defa da karşılıklı geçip hep örgü örüyorlar. Radyodan hep alafranga müzik çalıyor. Bazan da şarkılar...
Babam âşar memurluğunu bıraktığı için kaymakamın kendisine kızdığını söylüyor, “tayinimi istedim” diyor. Annem Nevşehir’e gitmemizi istiyor, babam da Niğde’ye... Artık Bor’u hiç sevmiyoruz. Teyzelerimle anneannem bağbozumu için Nevşehir’e gidiyorlar. Annem beni yine Ragıp Bey’den roman istemeye gönderiyor. Ragıp Bey küçülmüş saçları da bembeyaz olmuş. Anneme söylüyorum, "kolay mı, evladını kaybetti” diyor, gözlerinden yaşlar damlıyor.
Okullar açılıyor. Annem Sümerbank’tan krizet alıp bana önlük dikiyor. Bir de Şânur’la birlikte rugan akayabbılar alıyor. Lacivert kısa pantolon, siyah rugan ayakkabılar, beyaz kısa çoraplar, krizet önlük ve beyaz yaka ile aynada kendimi çok beğeniyorum. Cumhuriyet ilkokuluna kaydım yapılıyor. Okulu çok seviyorum. Esin diye bir kız arkadaşım var onu da çok seviyorum. Ama iki ay sonra babamın Niğde’ye tayini çıkıyor ve Esin’den ayrılmak zorunda kalıyorum.
Pazar, Ekim 15, 2006
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
5 yorum:
Yazınızı az önce okudum. Düğüm düğüm oldum. Büyük dayım anlatırdı savaş döneminin sancılı günlerini. Şimdi de sizden okumak, hatta siz anlatıyormuşsunuz da ben dinliyormuşum gibi, tekrar hiç yaşamadığım o yıllara götürdü beni. Mısır ekmeğinin kokusunu hissederek, keman sesini duyarak, ceplerimde kaysı ve dut kurusuyla dolaştım hiç gitmediğim Bor sokaklarında… Ben de bir memur çocuğuyum ve mecburi yaşamlar sunuldu benim de önüme. Köylerde geçti çocukluğum ve yatılı okullarda büyük olmayı, büyümeyi öğrendim… Ve sizi okurken, kendi geçmişime de merhaba dedim.
Tekrar teşekkür ediyorum yazınız için.
Çok teşekkür ederim. Sizde de aynı duyguları yaşatabilmek çok mutlu etti beni. Zaten anılar bu duygu paylaşımını yaygınlaştırmak için de yazılır.
Ben de yatılı okulda büyük olmayı, büyümeyi öğrendim. Niğde Lisesi'nin taş duvarları arasında... Bir gün bakarsınız yine benzer duyguları paylaşırız yatılı okul ortamında...
Sevgiler...
Sayın ustam, yatılı günlerimi anımsadığımda içimde hep bir burukluk yaşanırdı. O anları bırakın kağıda dökebilmeyi, anımsamaktan bile kaçınırdım. Daha 11 yaşında annem ve teyzemin beni okulun bahçesinde, elimde valizimle bırakışları gelir aklıma. Annemin göz yaşları, benim yanaklarımdan süzülürdü. Teyzemin 'güçlü ol' dilekleri, benim dilimde defalarca tekrarlanırdı. Daha iyi bir eğitim almak içindi bu ayrılık. Ama hazır mıydım? Büyürken annem yanımda olmadan, yalnız olmayı kaldırabilir miydim? Zor yıllardı...
Yazmak, kişinin kendisini karşısına alıp dinlemesi ve kendisine cevap vermesidir bazen...Bu günlerde kendim ve ben çok bir aradayız.:) Bu beraberlik sizin anılarınızın ışığında gerçekleşti. Yazılarınızın devamını merakla bekliyorum ustam.
Saygılarımla...
Sevgili Ahu, (Sıcak ve dostça yaklaşımını ve bana atfettiğin ustalık avantajını kullanarak sana böyle sesleniyorum)
Son yazın beni hem duygulandırdı, hem yüreklendirdi. Teşekkür ederim. Beni anılarımı yazmaya yönelten etkenin, senin belirttiğin gibi, insanın kendisini karşısına alıp dinlemesinin ve gerektiği durumlarda da kendisine cevap ve hesap verebilmesinin yarattığı cesur bir eylem olduğunu keşfettim. Bu duygu beni mutlu etti.
Senin de bugünlerde, "kendin ve beninle çok birlikte olman"ın benim yazılarımın ışığında gerçekleşmiş olması yazma konusunda bana ciddi bir sorumluluk yükledi. Ciddi ama, insanın içini ısıtan ve kanını kaynatan bir sorumluluk.
Ve biliyor musun, yatılı lise anılarımı yazmaya başladım bile...
İşe yarar ya da yaramaz. Ama yaşadıklarımızın, varoluşumuzun turnusol kâğıtları olduğunu düşünüyorum.
Yorum Gönder