Salı, Ağustos 22, 2006

Hep reklam değil ya... Biraz da gülelim.

Her birimizin yaşamında paha biçilmez değerde dangalaklıklar vardır. Yoktur diyene de inanmak zordur. Farkında ya da bilincinde olmaksızın neden olduğumuz bu dangalaklıklar sonucunda öyle durumlara düşeriz ki, yıllar sonra anımsadığımızda hâlâ sırtımızdan aşağıya buz gibi ter damlalarının indiğini hissederiz. Bunlardan kurtulabilmenin yolunu çoğu zaman, onları kendimizden bile saklamak olarak görürüz; ama onlar bizi bir türlü bırakmazlar ve hangi durumda olursak olalım, en küçük çağrışımlarda karşımıza dikilip gözümüzün içine baka baka acımasızca dalga geçerler bizimle.

Bu tür dangalaklıklar karşısında, bir de benim gibi, kendisiyle dalga geçmeyi sevenler vardır. Baskın basanındır gerçeği her zaman işe yarar. Diyelim bir sohbet sırasında, yıllar önce sebep olduğum bir dangalaklık birden dikileverir karşıma. Kafamdan atmaya çalışırım, ama bir türlü terketmez beni ve sırıtır dururkarşımda. İşte o anda içinde bulunduğum durum ne olursa olsun, hemen söze girip, hatta başkasının sözünü kesip, başlarım ballandıra ballandıra anlatmaya o dangalaklığımı. Sonunda da herkesin kahkahayı basmasını beklerim. Çünkü o kahkahalar, aradan uzun yıllar da geçmiş olsa, karşımda sırıtıp duran dangalaklığımı eriten ve yok eden deniz dalgaları ya da sabun köpükleri gibidir. Üzerimdeki baskıyı kaldırır, derin bir nefes aldırır bana... İşte şimdi de böyle yapmaya çalışacağım ve paha biçilmez değerde bir dangalaklığımı anlatacağım sizlere. Üstelik bu anıma da, anı yazmanın beylik yaklaşımıyla başlayacağım.

Yıl 1965... Kasım ya da aralık. Yaklaşık on otomobille Ankara’dan yola çıktık, doğuya gidiyoruz. En öndeki resmi otomobilde, daha sonraki İçişleri Bakanlığı döneminde adı Zehir Hafiye’ye çıkan, Adalet Partisi Cumhuriyet Halk Partisi Koalisyonu’nun Sağlık Bakanı Faruk Sükan var. Öteki arabalarda da Sağlık Bakanlığı’nın üst düzey yönetimi ve kimi gazeteciler... Ben de TRT Haber Merkezi’ni temsilen konvoydayım.

Ancak benim gibi çok eskiler anımsayabilir, o yıllarda da her zaman olduğu gibi, devletin, birkaç yıl içinde çöpe atılacak ve unutulacak pek çok büyük projeleri var. Bunlardan birinin heyecanı yaşanıyor. Türkiye’nin sağlık sorununun kökünden çözüleceği iddiasıyla kürsülerde bol bol nefes, gazetelerde sayfa sayfa kâğıt ve mürekkep tüketiliyor. Meclis kürsüsü ise, Zaloğlu Rüstem gibi amansız düşmana gürz sallayan, İskender gibi kördüğümü kılıçla yaran kahramanlarla dolu. Büyük Türk milleti nutukları birbirini izliyor ve bitmek bilmiyor... Bu boş inanca pabuç bırakmayanlar ise her fırsatta sesleri kesilen meslek örgütleri ve kimi yazarlar...

O yıllarda, aradan 41 yıl geçmesine karşın bugün de olduğu gibi Doğu Anadolu’da sağlık kurumu ve hekim sayısı yok denecek kadar az. Batı bölgelerinde ise yine bugün de olduğu gibi, özellikle uzman hekimlerin hemen tümü yarım günlerini hastanelerde, yarım günlerini de özel muayenehanelerinde geçiriyor ve çok para kazanıyorlar. Dolayısıyla, devletin ödeyebildiği ücretlerle Doğu Anadolu’ya gönderilecek hekim yok.

İşte Sağlık BakanıFaruk Sükan, zehir hafiyeliğini daha o günlerden göstermeye başlıyor ve TBMM’nin önüne iki yasa teklifi koyuyor. Bunlardan biri, Batı’daki hekimlerin ücretlerini artırarak, muayenehane açmalarını yasaklamak ve sağlık kurumlarında tam gün çalışmalarını zorunlu kılmak. Bunun adına “Full Time” deniyor. İkinci yasa teklifi ise, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde köyleri de içine alacak yoğunlukta sağlık ocağı açmak, oralara tatmin edici ücretlerle hekim, ebe-hemşire ve sağlık memuru atayarak sağlık hizmetlerini yaygılaştırmak. Bunun adına da “Sosyalizasyon” deniliyor.

İşte biz Sağlık Bakanı ve ekibiyle birlikte, bir yıl kadar önce başlatılmış bulunan sosyalizasyon uygulamasını yerinde görmeye gidiyoruz. Ankara’dan sonra ilk durağımız Malatya. Malatya’ya girişimiz akşamı bulduğu için doğruca geceyi geçireceğimiz fieker Fabrika’sı lojmanlarına gidiyoruz. Akşam da fabrikanın salonunda büyük bir yemek var.

Yemek gerçekten görkemli. Şeker Fabrikası’nın en az 500 kişilik salonu gösterişli bir şekilde düzenlenmiş. Sanırsınız ki, bugünün etkinlik düzenleyen kuruluşlarından birinin eli değmiş. Bütün masalar tıklım tıklım dolu, neredeyse boş sandalye yok. Bir görevli bizi basın için ayrılmış büyük bir yuvarlak masaya götürüyor. Benim dışımda Ankara’dan geziye katılan Anadolu Ajansı muhabiri ile kimi gazetelerin Ankara muhabirlerinden başka bölge basınından gazeteciler de var. Oturduğumuz yuvarlak masa öylesine büyük ki, bölgenin AP ve CHP milletvekilleri ve bölge temsilcilerinden birkaçı da aramızda.

Yemek büyük bir keyifle sürüyor. Bölge sorunları tartışılıyor. Biz Başkent’ten gelen bilmişler olarak ortaya atılan her soruna, önünü ardını düşünmeksizin büyük havalar içinde bilgiççe çözümler üretiyoruz. Bu cesur davranışımızın temelinde, zengin mezelerle götürdüğümüz duble duble rakıların rolü büyük. İşte tam bu sırada, Malatya’nın başarılı valisi Cezmi Kartay, ev sahibi edasıyla masamıza geliyor. Yer vermek istiyoruz, ama oturmuyor. Hepimizle ayrı ayrı tanışıp tokalaştıktan sonra elini benim sandalyemin arkalığına koyarak sohbete başlıyor.

Hoşbeşten sonra konu sosyalizasyona geliyor. Herkes bir şeyler söylüyor. Kafalar bulutlu olduğu için görüşler sınırsız. Özellikle AP’liler pek keyifli. Onlardan birisi,
“Sayın valim, her şey iyi gidiyor da şu sosyalizasyon adını hiç mi hiç sevmiyoruz. Bunun sonu komünistliğe mi gider diye de işkilliyiz doğrusu"
diyor. Cezmi Kartay AP’liyi zarif bir şekilde yanıtladıktan sonra “full time” mı, sosyalizasyon mu başarılı olacak tartışması başlıyor. Herkes farklı görüşlerde. Benim dileğim ise sosyalizasyonun başarılı olması. Serde sosyalistlik var ya, başka türlü düşünülebilir mi? Konuşulanları dikkatle dinleyen Vali Kartay,
“Beyler Malatya Valisi olarak ben de sosyalizasyonun başarılı olmasından yanayım, ama şunu unutmayın, “full time” çok büyük bir proje, hem de varlıklı kesimi temsil ediyor. Bu nedenle de sosyalizasyonun önünü kesecektir diye korkuyorum doğrusu. Malum, büyük balık küçük balığı yutar” diyor.

Valinin söyledikleri kanıma dokunuyor. O ana kadar hep sustuğum için konuşma sırasının hatta hakkının bende olduğunu düşünüp sendeleyerek ayağa kalkıyorum ve başlıyorum nutuk atmaya, daha doğrusu saçmalamaya:
“Sayın Vali Bey, ben sizin gibi düşünmüyorum. Sosyalizasyon mutlaka galip gelecektir. Çünkü özünde halk var, emek var, sömürüye karşı durma var... Hem bakın ben size çok sevdiğim bir şiiri okumak istiyorum” diyorum. Herkesin şaşkın ve endişeli bakışları altında Oktay Rifat’ın Ahmet adlı şiirini teatral bir ifadeyle okumaya başlıyorum:
“Ağlama Ahmet ağlama
Davranma kuşağına ikide bir
Anam avradım olsun
Bu kara günlerin sonu gelir
Büyük balık küçük balığı yutar demişler
Bok yemişler...”

Birden ne bok yediğimi hissediyorum. O anda yüzümün aldığı rengi, sırtımdan aşağı inen buz gibi teri, bulanıklaşan gözlerimle ayırt etmeye çalıştığım insan yüzlerini unutmam ne mümkün. Dangalaklık parayla mı, çam devirmeye devam ediyorum ve üstüste,
“Sizi tenzih ederim vali bey, sizi tenzih ederim efendim...” demeye başlıyorum. Masadan kıkırdamalar geliyor kulağıma, Vali Cezmi Kartay sırtımı okşayarak oturtuyor beni yerime. Algılayabildiğim ve kulağımda kaldığı kadarıyla beni teselli eden fleyler söylüyor,
“Estağfurullah Şahin Bey, haklısınız aslında sosyalizasyon elbette galip gelecek...” diyor.

Gece nasıl bitti bilmiyorum. Ertesi sabah geceyi düşünerek uyanıyorum. Sabahın serininde yeniden ter boşanıyor bütün vücudumdan. Kulağımdaki tek ses ise “Büyük balık küçük balığı yutar demişler Bok yemişler...” sözleri.

Olayın duyulmaması ve TRT’deki işimden olmamam için dua ediyorum. Ama olay ilginç bir şekilde orada kalıyor. Yıllar sonra Ankara’daki bir seminerde Cezmi Kartay’la karşılaşıyorum. Beni tanıması ne mümkün. Ama ben kahve molasında kendimi tutamayıp yanına gidiyorum. Artık TRT’ci de olmadığım için daha rahatım. Kendimi tanıtıp, günah çıkartırcasına olayı anlatıyorum. Müthiş bir kahkaha patlatıyor ve olayı anımsadığını söylüyor. Zarafeti hiç elinden bırakmadığı için,
“Şahin Bey sizin tepkiniz doğruydu... Üstelik tepkinizi de dobra dobra ortaya koydunuz” diyor.

Bu olağanüstü dangalaklığımı hoşgörmeniz için o güzel şiirin son dizelerini de alıyorum buraya. Birleştirip okuyun, eminim siz de çok seveceksniz.

Onu sardalyalar düşünsün
Sen balık değilsin ki Ahmet
Mek parmak mek parmak daha
Sonu selamet

2 yorum:

Tuğçe Özel dedi ki...

:)))

Bu hikayeyi Şahin Bey anlatırken vurgusuyla, haraketleriyle bir dinleyin. Anlattıktan sonraki kahkası, inanın duyulmaya değer.

Elinize sağlık Şahin Bey, okurken tekrar anlatırken ki haliniz aklıma geldi...

mimarkemallisesi dedi ki...

bu ne güzel bir öykü demek istedim. doğrusu da bu.