[ “ASLANIN MİDESİNDEKİ BÜYÜK LOKMA...” BAŞLIKLI YAZIMIN DEVAMI ]
Hem benim flirketim Odak, hem de Sada, ciddi ölçüde parasal sorunlar içindeyiz. Aslında Odak’ın sorunları benim ticareti bilmememden ve aşırı iyimserliğimden kaynaklanıyor. Sada’nınki öyle mi ya?.. Timuçin Yekta ve parasal işlerle ilgilenen Tezer’e (Soyadını anımsayamadım) rağmen büyük bir savurganlık yaşanıyor Sada’da. Bu savurganlığın nedeni de çevrede, özellikle de iş çevrelerinde büyük kurum havası yaratmak.
Daha sonraki yıllarda Teoman Baykal’ın da bulunduğu bir Sada ekibiyle Mersin’e yaptığımız bir iş gezisini hiç unutmam. O gece de Mersin’de altı kişi bir koli viskiyi su içer gibi görgüsüzce içip, ertesi gün Ankara uçağına zar zor yetişebilmiştik. Çok kazanmasına rağmen Sada’nın parasızlığı böylesi savurganlıklardan kaynaklanıyordu.
Aslında ben viskiyi gazetecilik yıllarımda yabancı büyükelçilerin verdiği kokteyllerde tanımıştım. Bir de Basın Yayın Yüksek Okulu’nda öğrenci iken hem meslekten hem de okuldan arkadaşım gazeteci Teoman Erel’in, (ne yazık ki genç yaşta bir trafik kazasında yitirdik) ders çalışmak bahanesiyle elinde bir şişe viskiyle bize geldiği gece... O gece anlamsız ölçüde viski içip de ertesi gün Devletler Hukuku Profesörü Suat Bilge’nin sınavında satırları bir türlü düz tutturamadığımı ve sınav kâğıdının üstüne doğru nasıl yaylar çizdiğimi anımsıyorum. Ama o sınavdan ikimiz de geçmiştik.
İşi aldıktan sonra İstanbul dönüşü Timuçin’le kafa kafaya verip hazırladığımız sözleşme, Transtürk tarafından virgülüne bile dokunulmadan imzalanıp bize geri yollandı. Sözleşmenin bir örneğini saklasam da bugünkü reklamcı dostlarıma gösterebilsem herhalde gözleri fal taşı gibi açılırdı. Basının yüzde 25 komisyon içeren tarifesi olduğu gibi uygulanacak, (ki bu komisyon net tarifeden hesaplandığında % 33,33’e geliyordu) onun dışında yaptığımız her işin bedeline de yüzde 25 komisyon ekleyerek fatura edecektik. Ödemeler ise, ihtiyaç duyduğumzda yapılacaktı.
O dönemde gazetelerde ne reklam pazarlama bölümleri ne de doğrudan reklamverenin kapısını çalıp % 99’lardan fazla indirimler yapan uzun bacaklı, mini etekli satıcı kızlar vardı. Reklam ajansı dışında gazetelere doğrudan başvuran reklamverenlere, içinde % 25 ajans komisyonu da yer alan brüt tarife olduğu gibi uygulanır, herhangi bir indirim yapılmazdı. Ne olduysa 1985’te Bilgin Grubu’nun İstanbul’a ve özellikle medya ve reklam sektörüne, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları gibi düşmesiyle oldu. İlkeli davranmak aptallık olarak görülmeye başlandı, bütün kurallar ve bütün etik değerler bir daha geri gelmemecesine yerle bir edildi.
Biz yine konumuza dönelim. Gözümüz kulağımız, gönderilecek 300.000 liralık avanstaydı. Çalışmalara da başlamıştık. Para benim şirketimin İş Bankası Mithatpaşa Şubesi’ndeki, parasızlıktan karnı guruldayan hesabıma gelecekti. Bankaya yüzüm olmadığı için de gelip gelmediğini sormaya utanıyordum. Sekreterim Ayla Mavituna’nın, “Efendim sizi Muvaffak Bey diye birisi arıyor” demesiyle yüreğimin hopladığını anımsıyorum. Muvaffak Bey Mithatpaşa Şubesi’nin müdürü idi. Daha önce odasına girmeye bile cesaret edemediğim Muvaffak Bey, son derece kibar bir tavırla, bir kahve içimi ziyaretime geleceğini söylüyordu.
O gün Muvaffak Bey’le kahve içerken, kendimi önemli bir işadamı gibi hissediyordum. Muvaffak Bey, gelen 300.000 liranın sadece işin avansı olduğunu öğreninde yüzündeki ifade görülmeye değerdi, neredeyse kalkıp boynuma sarılacaktı. Kendisini, Transtürk Holding’in Ankara temsilcisiyle tanıştırmamı rica etti, bana da ihtiyaç duyduğumda dilediğim kadar kredi açabileceğini, çekinmemem gerektiğini söyledi. Bu defa da benim içimden Muvaffak Beyi kucaklamak geldi ama ağırbaşlı olmalıydım.
İşler birden bire çok iyi gitmeye başlamıştı. İstanbul’daki reklamcılık çevreleriyle içli dışlı olan matbaacı dostum Mimar Selçuk Batur aramış, “Sen neler yaptın yahu, İstanbul sizden bahsediyor. Dikkat et yakında kuyunu kazarlar...” demişti de, o zaman bunun ne anlama geldiğini anlayamamış, gülüp geçmiştim.
Sada’yla yaptığımız ortak toplantılar gece yarılarına kadar sürüyor. Sada’nın elinde bulunan ve Teoman’la Timuçin’in DPT’den sağladığı bilgiler tablolara dökülüyor, dönemin harika aletleri Facit hesap makinalarının şıkırtılarla önümüze koyduğu yorumlanmış sayısal veriler ayrıntılarına kadar irdeleniyor, ODTÜ’lü öğretim üyesi dostlardan alınan görüşler, o dönemin moda sözcüğü ile “cross check” ediliyor, yabancı işçiler konusunda Türkiye’de ve Almanya’da yapılmış araştırmalar sağlanıp onlardaki bilgiler değerlendiriliyor ve önemli ölçüde güvenilir sonuçlara varılıyordu. Kampanya stratejisi kesinleşmişti. Yurtdışında, özellikle Almanya’da çalışan işçilere ağırlık verilecek, ama bu arada iç pazar da gözardı edilmeyecekti. Birebir postalama büyük önem taşıyordu. Bütün güçlüğüne ve külfetine karşın bu yöntem ön planda kullanılacak, İç pazarda ayrıca tanıklık ilanları yayımlanacaktı.
Bir yandan halka arzın hazırlıklarını yapıyor, bir yandan da İnkılap Sokak’taki ajansın elini yüzünü düzeltmeye çalışıyordum. Trafiğimiz yoğunlaşmış, Transtürk Holding’den de gelip gidenler olmaya başlamıştı. Daha önce fotoğraf stüdyosu olarak kullandığımız salonu kendime gösterişli bir oda haline getirmeye karar verdim. Çünkü artık fotoğrafçılığı tümüyle geride bırakıp tam anlamıyla reklamcı olmuştum, Öyle ya artık genç bir işadamıydım ve ona uygun bir ortamda çalışmalıydım. Bir yandan da bankadaki paraya fazla dokunulmamasına özen gösteriyor, Sada’dan gelen istekleri kibarca geri çeviriyordum.
Kampanyanın ana hatları belirlenmişti. Transtürk’ten gönderilen izahname, taahhütname, şirket ana sözleşmesi, sermaye artırımıyla ilgili genel kurul kararı, halka satılacak hisse senetleri ve daha pek çok “kıymetli evrak” özenle düzenleniyor ve onay için Türk Hava Yolları kanalıyla İstanbul’a gönderiliyordu. Tabii bu arada haftada en az bir kez de toplantı için İstanbul’a gidiyorduk; ama artık trenle ya da otobüsle değil, uçakla...
Transtürk Holding’i ve iştiraklerini tanıtan kapsamlı bir broşür ve basın ilanlarının taslakları hazırlanmış ve henüz kesinleşmemiş metinler yerine, Letraset setindeki “body type” denilen mıgırca yazıları kullanmıştık. Taslakları iki gün önce yollamış, sonra da İstanbul’a toplantıya gitmiştik. Aynı masanın çevresinde öteki yöneticilerle Fuat Süren’in gelmesini bekliyorduk. Kahvelerimizi yarılamıştık ki, Fuat Bey içeri girdi, bize zarifçe “hoşgeldiniz” dedikten sonra elindeki dosyayı açıp. iki gün önce kendisine yolladığımız taslakları önümüze attı. Tamam, ayvayı yedik, iş daha başlamadan bitti, diye düşünerek, çaktırmadan Timuçin’e baktım. Belli ki o da aynı şeyi düşünüyordu, renk vermemek için gözlerini önüne eğdi. Fuat Bey yarı şaka yarı öfkeli bir tavırla bana önüp,
“Kuzum taslaklardaki bu yazılar necedir allahaşkına? Dün gözümüze uyku girmedi, sabaha kadar bunları çözmeye çalıştık Leyla Hanım’la, beceremedik...” dedi. Belli ki çok öfkelenmişti. Yedi dil bildiği söylenen birisinin bu dili çözememesi, üstelik de eşinin yanında bu duruma düşmesi, doğrusu bağışlanır bir gibi değildi. Timuçin’le yeniden gözgöze geldik, bu defa gözlerimizin içi gülüyordu. Ben Fuat Bey’e durumu açıklayıp Letraset’ten söz edince herkes gülmeye başladı. Fuat Bey,
“Allah müstehakınızı vermesin beyler, insan yanına bir not koymaz mıydı. Gecemi rezil ettiniz. Bugün toplantıda uyuklarsam sorumlusu sizsiniz...” dedi.
Başlangıçtaki buz gibi hava birden ısınıvermiş, herkes merakla taslaklardaki meçhul dili incelemeye başlamıştı. Gönderdiğimiz taslakların tümü ufak tefek değişikliklerle olduğu gibi onaylandı. Yalnız Transtürk Holding'in amblemi konusunda bir türlü anlaşamıyorduk. Çalıştığımız üç amblem arasında biz, fabrika sliuetine benzeyeni savunuyoruz, onlar ise, istemeyerek önlerine koyduğumuz çengellerden oluşan amblemi istiyorlardı. Sonuçta 'müşteri her zaman haklıdır' saçmalığına uyup evet demek durumunda kaldık. Toplantıdan sonra Liman Lokantası’nda mükellef bir yemek yedik. Fuat Bey çok önemli bir randevusu olduğunu belirterek özür diledi ve bizden izin istedi. Transtürk toplantılarında İstanbul’u biraz daha tanıyor, özellikle de iş ilişkilerinde İstanbul çelebiliğini ve inceliği öğreniyordum.
Ankara’ya bir hayli keyifli döndük. Önerilerimizin tümü onaylandındığı için iş uygulamalara kalmıştı. Hummalı bir çalışma ortamına girdik. Bir yandan basılı malzemenin orijinalleri hazırlanıyor, bir yandan basın ilanları için tanıklık yapacak kişiler bulunup fotoğrafları çekiliyor, bir yandan da 25.000’lik postalama için adresler derleniyordu. Sada gerçekten TÜBİTAK’ın, o günlerde elektronik beyin ya da kompüter dediğimiz bilgisayarını ayarlamıştı. Bu arada belirtmeden geçemiyeceğim, bilgisayarla postalama işi Transtürk nezdinde itibarımızı inanılmaz ölçüde yükseltmişti. Gelen adresleri el altından Tübitak’a gönderiyoruz, bu adresler çalışma saatleri dışında bilgisayarda depolanıyordu. Merakımdan bilgisayarı görmek için gittiğimde çok şaşırdım. Daha salona yaklaşırken sesi gelmeye başlamıştı. Ses, o dönemdeki şişli tığlı, hâlâ da öyle olduğunu sanıyorum, tekstil makinalarının sesini andırıyordu. İçerdeki manzara gerçekten ilginçti. Bilmem gazete basan dev makinaları göreniniz oldu mu? En azından televizyonlarda görmüşsünüzdür. Biraz onlara benziyor ama daha küçük. Asıl benzeyen yanı da, basılmış gazeteleri taşıyan tepedeki raylar. Bu aletin raylarında ise gazeteler yerine, “puch card” denilen, mektup zarfı büyüklüğündeki kartonlar taşınıyor. Üzerine belli kodlamalara adres bilgilerini belirleyen delikler delinmiş kartlar raylarda titreşerek yürüyor ve bir yerde toplanıyor. Bize bilgisayarın nasıl çalıştığını anlatan kompüter mühendisini ağzım açık, hayranlıkla dinliyorum ve bu teknoloji harikası karşısında ezildiğimi hissediyorum.
Basıma hazırlanan işlerin tipo tekniğiyle basılacak bir bölümü Ankara’da Tisa Matbaası’nda, renkli olanlar ise İstanbul’da Selçuk Batur, Ferit Erkmen ve Çağatay Anadol’un birlikte kurdukları, Cağaloğlu Narlıbahçe Sokak’taki Reyo Matbaası’nda basılıyor. Basılanlar Küçükesat’ta tuttuğumuz bir iş hanının boş katında toplanıyor ve geçici olarak ifle aldığımız üniversite öğrencileri tarafından setler halinde toplanıyor. Hazırlanan setler Tübitak’tan gece geç saatlerde aldırabildiğimiz adresleri basılmış zarflara konuluyor ve ertesi gün çuvallarla postahaneye gönderiliyor. 25.000 seti bilgisayar sayesinde 15 günde tamamlayıp postalıyoruz. Bir yandan da basın ilanları hazırlanıyor.
Tanıklık kampanyasındaki oyuncularımızdan ikisini anımsıyorum da, öteki ikisi Almancı olan üç kişi aklımda kalmamış nedense. Anımsadıklarımdan birisi benim öz tezyem Hayriye Mumyapan, ikincisi ise ünlü oyuncu Tamer Karadağlı’nın, o yıllarda Wyet firmasında ilaç reprezantanlığı yapan babası Turgay Karadağlı. Tanıklıklıkları karşılığında onlara para yerine Transtürk hisse senedi veriyoruz. Teyzem yakın yıllara kadar o hisse senetlerini değerli birer anı gibi sakladı. Turgay’ın ise darda kaldığı bir dönemde iyi bir bedelle sattığını biliyorum.
Bu arada Muvaffak Bey’le ilişkilerimiz yağlı ballı... İstanbul’dan sık sık havale çıkarılıyor ve her seferinde Muvaffak Bey bizzat beni arayarak haber veriyor. Ünümüz İstanbul’dan sonra Ankara’da ve çevresinde yayılmaya başlıyor. Kayseri’deki meyve suyu üreticisi Meysu, peşinden, rakip oldukları halde Bursa’daki Aroma ve Ankara’daki bal ve reçel üretiminin en önemli isimlerinden Bursa Pazarı peşpeşe müşterimiz oluyor. Meysu’nun o dönemdeki genel müdürü, daha sonraki yıllarda sanayi bakanlağı yapan ve radyasyonlu çay içerken gerine gerine pozlar veren ünlü Cahit Aral... Bursa Pazarı’nın başında ise genç ve saygın bir işadamı Turgut Barış var. Aroma’da, soyadını anımsayamadığım, Hüsamettin Bey dışında kimse aklıma gelmiyor, zaten onlarla iliflkimiz çok da sürmüyor.
O günlerde eski gazeteci dostlarım ve TRT’deki arkadaşlarım da sık sık ziyaretime geliyor. Hepsi de TRT’yi bırakıp kendi işimi kurduğum için çok akıllılık ettiğimi ve bana gıpta ettiklerini söylüyorlar. İş hayatımın en güzel yıllarını yaşıyorum.
Kampanyanın üçüncü ayı dolmuş, bize ayrılan 3 milyon liralık bütçeden kullanmadığımız yaklaflık 100-150 bin lira kalmıştı. Satışa çıkarılan hisse sennetlerinin ise 49 milyon liralık kısmı satılmış, yani hedefe ulaşılmıştı. Bir gün Holding’in Ankara Temsilcisi Nazım Sengel, beni Gazi Mustafa Kemal Bulvarı’nın girişindeki İştaş Han’a davet ediyor. Transtürk Holding’in Ankara Temsilciliği bu binada. Bu davet nedense beni tedirgin ediyor, ama bir anlam veremiyorum. Görüşme sırasında Nazım Bey’in de bir hayli tedirgin ve sıkıntılı olduğunu görüyorum. Bir şeyler söyleyecek söyleyemiyor... Ben, laf olsun diye, sonuçların nasıl karşılandığını, yeni bir halka arzın düşünülüp düşünülmediğini soruyorum.
“Her fley mükemmel, tam istediğimiz gibi, oldu ellerinize sağlık, Fuat Bey de çok memnun sonuçlardan; özellikle de yabancı işçilerden gelen talep çok iyi oldu. Hatta bazı istekleri de karşılayamadık, ama bir pürüz çıktı” diyor. Söz açılınca da söylemesi gerekenleri sıralamaya başlıyor.
Efendim, Fuat Bey, yapılan işlerden ve alınan sonuçlardan çok mutlu imiş ama, hizmet bedelimizi yüksek buluyormuş. İstanbul’daki ajanslar aynı hizmeti net bedel üzerinden % 15 komisyonla yapmayı ve ödemeler için de 6 aylık senet almayı öneriyorlarmış. Fuat Bey, durumu Şahin Bey’e ilet, aynı koşulları kabul ediyorlarsa devam edelim, yoksa biz işi burada başka bir ajansla sürdürmeyi düşünüyoruz demiş.
Bunları dinlerken sırtımdan soğuk terler aktığını hissediyorum. Selçuk Batur’un söyledikleri çıkmığ, İstanbul kuyumuzu kazmaya başlamıştı. Başlamıştı ne kelime, kazmıştı ve bizi arkamızdan kuyunun içine itiyordu. Ben bu öneriyi kabul edemiyeceğimizi, iş ortağım Sada ile de görüştükten sonra yanıt verebileceğimi söylüyorum ve İştaş’tan süklüm püklüm ayrılıyorum. Teselli buluduğum tek yan, işin yüzde yüzüne yakın bölümünü tamamlamış ve paramızı almış olmamız. Zaten Transtürk’ün bundan sonra reklam işine pek ihtiyaç duymayacağını biliyorum, ama yine de İstanbul’un yaptığı öylesine koyuyor ki, boğazımın düğümlendiğini, o büyük lokmanın boğazıma takıldığını ve mideme inmemekte direndiğini hissediyorum.
Ajansa döner dönmez, Timuçin’den önce Selçuk’u arıyorum. Bir bir anlatıyor. Efendim bizim İstanbul’a gelip on-on iki ajansın arasına girerek işi almamız kimi ajansları çok rahatsız etmiş. Bundan daha önemlisi de tam komisyonla çalışıyor ve paraları da peşin peşin tahsil ediyor olmamız, hiç hazmedilememiş. Transtürk’ün ve Fuat Bey’in bugüne kadar reklam hizmeti almadığı ve geçerli koşulları bilmediği için bize kazıklandığı söyleniyormuş. Biraz daha deşince Selçuk daha ilginç şeyler anlatıyor. Bizim çalışma koşullarımızı, Selahattin Bey’in, adını anımsayamadığım, son derece güzel ve zarif sekreterinin, Manajans'ta yazar olarak çalışan erkek arkadaşına aktardığını, onun da zaten o günlerde aynı ajansta çalışan bir başka arkadaşıyla yeni bir ajans kurmak üzere olduğunu, biz bırakırsak işi onların alacağını söylüyor. Bunları Timuçin’e aktardığımda, tereddüt etmeden,
“İstanbul Dükalığı dişini gösterdi ama geç kaldı, canları sağ olsun” diyor. İçine düştüğümüz durumu kabullenmiş, önümüze konulan koşulları reddetmeyi kararlaştırmıştık. Fuat Bey’den randevu alıp İstanbul’a gittik.
Birkaç ay önce işi aldığımız gün olduğu gibi aynı kişilerle aynı masada bir araya geldik. Fuat Bey, Nazım Bey’in anlattıklarını bir kez daha yineliyor ve komisyonu net bedel üzerinden % 15’e çekersek ve fatura tutarları için 6 aylık senet kabul edersek bizimle çalışmaya devam edeceklerini, çünkü verdiğimiz hizmetten memnun olduklarını söylüyor. Bu kez sözü biz alıyoruz ve özellikle gazetelerden aldığımız komisyonun bir bölümünün Transtürk’e ödenmesini ticari ve etik kurallarla bağdaştıramadığımızı, Transtürk’ün talebini ise, haketmediği bir parayı elde etme çabası olarak değerlendirdiğimizi, sektörümüze karşı taşıdığımız sorumluluk gereği kötü ve yanlış örnek oluşturmak istemediğimizi anlatmaya çalışıyoruz. Fakat, Hukuk Danışmanı ve Yönetim Kurulu Üyesi Yiğit Tahsin Okur ve Mali İşlerden sorumlu İbrahim Altınsoy’un da desteklemeleri sonucu Fuat Süren görüşünde direniyor.
Bir an Timuçin Yekta’nın, sinirlendiğini ve oturduğu döner koltukta masaya arkasını döndüğünü farkediyorum. Bu düpedüz bir gövde gösterisi ve protesto. Durumu gören Fuat Süren,
“Beyler sanıyorum bu toplantı sona erdi. Zira Sayın Timuçin Yekta burada bulunuyor olmasına rağmen toplantıyı terketmiş durumda... Ne dersiniz Şahin Bey, haksız mıyım.” diyor. Bir saniye bile düşünmeden, bağrıma taş basarak,
“Ben de toplantının bittiğini düşünüyorum” diyerek ayağa kalkıyorum. Çok keyifli toplantılar ve görüşmeler yaptığımız, zaman zaman fıkralar anlatarak kahkahalar attığımız bu salondan, buz gibi bir havada birbirimizin elini kerhen sıkarak ayrılıyoruz. Öküz ölmüş, ortaklık bitmişti... Sonra içinde yer aldığım ve çok büyük reklamverenlerle çalışıp sürekli nitelikli hizmet verdiğim halde bir türlü ticari başarıya ulaşamadığım İstanbul Dükalığı benim için hükmünü ilk kez yerine getirmişti.
Tam yirmi beş yıl sonra... Ankara’dan İstanbul’a dönüyorum. Esenboğa Havaalanı’nın alt salonunda uçağa çağrılmayı bekleyenler arasındayım. Salon çok kalabalık, oturacak yer yok. Aradaki boşluklarda zamanın geçmesini bekleyerek volta atıyorum. Birden gözüme aşina bir yüz ilişiyor. Fuat Süren... Yirmi beş yıl önce yaşadıklarım birkaç saniyede gözlerimin önünden geçiveriyor. Acaba yanına gitsem beni anımsar mı, diye düşünüyorum. Ama ihtimal vermiyorum. Uzunca bir tereddütten sonra oturduğu sıranın önünden geçmeye karar veriyorum. Yine de ikircikliyim. Önünden geçerken beni tanır da ben ilgi göstermezsem, yirmi beş yıl öncenin kırgınlığını hâlâ atamadığım anlamı çıkar ve çok ayıp olur. Bu düşüncenin peşinden, hadi canım sen de... adamın yaşamında üç-beş aylık bir geçmişe sahipsin, nerden hatırlayacak, üstelik bir hayli de yaşlanmış, düşüncesi yapışıyor kafama. Bu ikilemi yaşarken ayaklarım ister istemez oraya doğru gidiyor ve önünden geçiyorum. Başını kaldırdığını hissediyor ve ben de ona dönüyorum, Gözgöze geliyoruz. Sıcak bir gülümsemeyle ayağa kalkıyor ve elini uzatıyor. Tam bir şok yaşıyorum. Peşinden ikinci şok geliyor.
“Nasılsınız Şahin Bey?..” Şaşkın şaşkın elimi uzatıyorum ve kekeleyerek, adımla hitap eden insana aptalca soruyorum,
“Teşekkür ederim, beni hatırladınız mı efendim?” diyorum ve yine hiç ummadığım bir yanıtla karşılaşıyorum.
“Unutur muyum Şahin Bey, sizinle ne kadar güzel şeyler yapmıştık, Timuçin Bey nasıllar?” Peşpeşe gelen şoklarla abandone olmuş durumdayım. Hayatta olmamasına karşın şaşkınlıkla, iyi olduğunu söylüyorum. O bulanık ve puslu zihinle bir şeyler konuşarak uçağa birlikte yürüyoruz. O “business class”ta, ben arkadayım. Karşılıklı kartlarımızı veriyoruz ve benim reklamcılığa devam ettiğime sevindiğini söyleyerek,
“Lütfen bir gün ziyaretime gelin, eski günleri yadederiz” diyor.
Uçakta yalnız kalınca yeniden anımsıyorum, o günlerde özellikle İstanbu’un iş ortamındaki incelik ve saygınlığı. Ben de hep öyle olmaya çalışıyorum, ama sadece öyle olmaya...
Cumartesi, Ağustos 12, 2006
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
6 yorum:
Hocam o kadar güzel yazmışsınız ki;
Sanki sizinle karşılıklı oturup kahve içiyormuşuz da bir yandan da bunları anlatıyormuşsunuz gibi hissettim birden.
Ne varsa eskilerde var;incelik;zerafet;kibarlık...
Kızma ama, ben bu kadar keyifli, bir o kadar da yararlı yazılar kaleme alacağını beklemiyordum. Gönülden kutlarım.
Bir önceki anınla ilgili olarak Zeynep’in dediği gibi, bu anın da benim gözlerimi doldurdu vallahi. Ne diyeyim?
Müşterinin her zaman haklı olmadığını gösteren ilk amblem çalışması da başarılı, bugün bile pekala iş görebilir. Gerçi, dönemin muadil işlerine de bakmak gerekir, ama ilanlarınız için aynı başarıdan söz edemeyeceğim.
Yoksa onda da mı müşteri müdahalesi vardı?
Gene muhteşem bir yazı olmuş. Sanki yazıyı okumadım da bir film gibi izledim. Yer yer benim de gözlerim doldu. Bazı satırlarda ise baktım kendi kendime gülüyorum. Sabah sabah beni başka dünyalara götürdünüz. Ellerinize sağlık.
Herkese sonsuz teflekkürler. fi›marmayaca€›m› bildi€iniz için böylesine övgüler düzüyorsunuz. Umar›m bu tatta devam edebilirim.
Sevgili Selim, hangi iflte müflteri müdahalesi olmuyor ki? Amblem tercihi bunun en belirgin örne€i, elbette ilanlarda da ayn› durum söz konusu. Ayr›ca flunu da göz ard› etme... Baflka bir yaz›mda belirtmifltim, bu olaydan bir buçuk y›l önce reklamc›l›€a soyundu€umda "grafik" sözcü€ünün anlam› benim için, yaln›zca matematikte kullan›lan grafikti. Ne yapars›n, bir buçuk y›lda da bu kadar oluyor...
Neyse, boşver! Sen yazmaya devam et. Ben illa ki takılacak bir şey bulurum.
Şahin Bey,
Yazdıklarınızı okurken elinizden çıkacak bir anı kitabının hayalini kurup durdum.Anı yazmanın ne kadar sıkıntılı olduğunu bildiğimden,şimdi edeceğim duayı beddua olarak görmemenizi diliyorum.
Tez zamanda bir anı kitabı yazmak kaçınılmaz olur inşallaaah!
Yorum Gönder