Portoroz nere ki?
TRT Haber Merkezi’nde dört buçuk yıl çalıştım.. Bu sürede beş-altı kez yurtiçi, bir kez de yurtdışına iş gezisine gönderildim. İlginçtir, yurtiçinde yaptığım iş gezilerinin hepsi Ankara’nın doğusuna, yurtdışına yaptığım tek gezi ise Türkiye’nin doğusuna değil ama, neredeyse o anlama gelen Yugoslavya’ya idi. Her biri on beşer gün süren yurtiçi gezilerimin ikisinde Doğu Anadol’yu Malatya’dan başlayıp Hopa’ya kadar neredeyse adım adım gezme şansını buldum. Ama nedense birlikte çalıştığım arkadaşlarımın çoğu İngiltere’ye Fransa’ya, Almanya’ya hatta Amerika’ya kadar gönderildiler de bana sadece Yugoslavya uygun görüldü. Yine de neme lazım, ta 1967 yılında, yani kırk bir yıl önce yaptığım bu gezinin tadı hâlâ damağımda.
Haber şefimiz Muammer Yaşar Bostancı, haber merkezinin büyük salonundaki yarısı camlı ahşap bölmeli makamına çağırıp da,
“Şahinim hazırlan bakalım Yugoslavya’ya gidiyorsun, ama gitmeden önce askeri bir eğitimden geçeceksin” dediğinde, bana biçilen seyahatte gene bir bit yeniği var diye düşünmekten kendimi alamadım. Seyahatin Uluslararası Adriyatik Kupası Paraşüt Yarışları’ya ilgili olduğunu öğrenince de, bunun ciddi bir iş gezisinden çok bir dinlenme fırsatı olduğunu anladım, ama gelgelelim konu benim için hem çok yabancı, hem de ürkütücüydü. Hayatında sadece üç beş kez ayağı yerden kesilmiş birisinin paraşüt yarışlarını izlemeye gönderilmesi ve bir de seyahat öncesi eğitimden geçmek zorunda olması doğrusu pek hoşuma gitmemişti. Uçak korkusu da cabasıydı. Buna rağmen eğitimin sadece masa başında olacağını düşünüp rahatlamıştım.
Seyahat Ağustos’un 17’sinde idi. Ankara’dan askeri bir uçakla İtalya’nın Trieste kentine gidilecek, oradan otobüsle Adriyatik Denizi’nin kuzeyindeki turistik kasaba Portoroz’a geçilecek, 30 Ağustos günü de aynı yolla Ankara’ya dönülecekti. Ağustosun ilk haftasıydı, Faik adında bir hava assubayı, resmi bir araçla beni TRT’den alıp, Etimesgut Askeri Havaalanı’ndaki Türkkuşu Paraşüt Okulu'na getirdiğinde ilk şoku yaşadım. Alanda sıra sıra dizilmiş uçaklar vardı, vardı ama, hepsi de İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma, adeta antika görünümlü C-47’lerdi (öteki adıyla Dakota). Birkaç tane de, markalarının Cesna olduğunu sonradan öğrendiğim küçük ve yeni uçak vardı.
Hayat dolu bir “ölü”
Eğtimin ilk günü tanışmalar ve okulun tanıtılmasıyla geçti. Hayatımın en ilginç insanlarından birini bu ilk günde tanıdım. Paraşüt Okulu Müdürü Emekli Hava Yarbay Cahit Berk... Nam-ı diğer Ölü Cahit. Sonradan öğreniyorum ki, ilk kez Harp Okulu’nda futbol maçı oynarken sahada yığılıp kalıyor, öldü sanılıyor ama sonradan ölmediği anlaşılınca adı ‘Ölü Cahit’e çıkıyor. Daha sonra da Kore’de şehit düşen Cahit adında bir üsteğmenin künyesi Türkiye gelince, Ölü Cahit bir kez daha öldü sanılıyor ve lakabı iyice pekişiyor.
Hani bazı insanlar vardır, tanıdığınız anda anlamsız, soğuk ve itici gelir. Nereden çıktı bu adam, diye düşünürsünüz. Bir an önce işinizi bitirip ilişkinizi kesmek duygusu belirir içinizde. Bunu başaramazsanız ilişkinizin nasıl süreceğini kestiremez, olabildiğince resmi ve soğuk davranmayı seçersiniz. İşte Ölü Cahit o gün öyle birisi benim için... Belki de adının başına takılan “ölü” sözcüğünün bendeki etkisi... Ama asıl Ölü Cahit’i, sabredip yazının devamını okursanız tanıyacaksınız...
Tanışmanın ardından iki kez daha götürüldüm Türkkuşu’na. Son Türkkuşu ziyareti, Portoroz’a uçuştan iki gün önceydi ve o gün paraşütçü gençlerin antrenman atlayışları vardı. Atlayışları uçaktan izlemem istendi. Erkekliğe bok sürmek olmazdı. Okul Müdürü Ölü Cahit ve paraşütçü gençlerle birlikte üzeri yamalıklarla dolu bir C-47’ye bindik. İçinin de dışından farkı yoktu uçağın. Daha alanda dururken motorlarının sesinden zangır zangır titriyor ve korkudan titrememi de bir güzel saklıyordu. Bu arada Ölü Cahit bir yandan gençlerle konuşuyor, bir yandan da bana açıklamalarda bulunuyordu. Atlayışlar üç bin metreden yapılacak, yani dile kolay, üç kilometre yüksekten, paraşütler yere birkaç yüz metre kala açılacak ve yerde belirlenmiş bir noktaya inilecekti. Başlangıçta paraşütlerin neden yere birkaç yüz metre kala açılacağını anlamakta bir hayli zorlandığımı ama soru sorma cehaletini göstermemek için susup, başımla onayladığımı anımsıyorum.
Atlayışları iyi görebilmem için belime, uçağa kancayla bağlanmış kalın bir kemer takılıp sürekli açık tutulan kapının yanına oturtuldum. Her bir yeri sarsılarak büyük bir gürültüyle kalkan uçak havaalanının çevresinde turlar atarak yükseliyor, bu arada delikanlılar, açık kapıdan yarı bellerine kadar sarkıp, uçuşun yarattığı şiddetli rüzgarın özellikle yüzlerinde oluşturduğu deformasyonu bana göstermeye çalışıyorlardı. Hele ağızlarını rüzgara açmıyorlar mı, ağız boşluklarına dolan hava avurtlarını ve dudaklarını lahana yaprağı gibi inceltip genişletiyor, avurtları yüzlerinin tamamını kapatıyordu.
Şimdi, belki de korkudan belleğime kayıt edemediğim için ayrıntısını anımsayamadığım birkaç komut üç bin metreye ulaştığımızı gösterdiğinde gençler peş peşe atlamaya başlıyorlar. Atlayan genç boşlukta hızla küçülüyor ve aşağıdaki sararmaya yüz tutmuş tarlalara doğru gözden kayboluyor. Ölü Cahit, kolumdan tutmuş, uçak gürültüsünü bastırabilmek için var gücüyle bağırarak boşlukta birbirine yaklaşmakta olan gençleri gösteriyor. Korkudan uçağın soğuk metaline sıkı sıkı tutunarak, paraşütleri henüz açılmamış gençlerin ellele tutuşup bir halka oluşturduklarını görüyorum. Yüreğim ağzımda... Biraz sonra halka dağılıyor ve rengarenk paraşütler birbiri peşi sıra açılmaya başlıyor. Manzara benim için bütün ürkütücülüğüne rağmen nefis...
Ölü Cahit’le aramızdaki mesafe giderek kapanıyor. Çok sıcak ve samimi davranıyor. Hatta bana adımla değil, Jurnalist diye hitap etmeye başlıyor.
Uçak yükselirken yaptığı gibi alanın üzerinde daireler çizerek alçalıyor, tekerlekler piste değdiğinde derin bir nefes alıyorum. O gün, kısa bir süre sonra canciğer kuzu sarması olacağım Portoroz yarışmacılarını daha yakından tanıyorum. Alpay Açıl, Erdoğan Menekşe, Sadık Sindel, Atilla Parla, Tuna Atıcı, Ahmet Talu, Yalçın Eraslan, Ziya Öztan...
Gençler arasında en çok ilgimi çekeni Erdoğan Menekşe. Menekşe adeta amatörlüğü geride bırakmış bir fotoğraf sanatçısı. Ekipteki görevlerinden biri de etkinlikleri fotoğraflayarak kalıcı kılmak. İşinde son derece duyarlı ve titiz. Onun bu başarısı yıllar sonra Türkiye'nin tarihi ve arkeolojik değerlerini havadan fotoğraflayarak oluşturduğu paha biçilmez değerde bir kitapla kanıtlanıyor.
Ver elini Portoroz...
17 Ağustos’ta erkenden Etismesgut Askeri Havaalanı’nda buluşuyoruz. Kafile bir hayli kalabalık. Türk Hava Kurumu’ndan iki yönetim kurulu üyesi Hava Kuvvetlerinden gözlemci olarak Faik adında bir assubay ve Muzaffer adında bir yüzbaşı ve görevli birkaç kişi daha. İlk menzil İtalya’nın Brendizi hava üssüne bağlı alanda mola verip yakıt ikmali yapıyoruz. Daha sonra da, hayli eğlenceli geçen altı-yedi saatlik bir yolculukla Trieste’deyiz.
Geceyi Trieste’de geçirip sabah erkenden otobüsle Portoroz’a geçiyoruz. Bizim Ege kasabalarına benzeyen şirin bir kasaba. Dome Motel’in lobisinde mini etekli, sarışın Yugoslav güzelleri, ayaklı küçük kadehlerde bir şeyler ikram ediyor. Sabahın köründe, on iki gün boyunca Yugoslavlar’ın, damaklarımızda ve damarlarımızda taht kuran ünlü erik rakısı sljivovica’yla tanışıyoruz. Aslında onu böylesine benimsememize, sljivovica’nın kendisi mi, yoksa elinde tepsilerle önümüzde eğilen sarışınların sunduğu güzellikler mi, hâlâ kestirebilmiş değilim. Çünkü portoroz’da kaldığımız yaklaşık on gün boyunca en az sljivovica kadar onlar da damaklarımızda ve damarlarımızda benzer tatlar bıraktı.
Portoroz keyifli bir tatil kasabası. Avrupa’nın hemen her yerinden turist dolu. Almanlar, İtalyanlar, Avusturyalılar çoğunlukta. Adriyatik Kupası bu yoğunluğu daha da zenginleştirmiş, Avrupa dışında da pek çok ülkeden paraşütçü, yönetici ve gazeteci kaynıyor ortalık. Biz de onlardan birileriyiz. Ortama uyum sağlamada hiç gecikmiyoruz. Bu konuda Ölü Cahit inanılmaz biri. Bölge insanıyla Sırpça, Hırvatça ve Slavca, yabancılarla Fransızca ve İngilizce konuşuyor; hatta ilerde sözünü edeceğim aryalarıyla da İtalyanca bildiğine inandırıyor herkesi.
Neredeyse sabaha karşı uykuya vardığımız için, günlük antrenmanlara en geç biz katılıyoruz. Tez zamanda ayartılıyoruz. Türk olmamız ve gerektiği kadar çanak tutmamız, Boşnak güzellerin etrafımızda pervane dönmesine neden oluyor. Onların çatpat Türkçe konuşmaları da dostlukları iyice pekiştiriyor. Bizim takım için hayat, bol biralı ve bol şaraplı akşam yemeğinde başlıyor, geceyarısı, sığınaktan dönüştürülmüş diskoda sona eriyor, uykudan ve içkiden yalpalayarak moteldeki odalarımıza döndüğümüzde de çoğu zaman, gözden kaybolduğunu farketmediğimiz bir arkadaşımızı suçüstünde yakalıyorduk. Boşnak güzelleriyle yakınlık, yarışmanın yapıldığı havaalanında kurulan çadırlarda bile sürüyordu. Özellikle Hanife adındaki Boşnak güzel, Erdoğan Menekşe’nin gölgesi gibi dolaşıyordu. Dönüşte onun Erdoğan için döktüğü gözyaşlarını hiç unutmuyorum.
Bizim ekibin en popüler tipi kuşkusuz Ölü Cahit’ti. Cahit bana adımla hitap etmek yerine Journalist dediği için adım journalist’e çıkmıştı. Hiç tanımadıklarım bile bana journalist diye seslenmeye başlamıştı. Bu arada bir de İtalyan dost edinmiştik. Louisa Ziliani. Louisa, yirmi beş yirmi altı yaşlarında, ufak tefek, sevimli, fıkır fıkır bir gazeteciydi. Bütün gününü bizimle geçiriyordu. Ekipteki Hava Yüzbaşısı Muzaffer’le de pek içlidışlı olmuştu. Birkaç ay sonra onun hasretine dayanamayıp Ankara’ya gelmiş, bir hafta kadar benim evimde konuk olmuştu.
Portoroz’da günler pek keyifli geçiyordu. Ölü Cahit’le dostluğum iyice ilerlemişti. Gün boyu elimizden sljivovica şişesi düşmüyordu. Bir gün onunla, her şeyi bir yana bırakıp, sahilden yürüyerek komşu kasaba Piran’a gitmeye karar verdik. Orası Portoroz’dan biraz daha büyükçeydi ve alışveriş edecek çarşısı, kitap ve plak satan birkaç dükkanı vardı. Niyetimiz de, Türkiye’de yasak olan Nazım Hikmet kitapları almaktı. Kahvaltıdan sonra spor bir sırt çantasına iki şişe sljivovica ile iki kadeh koyup yola çıktık. Daha Piran’a varmadan şişelerden biri boşalmıştı bile. Cahit tam bir İtalyan tenoru gibi aryalar söylemişti sahil boyunca. Piran’da o kafayla girip çıkmadığımız dükkan kalmadı. Sanıyorduk ki, Nazım Hikmet’in adını söyler söylemez akan sular duracak ve büyük bir saygıyla önümüze kitaplar konulacaktı. Düş kırıklığı gecikmedi. Tezgahtar kızlar Nazım adını bizden duyuyorlar ve aptal aptal yüzümüze bakıyorlardı. Onlara küçümser bir tavırla “Siz ne biçim komünistsiniz, Nazım Hikmet’i nasıl tanımazsınız?” ya da “Siz komünist değil misiniz?” diye bağırıyor, her seferinde “Hayır” yanıtını alıyorduk. Bu durumu hazmedemediğimiz için bir kitapçıda olay çıkarmamıza ramak kalmıştı da kızlar polis çağıracaklarını söyleyince, Türkçe küfürler ederek kendimizi dışarıya zor atmıştık.
Venedik’te beyaz şarap ve Kayseri mantısı…
Yarışmaları ara verilen bir gün ekip halinde Venedik’e gittik. İstasyonda trenden inince Türkçe şamatamızı duyan orta yaşlı esmer sevimli bir görevlinin koşarak yanımıza gelip boynumuza sarılmasını hiç unutamam. Yirmi yıl önce Adana’dan Venedik’e gelip tren işletmesinde çalışmaya başlayan hemşehrimizden neredeyse gözyaşları içinde ayrılacaktık. Sonra ekiptekileri ekip, iki yakası restoranlarla ve hediyelik eşya satan dükkanlarla, ortadaki kaldırımı ise Türkçe bile pazarlık edebilen Roman işportacı kadınlarla dolu uzun yoldan San Marco Meydanı’na kadar yürüyüşümüzü ve girdiğimiz bir restoranda menüdeki en uzun isimli yemeği ısmarlayıp, yarım saat bekledikten sonra şaşkınlık içinde bol sarmısaklı ve yoğurtlu Kayseri dolma mantısı yediğimizi de hiç unutamam. Üstelik de daha once ısmarladığımız buz gibi beyaz şarapla… Bir de yol boyunca bizi izleyip de Türk olduğumuzdan kuşkusu kalmayınca, muavin olarak çalıştığı TIR Venedik’te alıkonulduğu için parasız pulsuz kaldığını anlatıp yardım isteyen Ali adındaki delikanlıya inanıp cebimizdeki Liretlerin tümünü verdiğimizi, sonra da çocuklardan para istemek zorunda kaldığımızı da unutamam.
Yarışmalar sona yaklaştıkça dereceye girme ümidimiz de uçup gidiyordu. Bireysel başarı gösteren ve alkışlanan arkadaşlarımıza rağmen takım halinde tam uyum sağlayabilmiş ve yarışa asılmış durumda değildik. Orada başka bir yarışma yapılsa, Adriyatik Kupası’nın en sempatik, en popüler, en sevecen ve en çapkın ekibi mutlaka biz olurduk. Sonuçlar açıklandığında sonlara doğru dereceye girebildiğimizi öğrendik.
30 Ağustos günü tası tarağı toplayıp, otobüsle Udine’ye geçtik. Tabii tası tarağı derken, on iki gün boyunca, çevredeki Lubliana, Kooper gibi kentlerde yaptığımız alışverişlerden de söz etmem gerekir. Buzdolapları, çocuk arabaları, televizyonlar, radyolar, pikaplar, teypler, giyim kuşam, otobüsün tıka basa dolmasına neden olmuştu. Benim aldıklarım ise bölge müziğinden sekiz on adet LP plakla, çok hoşuma gittiği için almadan edemediğim, koyu yeşil renkli altı bardakla bir sürahi idi. Ankara’da gümrük memuru yüzüme bakıp,
“Kardeşim Paşabahçe’de bunların âlâsı var, yazık değil mi para vermişsin şu camlara...” dediği zaman yüzümün kızardığını anımsıyorum.
Bizi götürecek uçak önceden gelmiş, uçuş ekibindekiler de alışveriş için Venedik’e gitmişti. Alanın “snackbar”ında kafaları iyice bulup, onların dönüşünü beklerken benim dışımda herkes, uçağın yanına yığdığımız yüke bakıp tahminler yürütüyor ve bir noktada birleşiliyordu. Bu uçak bu yükü almaz ve kaptan pilot da bu yükle uçağı kaldırmaz... Uçağın yorgun ve bitkin görünüşü ürkütücüydü. Yer yer yamalı bedenindeki kimi yerler aşınmış, boyalar solmuş, yazılar ve şekiller büyük ölçüde silinmiş, hurdaya ayrılmayı bekler bir görüntü almıştı.
Taze Albay’ın ettikleri...
Biz bu tartışmaları yaparken uçağın yanına, bir kamyonet geldi. Gelenler uçuş ekibiydi ve kamyonet onların Venedik’ten aldığı ev eşyalarıyla tıkabasa doluydu. O gün Albaylığa terfi eden ve apoletlerindeki yıldızlar pırıl pırıl parlayan Kaptan Pilot Mehmet Şahin çenesini ovalarken eşya yığınlarını derin derin süzmüş ve zor duyulur bir sesle,
“Tayyareyi iyi yerleştirebilirsek mesele yok, Allahın izniyle kalkarız” demişti. Bir ara Albay Mehmet Şahin, Ölü Cahit, ekipteki Hava Yüzbaşı Muzaffer ve soyadını anımsayamadığım uçağın ikinci pilotu Üsteğmen Koray barın bir köşesindeki uzunca bir fiskostan sonra yanımıza gelmiş ve çocuklara uçağın nasıl yerleştirileceğini anlatmaya başlamışlardı. Buna göre paraşüt torbaları uçağın tabanına ve iki yandaki branda oturmalıkların altlarına, eşyalar ise kuyruktaki ve kokpitin girişindeki sağlı sollu boşluklara düzgün bir şekilde yerleştirilecek, böylece hem uçağın dengesi sağlanmış olacak hem de yaklaşık sekiz saat sürecek yolculuk için torbaların üzerinde yaşanabilir bir ortam yaratılacaktı.
Şimdi bile aklıma geldikçe sırtımdan soğuk terler akmasına yol açan bu durum, yarım şişe sljivovica’ya rağmen bilincimi kilitlemişti. Düşünmek, akıl yürütmek, tahminde bulunmak, kuşkulanmak, korkmak, tedirgin olmak gibi tüm melekelerimi yitirmiş, rüyada ya da uykuda dolaşır bir hal almıştım. Çünkü yapabileceğim hiçbir şey yoktu ve edeceğim tek kelime bile, ödleklikle suçlanmama ve alay konusu olmama yetecekti.
Saat 16.00’da uçak zar zor, ite kaka yerleştirilmiş, her birimiz, uçağın zeminini en az yarım metre yükselten paraşüt torbalarının üzerinde yerlerimizi almıştık. Taze Albay Mehmet Şahin ve iki uçuş teknisyeni dışında hemen hepimiz bulut gibi değilsek bile sakinleştirici almışçasına içkili ve çakırkeyftik. Kaptan Pilot’un ilk talimatı, herkesin uçağa dengeli şekilde yerleşmesi ve uçak kalkıncaya kadar kimsenin yerinden kımıldamaması oldu. Tabii emniyet kemeri falan hak getire…
Alandan büyük bir gürültüyle kalktık. Brendizi’ye kadar Kaptan Pilot’un birkaç kez kokpitten kafayı uzatıp,
“Çocuklar tepişip durmayın tayarrenin içinde, dengeyi sağlayamıyorum; daha sakin lütfen!..” uyarılarından başka ilginç bir şey olmadı. Bu arada takım kaptanı Alpay Açar dışında, pilot brövesi olan paraşütçü gençlerden hiçbirine de uçağı kullanma izni verilmedi.
Yaklaşık dört saat sonra yakıt ikmali için Brendizi’ye indiğimizde gece bastırmıştı. Hem uçağın yakıtı hem de bizim içki ikmalimiz tamamlanmış, benim dışımda herkes uçaktaki yerini almıştı. Belli etmemeye çalışarak Kaptan Pilot’un gölgesi gibi dolaşıyor, sürekli hareketlerini gözlüyor, yolun geride kalan bölümüyle ilgili risk olasılıklarını keşfetmeye çalışıyordum. Albay Şahin’le ikinci pilot Üsteğmen Koray uçak kapısının önünde durmuş alçak sesle konuşuyorlardı. Duyduğum cümleler dizlerimin bağının çözülmesi için yeter de artardı bile. Albay Şahin yardımcısına,
Gümrükçü dostun olsun yeter, hayat ne ki?
“Koraycığım, bütün mesele kalkıncaya kadar, gerisi kolay. Allahın izniyle bir kalkabilsek mesele yok…” diyordu. Üsteğmen Koray ise tırnaklarını yerken komutanını destekler sözler mırıldanıyordu ama, ettiği bir söz, mideme kramp girmesine neden olacak kadar vahimdi.
“Albayım, keşke ful depo yapmasaydık, Etimesgut yerine İzmir Çiğli’ye inerdik en kötüsü…” demiş, Taze Albay da onu
“Koraycığım Çiğli’de bildik hiç kimse yok, gümrükte fena takılırız…” diye yanıtlamıştı.
Belki de duyduklarımdan paniklediğim ve midem bulandığı için, uçağa bindiğimde yüzüm kül gibiydi ama, loş ışıkta kimse fark etmemişti. Herkes yerine yerleştikten sonra uçak ufak ufak sarsıldı, kımıldadı, sonra pistte gönülsüzce yürümeye başladı. Üzerine oturduğum branda paraşüt torbasının kıvrımlarını yakalamış, bütün gücümle sıkıyordum. Ellerim terden sırılsıklamdı. Uçak biraz daha hızlandıktan sonra motor gürültüsü kulakları sağır edecek kadar yükseldi. Tıklım tıklım dolu olmasına rağmen uçak saralı hasta gibi tirtir titriyordu. Sonra o yorgun hız biraz daha arttı ve yeri göğü birbirine katan bir gürültüyle uçağı silkelemeye dönüştü. Evet, galiba kalkıyorduk, tabii kalkabilirsek… Uçağın ufacık pencerelerinden karanlığı delercesine bir şeyler görmeye çalışıyor, ama kanadın ucunda bir aşağı bir yukarı hareket eden kırmızı ışıktan başka bir şey göremiyordum. Uçak sanki büyük bir çabayla kanat çırpıyor ve ağır gövdesini taşıyıp yükseltmek için olağanüstü çaba harcıyordu. Bu ne kadar sürdü bilemiyorum, gürdültü biraz azaldı, monotonlaştı ve azalıp titreşime dönen sarsıntıyla birlikte sakinleşti.
Bunları yaşarken hep başkalarının, özellikle Havacı Albay Muzaffer’in ve Ölü Cahit’in yüzlerine, gözbebeklerine çaktırmamaya çalışarak dikkatle bakıyor, bir şeyler öğrenmeye, birtakım ipuçları edinmeye çalışıyordum. Biraz sonra gerginlik yerini içkilerin de verdiği rehavete bırakmış, paraşütçü gençler torbaların üzerinde pişti oynamaya başlamıştı. Bir saat kadar sonra Havacı Binbaşı Muzaffer’le Ölü Cahit kokpite çağrıldı. Bir şeylerin yolunda gitmediği kokusu genzimi yakmaya başlamıştı. Biraz sonra Binbaşı Muzaffer kabine döndü. Herkesin gözü üzerindeydi. Umursamaz bir tavırla,
“Radyokompar’ın biri bozulmuş ama yedeği çalışıyor, endişe edecek bir şey yok” dedi. Tabii ben derhal antenlerimi germiş, radyokompar’ın, uçağı otomatik olarak rotada tutan elektronik cihaz olduğunu öğrenmiştim. Bu arada dikkatimi çeken en önemli şey, İkinci Pilot Üsteğmen Koray’ın durumu idi. Koray sıksık kokpitten çıkıp, torbaların arasına sıkıştırarak zulaladığı ‘brandy’ şişesini çıkarıp iki fırt çekiyor, sonra şişeyi yerine sıkıştırıyordu. Bu durum, uçaktan sorumlu ikinci kişinin yaşadığı paniği ifade ediyordu bana. Ödlek damgası yememek için sıkıntılarımı ve vehimlerimi kendime saklıyor, her geçen dakika daha da geriliyordum.
Bir süre sonra asıl bomba patladı ve kokpitten çıkan Ölü Cahit,
“Çocuklar paniklemeyin ama, ikinci radyokompar da devre dışı kaldı” dedi. Muzaffer’in yüzü bembeyaz olmuştu. Üsteğmen Koray’ın kokpite girip çıkması bir oldu. Sonra karşıma oturup tırnaklarını yemeye başladı… Bu arada uçakta panik iyiden iyiye yayılmaya başlamıştı. Ölü Cahit’in talimatıyla paraşüt torbaları açılmaya başladı. Ekip elemanlarından Havacı Astsubay Faik, hepimizi parmakla sayıyor, herkese bir paraşüt düşüp düşmediğini hesaplamaya çalışıyordu. Bende hoşafın yağı kesilmişti iyiden iyiye… İçimizde en soğukkanlı olan Ölü Cahit’ti. İşi gırgıra vuruyor, durumla dalga geçiyordu. Yanıma geldi,
“Ulan Jurnalist, iki haftadır bizimle birliktesin, bırak atlamayı sana bir paraşüt bile giydiremedik, getir Tuna şurdaki paraşütü” dedi. Sonra da Tuna Atıcı’nın yardımıyla paraşütü sırtıma bağladılar, herhangi bir nedenle atlamak zorunda kalırsak, boşlukta kalır kalmız, elime tutuşturdukları deklanşör denen kordonu çekmemi tembihlediler. O andaki durumumla ilgili bir şeyler söylememe ya da yazmama gerek var mı bilmiyorum.
Karanlıkta yapılan tahminlere göre tam Yunanistan üzerinde uçuyorduk ve Kıbrıs nedeniyle aramızdaki ilişkilerin gerginliği yüzünden askeri bir uçağın mecburi iniş yapmasının mümkün olup olmadığı tartışılıyordu. İşte ne olduysa tam bu sırada oldu ve uçak büyük gürültülerle inip inip kalkmaya başladı. Herkes birbirine sarılmış, sağa sola savrulmamak için tutunmaya çalışıyor, bir yandan da dua üstüne dua ediyordu. Bir yandan da uçağın gövdesine kulakları sağır eden bir gürültüyle taş toprak gibi bir şeyler çarpıyor, felaket tablosunu doruğa çıkarıyordu. Ben kesin mecburi iniş yaptık, taşlı çakıllı bir arazide gövde üzerinde sürükleniyoruz diye düşünüyorum ve yanımdakilere panik içinde “Nereye indik, nereye indik?..” diye soruyorum, ama kimse cevap verebilecek durumda olmadığı için sorularım gürültüde kaybolup gidiyor. Birisinin “Oraj!.. Oraj!..” diye bağıran sesi çalınıyor kulağıma.
Bana bir asır gibi gelen bu dehşet anı birden kesiliyor ve her şey sakinleşiyor. O büyük gürültüden sonra, uçağın daha önce rahatsız edici düzeydeki motor gürültüsü yok oluyor sanki. Herkes birbirine sarılıp öpüşüyor ve geçmiş olsun dileğinde bulunuyor.
Sonra ayrıntısıyla öğreniyorum ki, rayokompar’sız uçtuğumuz için oraj denilen bir bulut kümesinin içinden geçmişiz; geçmişiz ama mucize eseri kurtulmuşuz. Çünkü elektrik yüklü bu bulut kümesinde şimşek, yıldırım, dolu, fırtına ve bir uçağı düşürebilecek her şey varmış. Örneğin düşen bir yıldırım elektrik donanımını sıfıra indirir, uçağın havada saçma yemiş bir kuş gibi döne döne yere düşmesine neden olurmuş. Atlatılan büyük felaketten sonra, inşallah bird aha oraja girmeyiz temennileri arasında yola devam ediyoruz. Saat gecenin on birini geçiyor. Pencerelerden göründüğü kadarıyla artık hava açık ve bulutsuz. Hatta aşağıya bakarak kıyı şeritlerindeki ışıklardan bulunduğumuzu yeri kestirmemiz bile mümkün…
Yaşasın, orman yangını…
Çocuklardan birinin sevinç çığlığı üzerine pencerelere yöneliyoruz.
“Geldik geldik… Orman yangını var bakın!..” diye bağırıyor. İçin için ve acı acı gülümsüyorum, Türkiye’yi belirleyen simgenin bir orman yangını olduğunu düşünerek. Gerçekten de öyle, Ege’nin güneyi olduğunu tahmin ettiğimiz bir bölgede büyükçe bir yangın var… Biraz sonra da havadan ışıkların çizdiği izmir profilini görüp derin bir nefes alıyoruz. Ve nihayet bir saat kadar sonra Ankara Etimesgut Havaalanı’na iniyoruz sağ salim. Gecenin saat yarımında gümrüğe girmeden once uçağın önünde toplanıp vedalaşırken Taze Albay Mehmet Şahin, gemisini kurtaran bir kaptan edasıyla utanıp sıkılmak bir yana, böbürlenerek,
“Arkadaşlar, hepimize geçmiş olsun, doğrusu yüzde bir ihtimalle inebildik Ankara’ya” diyor. Benim duyduğm, ama belki aramızda başkalarının da bilip de sözünü etmediği gerçeği haykırarak, “Üç kuruşluk eşyanın gümrükten kurtarılabilmesi için hayatlarımızı riske attın ey Türk Ordusu’nun Taze Albayı” diyecek gücü, iradeyi ve cesareti bulamadığım için, olayı anımsadıkça kendimi hep suçladım, şimdi de olduğu gibi.
Saat ikiye doğru eve gelip aynaya baktığımda kendimi tanımakta zorlandım. Yüzüm simsiyahtı… Bu serüven kaç yılıma mal oldu bilemem ama, en büyük tesellim, Ölü Cahit’in ve o güzel gençlerin dostluğu oldu.
Pazar, Ocak 25, 2009
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder