Önce kahramanları tanıtayım.
Kıl Yılmaz: Adapazarlı. Ünlü yönetmen Yavuz Özkan’ın ağabeyi. Ta 1950’lerin Ankarasından, ilk gençlik yıllarımdan tanırım. Hani ‘şeytan tüyü var’ deriz ya... Bırakın tüyünü, bu şeytanın ta kendisi. Onu yakından tanımasanız, Othello’nun Iago’sunun canlanıp karşınıza dikildiğini ve gözlerinizin içine bakarak sinsi sinsi gülümsediğini sanırsınız. Bütün sempatisine karşın, o yıllara özgü uzun favorileri, Hüseyin Baradan’ınkine benzeyen ince ve uçları hafif kıvrık bıyığının altındaki sürekli tebessüm eden dudakları, felfecir okuyan siyah gözbebekleri ile, ağzını açıp iki laf etmesine gerek kalmadan kendinizi pasif bir koruma altına almanız gerektiği duygusunu yükler size.
Hukuk Fakültesi’ni bitirmiş, Anafartalar Caddesi’ndeki bir avukatın yanında staj yapıyor, ama hemen hemen bütün zamanı bizlerle.. Aramızdaki adı Kıl Yılmaz... Çünkü gerçekten kıl... Lafını sözünü esirgemez, olmadık zamanda, olmadık kişiye olmadık lafı etmekten çekinmez, ortalığı karıştırır, sonra da tereyağdan kıl çeker gibi, yarattığı sorunun dışına alıverir kendini. Size de pirincin taşını ayıklamak düşer. Halen Ankara’da Gazi Üniversitesi’nde öğretim üyesi.
Mösyö: Asıl adı Necmettin Karaerkek. Onu da aynı yıllarda, hatta ne yılı, aynı aylarda tanıdım. Tokat eşrafından, Çerkez asıllı Şahin Bey’in dört oğlundan (Bedrettin, Necmettin, Saadettin, Hayrettin) biri. Uzunca ve zayıf bedeni, esmer teni, çıkık elmacık kemikleri ve yüzünün sert hatlarıyla tam bir Çerkez genci. Sevecen ve duygulu olmasına karşın, bu yanını, nedense erdem değil de zaafmış gibi belli etmemeye özen gösterir; dinlemeyi genellikle konuşmaya tercih eder, ama konuştuğunda da bile bile çam devirmekten çekinmez. O da hukuk mezunu ve avukat. Aramıza katılmadan önce bir süre Paris’te yaşadığı için aramızdaki adı Mösyö... Ankara Oran’daki evinde emekliliğini yaşıyor ve resim yapıyor.
Ayşe Kudat: Ne yazık ki onun için takma ad kullanamıyorum. Onu 70’li yılların başında Timuçin Yekta ve Özkan Taner’le birlikte kurduğumuz OPA adlı danışmanlık ve proje firmasındayken tanıdım. Harward’ın sosyal ilişkiler bölümünde doktorasını tamamlamış Türkiye’ye dönmüştü. Uluslararası alanda ünlenmek üzere emin adımlarla ilyerleyen genç bir bilim kadınıydı ve göçmen işgücü konusunda bir araştırma enstitüsü kurmak üzere Berlin Üniversitesi’ne gidiyordu. Anlatacağım öyküde rolü olmamakla birlikte ondan söz etmemeyi bir eksiklik olarak görüyorum ve kendimden söz etmeye gerek duymaksızın öyküye geçiyorum. Birkaç yıl önceki son görüşmemizde hâlâ ABD’de kendi şirketini yönetiyordu.
Berlin’den gelen davet
1975 yılında kendi başıma açtığım bin iş sonucu oldubittiyle karşılaşmış, İstanbul’un tanınan matbaalarından Karaca Ofset’i satın alarak, Küçükesat’ta, Akay yokuşunun bittiği noktayla Dörtyol arasında Danimarka Büyükelçilisi’nin eski konutu olan üç katlı binada Maya Matbaası’nı kurmuştum. (Bu serüveni bir başka yazımda anlatmak istiyorum.) O dönemde Yılmaz Özkan, Ayşe Kudat’ın Berlin Üniversitesi’nde kurduğu Araştırma Enstitüsü’nde çalışıyor, aynı zamanda da doktorasına hazırlanıyordu. Bir gün ikisinin evlenmeye karar verdiklerini öğrendik. Zaten birlikte yaşıyorlardı. Sonbahara doğru Yılmaz’ın doktorası bitince de Ankara’ya dönecekler ve resmen evleneceklerdi. Nitekim dönüşlerinden bir süre sonra Maya'nın ve diğer şirketimiz OPA'nın bulunduğu şirin binada elbirliğiyle gerçekleştirdiğimiz şık bir düğünle evlendiler.
Bu arada Yılmaz, Necmettin’le beni ısrarla Berlin’e davet ediyor, hem bir süre birlikte olmayı, hem de taşınmasına yardımcı olmamızı istiyordu. Aslında benim de böyle bir seyahate, işim gereği ihtiyacım vardı. Yeni kurulan matbaanın, Türkiye’de bulunmayan, bulunsa da çok pahalı olan birtakım gereksinimlerini Almanya’dan çok hesaplı şekilde sağlayabileceğimi düşünüyordum. Sonuçta Yılmaz’ın Balkanair firmasından aldığı ucuz biletlerle Berlin’e uçtuk. İlk sürprizi uçakta yaşadım. Almanların 'Şnaps' diye bir içkisi olduğunu biliyordum. Ne içeceğimizi soran resmi üniformalı irikıyım kabin görevlesinin önerdiği içecekler arasında da Şnaps adını duyunca, ne güzel daha Almanya’ya ayak basmadan rakılarından tadacağım diye düşünerek keyiflendim. Biraz sonra önüme konulan bardaktakinin meyveli gazoz olduğunu anlayınca dehşetli bozuldum. Meğer Mösyö bilir de söylemezmiş. Kabin görevlisinin bana önerdiği Şnaps değil, garip ve kaba bir telaffuzla söylediği Schweppes’miş.
Kurfürstendamm Strase’deki Türk...
Berlin gezisi pek eğlenceli başladı. Tabii ilk akşam Ayşe’yle Yılmaz’ın evinde bol şaraplı, bol biftekli ve bol patatesli bir akşam yemeği yeyip doya doya hasret giderdik. Sonrasında birkaç gün Berlin turlarıyla geçti. Aklıma estikçe yalnız başıma Berlin’i dolaşırken, beni tanımayan ama yüzümden, belki de o zamanki bıyıklarımdan Türk olduğumu anlayan, benim de, fötr şapkasındaki renkli kuş tüyleriyle köy meydanında dolaşır gibi yürümesinden tanıdığım pek çok Türkle selamlaştım, kısaca Kudam denilen Kurfürstendamm Strase’de... Temizliğine, yemyeşil geniş parklarına korna sesi duyulmayan ama su gibi akan trafiğine hayran kaldım Berlin’in.
Doğrusu Yılmaz’la Ayşe’nin misafirperverliğine diyecek yoktu. Yılmaz benim matbaa malzemelerini en elverişli koşullarla satın alabilmem için elinden geleni yapıyor ve Citroen’i ile beni götürmediği yer kalmıyordu. Mösyö ise kafasına göre takılıp Berlin’i geziyor, özellikle geceleri bizi ekiyordu. Hatta bir gece haber vermeden sabaha kadar gelmediği için bayağı endişelenmiş, sabahın köründe bitkin bir halde eve dönüp kanapede sızınca geceyi nasıl geçirdiğini anlamakta zorlanmamıştık. Bu arada Berlin’de yaşamakta olan ünlü yazar Füruzan da bizi yalnız bırakmıyordu.
Birkaç gün süren turistlikten sonra Ayşe’nin, Yaşar ve Feride adındaki iki arkadaşının yardımıyla evin eşyalarını toplamaya koyulduk. Demiryolları işletmesinden, Ankara’ya kadar gidecek bir vagon kiralanmış, bütün sorun eşyaların vagona kadar taşınabilmesine kalmıştı. Yılmaz her zamanki kıllığını yapmaktan geri kalmamış, boynunun tutulduğunu ileri sürerek taşınma işlerinden sıyrılıvermişti. Bütün gün üzerine bir battaniye çekip, ahlayıp oflayarak kanapede yatıyor, etrafa talimatlar yağdırıyor, üstelik bir de taşınmanın gecikmesinden yakınıp duruyordu.
Sonuçta, Yılmaz dışındakilerin işbirliği ile eşyaları vagona yüklemeyi başarmıştık. Bu arada benim çok ucuza satın aldığım kullanılmış ama hâlâ pırıl pırıl olan ofset kamera da vagona yerleşmişti. Çok mutluydum, artık matbaadaki film işleri, daha hızlı ve daha kaliteli şekilde çözümlenecekti. Vagon’un kapısını kilitleyip mühürlettikten sonra Berlin’deki işimiz bitmişti. Hamile olduğu için Ayşe’yi uçakla gönderdik, biz ise Yılmaz’ın ‘Citroen GS’ arabasıyla karadan gidecektik. O geceyi Berlin’de bir motelde geçirdikten sonra sabah erkenden yola çıktık. Tabii Yılmaz’ın hastalığından eser kalmamıştı. Öylesine iyileşmişti ki, bütün uyarılarımıza ve ısrarımıza rağmen direksiyonu ne bana ne de Mösyö’ye bırakmıştı.
Nerelerdesin İvo Bauçiç?..
Yolculuk çok keyifli geçiyordu. Özellikle Avusturya’dan geçerken o güne kadar sadece duvar takvimlerinde ve turizm afişlerinde gördüğümüz Alp Dağları ve eteklerindeki küçük kasabaların efsanevi görüntüleri nefesimizi kesiyordu. Geceyi Graz’da, nefis ‘şnitsel’li, bol patatesli ve biralı bir yemekten sonra otoyol kenarındaki bir motelde geçirdik.
Sabah salam, sosis ve jambonlu yumurtalarla mükellef bir kahvaltı yaptık ve birkaç saat sonra yaşayacağımız garip olaylardan habersiz yola koyulduk. Yugoslav sınır kapısını geçince pasaport ve gümrük kontrolü için durdurulduk. Mavi üniforması içinde sevimli, sarı saçlı, mavi gözlü, tombalak bir gümrük görevlisi pasaportlarımızdan Türk olduğumuzu anlayınca, resmi kimliğini bir yana bırakıp bizimle samimiyet kurmak istedi. Hatta şaka yapmaya bile yeltendi ama ne haddine... Dedim ya, aramızda bir kıl var... Berlin Üniversitesi’nden doktor payesini almak üzere olan bir Türk nasıl olur da Yugoslav bir gümrük görevlisine senli benli davranabilir? Yugoslav delikanlı tıklım tıklım dolu arabanın içine gözucuyla bakarak, özentili Türkçesiyle yarı şaka yarı ciddi,
“Kaçak var mı komşi?” diye sordu. İşte olan ondan sonra oldu. Kıl Yılmaz bu şakaya iyice kıl olmuştu. Yugoslav’ın gözlerinin içine bakarak,
“Esrar var...” dedi. Yugoslav bunun şaka olduğunu anlamış, gülümsemişti. Onun aşağıdan alması üzerine Yılmaz kıllığının yetersiz kaldığını düşünerek daha ileri gitti ve tekrarladı:
“Esrar var esrar, anlamadın mı?..” dedi. Bu defa Yugoslav görevli kendisiyle dalga geçildiğini anlamıştı. Tavrını birden değiştirdi ve el işaretleriyle, arabadan inip bagajı açmamızı istedi. Ben işin tatsızlaşacağını anlamıştım, arabadan inip bagaja yöneldim. Yılmaz da anında inip bana engel olmaya kalkıştı. Bir yandan da görevliye, elleriyle işaret ederek,
“Kendin aç bakalım kolaysa” diye meydan okuyordu. İş ciddileşiyordu, Mösyö de arabadan indi. Bir anda ilgi odağı haline gelivermiştik. Çevremiz meraklılarca kuşatılmaya başladı. Bu arada Yugoslav görevli düdüğüne asılmış, biraz ilerdeki karakoldan yardım istemişti. Bir anda önümüzde izbandut gibi iki görevli daha zuhur etti. Arabanın kapıları ve bagajı açılmış, her şey hoyratça aşağı indirilip, didik didik aranıyordu. Bir yandan ben, bir yandan Mösyö araya girip Yugoslav görevlilere, arkadaşımızın şaka yaptığını, aslında arabada değil esrar, kaçak hiçbir şey bulunmadığını dilimiz döndüğünce anlatmaya çalışıyor ama ciddiye alınmıyorduk.
Gümrük görevlileri işi iyice azıtmış, arabanın döşemelerini sökmeye girişmişlerdi. Mösyö’nün ve benim ricalarımız üzerine döşemeleri sökmekten vazgeçtiler. Bu kez Yılmaz indirdikleri eşyaları arabaya yeniden yerleştirmelerini istiyor, görevlilerse kesinlikle reddediyordu. Yılmaz öfkeden çıldırmış, kıllığı aklının önüne geçivermişti. Ne edip edip fotoğraf makinasını bulmuş, bir yandan yere indirilmiş eşyaların fotoğraflarını çekiyor, bir yandan da tehditler savuruyordu. İrikıyım görevlilerden biri atılıp Yılmaz’ın elindeki fotoğraf makinasını aldı, içindeki filmi çıkarmaya kalkıştı. Yılmaz’ın engellemeye kalkışması üzerine aralarında ciddi bir itiş kakış başladı.
Bu arada düdük yeniden çalmış ve karakoldan bu kez polis olduğu anlaşılan bir üniformalı daha yanımıza gelmişti. Yeni gelen polis görünümlü Yugoslav, görevlilerin elindeki pasaportlarımızı ve arabanın evrakını alıp, bir eli belindeki tabancada bizi karakola götürmek istiyordu. Bu kez Yılmaz yeni bir saldırıya daha geçti ve polis memruna Almanca, Bakan İvo Bauçiç’e telefon etmek istediğini söyledi. Yanlış anımsamıyorsam, Yılmaz’ın daha önce yakın dostu olarak bahsettiği Ağız ve Diş Sağlığı uzmanı İvo Bauçiç, aynı zamanda Yugoslav Hükümeti’nde bakandı. Almanca bilmediğimiz için Mösyö de ben de adamın söylediklerini anlamıyor ama, Yılmaz’ın isteğini şiddetle reddettiğini görüyorduk. Tam aksi olmuş, adam, Bakan Bauçiç’i arayacağı yerde polisin bir üst merciini aramaya girişmişti. Tavırlarından ve konuşmasının tonundan bu kolayca anlaşılıyordu. Gözaltına alınmamız işten bile değildi. Fakat, sanıyorum konuştuğu kimse Yugoslav’ı sakinleştirmişti. Konuşması bittikten sonra bu kez Yılmaz’ı değil bizi muhatap alarak arabada gümrüğü ilgilendiren ya da yasak olan bir şeylerin bulunup bulunmadığını sordu. Karşılıklı olarak dillerimizi bilmiyorduk ama nasıl anlaşabildik hatırlayamıyorum.
Biraz sonra ortalık yatışmıştı ve ellerimizle pasaportlarla kös kös arabaya doğru yürüyorduk. Biriken meraklıların bakışları arasında yerdeki eşyaları bir güzel toparlayıp arabaya yerleştirmeye başladık. Yılmaz’ın söylenmeleri bir türlü bitmiyordu. Görevlilerin yaka numaralarını aldığını, Türkiye’ye dönünce Bauçiç’i arayıp bunların hayatını kaydıracağını söylüyordu. Üçümüz de öfkeden ve sinirden konuşacak durumda değildik. Edirne’ye kadar durmaksızın yol aldık. O geceyi Edirne’deki eski kervansaray otelde geçirdik. Birkaç yudum rakı içince bütün öfkemiz geçmiş, hatta yaşadıklarımızı hatırladıkça kahkahadan kırılır olmuştuk. Yılmaz daha sonra İvo Bauçiç’i arayıp Yugoslav gümrükçülerin hayatını kaydırdı mı bilmiyorum ama kıllığını sürdürdüğüne bahse girerim.
Perşembe, Aralık 18, 2008
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
1 yorum:
Keyifle okuduğum güzel bir paylaşım. Kaleminize sağlık.
Yorum Gönder