Pazar, Aralık 03, 2006

Reklamcı niye ağlar?..

Ben otuz yedi yıl reklamcılık yaptım, hâlâ da devam ediyorum. İşimi hep sevdim, müşterilerimin büyük bir bölümüyle çok iyi ilişkiler kurdum, onların gereksinimlerine ve beklentilerine doğru çözümler üretmek için elimden geleni yaptım. Reklamını yaptığım kurum, ürün ve markaların hemen hepsini sevdim ve benimsedim. İnanmadıklarımı ve benimsemediklerimi reddettim ve bunu bir meslek ahlakı olarak değerlendirdim.

Benim reklamcılığa başladığım yıllarda reklam kuramlarını, reklam terminolojisini ve reklam dünyasının deneyimlerini pek bilmezdik. Kitle iletişim araçları çok sınırlıydı. Dünyada olup bitenleri görmemiz, duymamız, anlayabilmemiz olanaksızdı. Okul kitabı düzeyindeki birkaç kitap dışında reklamcılıkla ilgili hiçbir yayın yoktu. Kendi kozamızı kendimiz örüyorduk. Usta bildiğimiz bir reklamcı vardı. Eli Acıman... Onun ağzından çıkanları reklamcılığın amentüsü gibi görüyorduk.

O yıllarda onunla çalışanlar Acıman’ı efsaneleştiriyordu adeta. Manajans’ın Murat 124 reklamlarını yaptığı dönemde onun Mustang otomobilini bırakıp Murat 124’e binmeye başlaması ve bundan da çok mutlu olduğunu söylemesi, önemli bir ders notu gibi yerleşmişti zihinlerimize. Reklamını yaptığın markaya inanacaksın, bunu kanıtlamak için de onun dışındaki hiçbir markaya elini sürmeyeceksin. Bilmem şimdilerde böyle düşünen ve böyle davranan reklamcı var mı?..

Yetmişli yılların başı, 12 Mart öncesi... Ankara’nın kıraç koşullarında reklamcılık yapıyorum. Ersin Salman akıllılık edip, kapağı İstanbul’a Manajans’a atmış, hayatından memnun. Bense ayakta kalmakla kalamamak arasında çırpınıp duruyorum. İstanbul’a gittiğimde onda kalıyorum, o Ankara’ya geldiğinde bende kalıyor. Hemen her gelişinde de Semih Polat yanında oluyor. Akşamları bizim evde rakı masası kuruluyor, geç saatlere kadar ya reklam ya da Türkiye İşçi Partili siyaset konuşuyoruz. Sonra da salona yer yatakları seriliyor, Ersin’le Semih başucu ayakucu şeklinde yatıp sızıyorlar.

Yaşadığı tüm sancılara karşın Türkiye değişim sürecine girmiş durumda. Pervaneli ve merdaneli Arçelik çamaşır makinesiyle başlayan beyaz eşya furyası bütün hızıyla sürüyor. Özellikle buzdolabında büyük rekabet var. AEG poliüretanlı buzdolabını piyasaya sürmüş Arçelik’i ciddi ölçüde zorluyor. Hiç unutmuyorum, sonradan Hasan Parkan’a ait olduğunu öğrendiğim, “Fuzuli Şâgil” başlıklı AEG ilanına hayranız. (Aynı zamanda bir hukuk terimi olan fuzuli şâgil tamlaması, bir yeri haksızca elinde tutan anlamına geliyor.) Reklam, aynı hacme sahip olmasına rağmen, poliüretan sayesinde daha ince duvarlı ve daha küçük boyutlu olan AEG’lerin mutfakta az yer kapladığını, her yere kolayca girebildiğini anlatıyor. Buraya koymak için çok aradım ama o reklamı bulamadım.

O günlerde Ersin’le Semih’in yolları yine Ankara’ya düşüyor. Marmara Sokak’taki evde, büyük olasılıkla yayın ya da turna balığı ile rakı içiyoruz. Ersin ailemizin bir ferdi gibi... Mutfağa girip büyük bir özenle salata yapıyor, peynirleri dilimleyip tabaklara yerleştiriyor, sofrada biten rakıları tamamlıyor, dört-beş yaşlarındaki kızımın yemek yemesine yardımcı oluyor... Bir ara, alkolün kendini iyiden iyiye hissettirdiği bir saatte, boşalan rakı şişesinin yenisini getirmek için mutfağa gidiyor. Uzunca bir süre gelmeyince merak ediyoruz. Semih kulak kabartıp,

“Bu adam ağlıyor yahu!..” diyor. Birlikte mutfağa geçiyoruz. Ersin başını Arçelik buzdolabına dayamış, sarsıla sarsıla ağlıyor. Şaşkınlık içindeyiz. Yanına yaklaşınca boynuma sarılıp,

“Kardeşim benim, sen hâlâ poliüretansız buzdolabı mı kullanıyorsun!..” diyerek ağlamaya devam ediyor. Gülmekle ağlamak arasında gidip geliyorum. İlkine benzer bir iki laf daha ediyor. Yarı ciddi yarı dalga geçerek teskin edip birlikte masaya dönüyoruz. Poliüretan sohbetini fazla uzatmıyoruz, gece keyifle sürüyor.

Bu olayı Kemal Sezer de “Reklamın Sokak Çocuğu Ersin Salman” kitabında anlatmıştı. İlgili söyleşide Ersin şöyle diyordu:
“Yeni mesleğimin, ekonomiyi ve kitlelerin yaşama alışkanlıklarını böylesine etkiliyor olmasının rahatsızlığını belki de hep içimde duyuyordum. Bu belki de içimdeki Marksistin, çocuksu gözyaşlarıydı. Şahin’ler niye yeni kuşak soğutucu kullanmıyorlar diye ağlayacak değildim elbet. Ben, bir buzdolabı gördüğümde niye hemen, poliüretanlı mı, yoksa eski tip bir buzdolabı mı diye dikkat ediyorum! Niçin böyle bir mesleğin içine girmek zorunda bırakıyor hayat insanı, diye ağladığımı söylemek istiyorum.”
Kızmasın ama, ben Ersin’in bu yorumuna katılmıyorum. Ersin o dönemde de, sonrasında da işini benimseyerek, severek, isteyeek yapanlardandı. Yoksa o hercai adam o meslekte uzun yıllar kalabilir ve başarılı olabilir miydi? Ayrıca benim mutfağımdaki Arçelik buzdolabını görünce mi reklamcılık mesleğine kerhen girdiğini idrak ediyor ve ağlıyordu?

Bir süre sonra İstanbul’a geldiğimde onun evindeki buzdolabının da poliüretanlı AEG olduğunu görüyorum ve gülümsüyorum. Ama nedendir bilinmez, evdeki Arçelik ömrünü tamamladığında AEG değil, o dönem bir çıkıp kaybolan Presiz marka buzdolabı alıyorum. Çünkü benim buzdolabı müşterim yok...

Bu olay bende derin izler bırakıyor. O dönemin reklam, reklamcı ve reklamcılık anlayışını irdeliyorum. O günlerde sermayeye karşı bayrak açmış bir anlayışın ve ideolojinin tam içinde olmamıza karşın, sermayenin gelişmesine katkıda bulunmaktan başka amacı olmayan bir mesleğin sahipleriydik ve işimizi severek ve benimseyerek yapıyorduk. Bu, nesnel olarak büyük bir çelişkiydi ve sık sık da dile getiriliyordu. Ama biz başka türlü olamıyorduk. Romantik ve duygusaldık. Paranın önemini anlamıştık ama değerini anlamakta zorlanıyor, başka tatminler arıyorduk. Yaşadığımız dönemin ve temsil ettiğmiz ideolojinin toplumsal, kültürel ve ahlaki değerleri ile hizmet üretiyorduk. En küçük başarı bile bizim için paha biçilmez değerler ifade ediyordu. Şimdilerde olduğu gibi, ajansının kazandığı Kristal Elma ödülünü almak için, pejmürde bir kılık, bir karış sakal ve ağzında sakızla sahneye çıkan ve kendinden başka her şeyi, mesleğini, müşterisini, hizmet verdiği markayı ve yaptığı işi küçümser görünmeyi marifet ve başarılı olmanın gösterisi sanan garip gençler gibi değildik. Televizyonda sözünü ettiğim tabloyla karşılaştığımda, üzüntüden ve öfkeden neredeyse ben de ağlayacaktım.

Altmışlı yılların başında Metin Toker’in Akis Dergisi’nde çalıştığım dönemden anımsıyorum. Dergide, solcu olarak bilinen Doğan Avcıoğlu’nun ağabeyi Hamdi Avcıoğlu, ozan ve güldürü yazarı Hasan Hüseyin Korkmazgil, daha sonraki yıllarda Babeuf davasıyla ünlenen Atilla Bartınlıoğlu ile birlikte ben de vardım. Bir gün Meclis’te milletvekilleri Metin Toker’e, dergisinde niçin sosyalistleri ve komünistleri çalıştırdığını soruyor; Metin Toker’in yanıtı ise “Onlardaki dürüstlüğü, çalışkanlığı ve iş ahlakını başkalarında bulamadığım için...” oluyor. Yanlış anımsamıyorsam bunu Akis’teki bir yazısında da söz konusu ediyor.

Bu anım da, kıssadan hisse dileğimle, benim küçük tarihime böylece geçsin istedim.

6 yorum:

A. Selim Tuncer dedi ki...

"O günlerde sermayeye karşı bayrak açmış bir anlayışın ve ideolojinin tam içinde olmamıza karşın, sermayenin gelişmesine katkıda bulunmaktan başka amacı olmayan bir mesleğin sahipleriydik ve işimizi severek ve benimseyerek yapıyorduk. Bu, nesnel olarak büyük bir çelişkiydi ve sık sık da dile getiriliyordu. Ama biz başka türlü olamıyorduk. Romantik ve duygusaldık. Paranın önemini anlamıştık ama değerini anlamakta zorlanıyor, başka tatminler arıyorduk. Yaşadığımız dönemin ve temsil ettiğimiz ideolojinin toplumsal, kültürel ve ahlaki değerleri ile hizmet üretiyorduk."

Gerçekten ciddi olarak analiz edilmesi gereken bir olguyu gündeme getirmişsin. Zaman zaman üzerinde düşündüğüm oluyor, ama analiz başka... Keşke Kemal böyle bir çalışma da yapsa.

Bilimsel sosyalizmin önermemiş ve öngörmemiş, Marx’ın açık bir ahlak teorisi üzerinde çalışmamış olması sonucu değiştirmiyor, elbette bir sosyalist ahlaktan söz etmek mümkündür. Hatta öyle ki, gelenekçi ahlakla sosyalizmin çoğu zaman birbirine katıştığını bile iddia edebiliriz.

Burada İsmet Özel’in meşhur sözünü (aklımda kaldığı şekliyle) hatırlatmak istiyorum: “Sosyalist olmamı gerektiren neden neyse müslüman olmamı gerektiren neden de odur."

Demek ki müslüman ya da sosyalist olmadan önce bu tercihi yapmayı sağlayan başka etmenler söz konusu oluyor. Eğer sosyalizm, kapitalizme tercih edilebiliyorsa, bu, tarihsel bir zorunluluk olarak kabul edilse bile ahlaki bir bakış açısı içermediği söylenemez.

İşin içine ahlak girdiğinde ister istemez bir iyi-kötü, hatta güzel-çirkin çatışması kaçınılmazdır.

Dönemin bazı sosyalistlerinin, kapitalizmin sunduğu imkanlarla, reklamı, kendini ifade etme biçimi, bir çeşit özgürleşme, daha da önemlisi “iyi” ve “güzel”in geniş kitlelere aktarılması olarak gördüklerini düşünüyorum. Bin adet basılıp dağıtılan dergilerin, birkaç bin kişinin bir araya geldigi açık hava mitinglerinin, on-on beş kişilik seminerlerin “kesmediği”ni kabul edecek olursak, günlük gazeteler ve televizyonla milyonlara ulaşmak elbette başka bir şeydi.

Kapitalizm bu imkanı sunarken, sosyalistler de “iyi”yi ve “güzel”i çok geniş kitlelere aktarma fırsatı yakalamıştı. Her iki taraf da karşılıklı olarak birbirinden, kendi elinde olmayanı sağlıyordu.

Şuraya getiriyorum: Ersin Salman’ın bugünkü değerlendirmesinin de samimi olmadığını söyleyemeyiz. Hakeza seninki de doğrudur. Çünkü, reklamcı sosyalistlerin markaları sembolleştirirken ne ölçüde “bilinç”li davrandıkları şüphelidir. Bunca yıl aradan sonra o “ağlama”nın rasyonalizasyonu bu şekilde gerçekleşmiş olabilir.

Oysa belki de Ersin Abi için “poliüretanlı AEG” gayri iradi olarak ne “iyi”liklerin simgesidir kim bilir? Kim bilir Hasan Abi “Fuzuli şagil!” derken nelere isyan ediyordu?

O yırtık pantolonlu gencin de nelere isyan ettiğini aramak gerekir mi acaba?

Adsız dedi ki...

Üstadım,

Bu ne güzel bir tesadüf oldu benim için, bir bilseniz. Şu günlerde Kemal Bey'in "Reklamın Sokak Çocuğu" adlı kitabını okuyorum büyük bir merakla. Kitap, bildiğiniz gibi, sadece bir yaşamöyküsü anlatmakla kalmıyor, Türk reklamcılık tarihini de siyasi ve toplumsal tarihle organik bağlarını kurarak, olanakları ölçüsünde aktarmış oluyor bizlere. Oldukça başarılı bir biyografi kitabı, tek eksiği "Dizin". Keşke Reklamcılık Vakfı bu "Reklamın Ustaları" dizisini sürdürse...

Söz konusu ettiğiniz olayı kitaptan henüz okumuştum, sıcağı sıcağına bu yazınızla karşılaşmış olmak bende heyecan yarattı. Dileğimi yinelemek istiyorum; umarım ki bu anılarınızı daha çok kaleme alırsınız ve böylece reklamcılığın tarihinin yazılmasına değerli katkılarınızı sürdürmüş olursunuz. Sizi merakla izliyorum.

Saygılarımla...

mimarkemallisesi dedi ki...

marmara apt nin fotoğrafını çekemedim. marmara sokak no 16 da ir başka yapı var artık. oranın fotoğrafını çekmedim. tam karşıda sevgili altan abinin bir dönem oturduğu bir yapı var. orada şimdilerde tam bir mezbelelik. köşedeki bu yapı büyükşehir belediyesininmiş. büyükşehir içindekileri çıkarmak için 12 yıldır uğraşıyor. bu arada bu yapı bakımsızlıktan bitmiş durumda. var olan pasta iyi değil ben daha iyi bir pasta yaparım düşüncesinden ortaya çıkan bir durum bu. sevgili şahin abi, ankara kısaca sizin bıraktığınız ankara değil. ilya ehrenburg paris ta yüzyıllık ağaçlardan, yapılardan sözeder romanlarında. biz de geçmişe ilişkin neden söz edeceğiz? ağaç, yol, yapı ve doğal olarak anılarda yok.

pimoka dedi ki...

"Yeni mesleğimin, ekonomiyi ve kitlelerin yaşama alışkanlıklarını böylesine etkiliyor olmasının rahatsızlığını belki de hep içimde duyuyordum. Bu belki de içimdeki Marksistin, çocuksu gözyaşlarıydı. Şahin’ler niye yeni kuşak soğutucu kullanmıyorlar diye ağlayacak değildim elbet. Ben, bir buzdolabı gördüğümde niye hemen, poliüretanlı mı, yoksa eski tip bir buzdolabı mı diye dikkat ediyorum! Niçin böyle bir mesleğin içine girmek zorunda bırakıyor hayat insanı, diye ağladığımı söylemek istiyorum.”

Ben yukardaki ifadenin çok samimi ve doğru olduğunu düşündüm. Bir kuşak önümde bir uzaklıktan ve konuştuğum "eski solcu" abilerimden çok dinlediğim bir hikayedir bu. Sadece özneler ve belki sektörler farklı olabilir.

Ampirik gözlem, yapılan işle, söylenen söz arasındaki uyumsuzluğun rahatsızlığı olduğunu söylüyor, böyle bir uyumsuzluk insanı önce mutsuz eder ve sanırım sonrada benlikteki bu yenik giderek büyürmüş gibi geliyor bana.

Aynı kuşağın bir başka ortak özelliğini de anmadan geçemeyeceğim, bu kuşağın çocukları nedense solla ilişkisiz büyümüştür.

Romantik ve belagatlı açıklamaların siyasetle ilişkisi olmadığını, dönemin ve sonraki dönemlerin siyaset anlayışının bu açıklamaları soluksuz bıraktığını ve bırakacağını bilerek Ersin Salman bence konunun özünü söylüyor.

Burdan yola çıkarak çok keskin, kendinden başka solcu beğenmeyen bir ifadeye saplanmak yada öyle algılanmak istemiyorum.

Bir alıntıda selim Abiden:
Dönemin bazı sosyalistlerinin, kapitalizmin sunduğu imkanlarla, reklamı, kendini ifade etme biçimi, bir çeşit özgürleşme, daha da önemlisi “iyi” ve “güzel”in geniş kitlelere aktarılması olarak gördüklerini düşünüyorum. Bin adet basılıp dağıtılan dergilerin, birkaç bin kişinin bir araya geldigi açık hava mitinglerinin, on-on beş kişilik seminerlerin “kesmediği”ni kabul edecek olursak, günlük gazeteler ve televizyonla milyonlara ulaşmak elbette başka bir şeydi.

Ersin Salman'ın sözleriyle Selim Abinin sözlerini birleştirerek okumak evrilmenin derecesini açıklıyor gibi.

Anlaşılacağı üzere soldan bir üstüme alınma içindeyim ama meselenin bu kadar basit olmadığının da farkındayım.

Son olarak konunun samimiyetle konuşulmaya devam edilmesinin herkes için çok öğretici olabileceğini düşünüyorum. En çok ta çocuklarınıza/mıza anlatır gibi yaparsak belki onların da fena solculuk hikayeleri dışında bir fikri olur.

Adsız dedi ki...

Reklam Meğzunuyum gerçek den reklama bir şey ler verebileceğimi düşünüyordum ve tam olarak idolerim hedeflerim vardı fakat.. okul biteli 6 ay oldu bu 6 ayda 200'e yakın yere başvurdum ve 40 a yakın yerle görüştüm.Görüştüğüm 10’a yakın yer uygulama yapan yerler de piyasada sözünü geçiren 2 şirket de vardı aralarında fakat ben creative anlamda tecrübe edinmek için ajans istiyordum diger birkaç yer fuar satın alma vs di istedigim yer olarak görmedim ve girmedim daha sonrasında istediğim yer olmasın sorun değil küçük de olsa bir şey öğreneyim dedim ve medya planlama ajansına girdim yaptığım ve bana sunulan müşteri hizmetleriydi ve bir süre sonra devam etmedim sonra tekrar bir ajans tekrar bir ajans daha ve sunulan hep müşteri hizmetleri sonra içinde bulunduğumuz durumun adı da kriz diye konunca biraz ara veriyim dedim bakınmaya derken bi radyo kanalına girdim olabilir radyo reklamı falan diye kendimi avuturken bide baktım kapı kapı halıcı kebapçı geziyoruz şu kadar kelimesi şu kadar harf ve yine hüsran görüştüğüm her yerde olumlu olumsuz biten görüşmelerde söylenen tek şey müşteri hizmetleri yapmadan biyeri gelemessin yalanı bana ne kazandıracak müşteri hizmetleri satış sorumlusu olarak pazarlama yapmak ? Tabiki de hiçbir şey ona kazandıracak beni gereksiz yere yoracak iş çok yapacak şey çok ama önemli olan istenileni yapmak tı reklam istiyorum fakat şartlar buna el vermiyor ... Yazacak çok şey var ama tek kelimeyle özetliyim bu devirde reklamcı neye ağlar biliyor musunuz ? Reklamcı olamayacağına ağlar ! Çağatay Koca

Adsız dedi ki...

[url=http://tonoviergates.net/][img]http://sopriventontes.net/img-add/euro2.jpg[/img][/url]
[b]2005 software price, [url=http://sopriventontes.net/]second hand adobe software[/url]
[url=http://sopriventontes.net/]cheap software sale[/url] nero 9 coupon to buy microsoft software in
where to buy cheap software [url=http://sopriventontes.net/]cheap software to buy[/url] adobe photoshop extended cs4 student for mac
[url=http://sopriventontes.net/]software resellers in the[/url] online order form software
[url=http://tonoviergates.net/]acdsee 3.1 download[/url] shop cs software
selling software services [url=http://sopriventontes.net/]buy my software[/url][/b]