Biz gecikmelere ve özellikle de gecikmeleri hoşgörmeye ve hoşgöstermeye alışık değil miyiz? Bahane yaratma konusunda da çok ustayızdır. Ne yapalım, yaşadığımız koşullar bozdu ahlakımızı. Siz İstanbul’da yaşayın da, elinizde trafik gibi geçerli bir gerekçe varken, randevunuza geç kalmamak için zamanında çıkın yola... Olacak iş mi yani?.. Toplantıya ya da görüşmeye başlamadan önce havadan sudan konuşmak yerine sözü trafikten açar, bu arada gecikme nedeninizi de bir güzel yutturmuş olursunuz. Tabii muhatabınız (sakın ha sakın, muhattabınız değil...) yerse...
Her neyse, bu zevzeklikten sonra, geç kalmama unutkanlığım dışında bir gerekçe yaratmadan konuya girebilirim.
İlgi alanı pazarlama blogları olunca, kendimi ister istemez biraz yabancı ve hariçten gazel okumaya kalkışan birisi gibi hissediyorum. Yıllardır meslek olarak seçtiğim reklamcılık pazarlama iletişiminin, pazarlama iletişimi de pazarlama bütününün bir parçası değil mi? Yani dığdığının dığdığı... Zaten bu nedenle, beni de bu grubun içine almanızı, hep yaşa başa saygının ve nezaketin bir sonucu olarak görüyorum. Ama olsun, yine de pazarlama, daha doğrusu pazarlama iletişimi konusunda birkaç söz etmeye benim de hakkım olduğunu sanıyorum. A. Selim Tuncer aylardır sayfalar dolusu ahkâm kestikten sonra...
A. Selim Tuncer deyince, hemen onun son yazısına kaydı gözüm. Pazarlama topuzunun kaymasından söz ediyor. Söz etmekle kalmıyor, bundan endişe de ediyor. Haklı haklı olmasına da, özellikle son on yıllarda kapitalizmin Scud füzeleri halindeki pazarlama üzerine oluşturulan kuramlar, yazılıp çizilenler, binlerce dolar karşılığında verilen konferanslar, yaşanan deneyimler, birikimler kantarın topuzunu füze menzilinin dışına kaçırmadıysa, bundan sonra kaçacağından korkmamak gerekir.
Hatta pazarlama kavramı günümüzde öyle bir yere geldi ki, beylik benzetmeyle, evet gerçekten körlerin fili tarifine döndü. Sanıyorum konuyu biraz soğutup, biraz da uzağında durup sakin sakin yeniden değerlendirmek gerekiyor. Şunu rahatlıkla söyleyebilirsiniz ve ben de hiç alınmam. “Konunun derinine ve ayrıntısına girebilecek düzeyde bilgi birikimine sahip değilsin, uzakta kalmayı, hatta bizlerin de uzakta kalmamızı öneriyorsun...” Haklısınız, ben başta söyledim pazarlamacı olmadığımı. (Bakın, minareyi çalan kılıfını önceden nasıl hazır ediyor.) Bir sade yurttaş, bir okur, hadi hadi bilemediniz bir reklamcı olarak görüş belirtebilirim ancak.
Şimdi sözün burasında, sevgili Selim’in yazısından bir bölümü aktarıp bir iki kelime daha etmek istiyorum.

Semt manavının tezgahtan bir kayısı alıp gözünüzün içine doğru sokması, bakkalın yarım metrelik dev bıçağın ucunda fındık büyüklüğündeki peyniri tatmanız için size uzatması, hazır giyim sektöründe zaten yıllar boyu uygulanan kıyafet denemeleri “deneyimsel pazarlama”nın primitif örneklerini oluşturmuyor mu? Bir kuramsal yaklaşımı oluşturmak için verilen emeklere, yaklaşımın felsefi derinliklerine haksızlık etmiş olmak istemem. Bu yaklaşımlar olgular üzerine inşa ediliyor derken hafife almak amacıyla da söylemiyorum bunu. Hatta bir gerçekliğe dayandıkları için önemsediğimi ifade etmek istiyorum.”
Ben verilen bu örneklerle pazarlamanın yakından uzaktan ilgisi olmadığını düşünüyorum. Bunlar olsa olsa satış yöntemleri ve taktikleridir... Acaba pazarlama kantarının topuzu satışa doğru mu kaymış biraz? Şimdi nereden çıktı “deneyimsel pazarlama”? Apartman kapılarına yapıştırılan PAZARLAMACILAR GİREMEZ yazılarını görür gibiyim...
Galiba gene dolduruşa geldim ve sakin sakin anılarımı yazmak dururken hem mah-zen’e hem de pazarlama bilimine ihanet ettim. Affola...