Cumartesi, Ocak 27, 2007

Yaratıcı bir protesto

27 Mayıs ne ki?

Geçenlerde çok sevdiğim ve saygı duyduğum tarihçi bir dostumla sohbet ederken, konu 27 Mayıs’a geldi. O, bir araştırmacı yazar olarak bilgi birikimini ortaya koyarken, ben de 27 Mayıs’ı ve onu yaratan koşulları birebir yaşamış biri olarak gözlemlerimi anlattım. Dostum, 22 yaşındaki kızının, hiç izlemediğim Hatırla Sevgili adlı televizyon dizisini büyük bir ilgiyle karşılandığını, yine gençlerin yazdığı Ekşi Sözlük adlı sitede konuya ilişkin yüzlerce girişin olduğunu anlattı. Sohbetin sonunda ikimiz de, kimilerine göre Türkiye’nin demokratikleşmesi yolundaki en önemli aşama, kimilerine göre ise en büyük ayıplardan biri olarak değerlendirilen 27 Mayıs’ın da o günlerde olduğu gibi “ihtilal” ya da "devrim" olarak değil de sonuçta bir “darbe” olarak değerlendirilmesi gerektiğinde birleşirken, bu olayın o yıllarda niçin yanlış algılanarak devrim olarak görüldüğünün bugünkü kuşaklara tüm boyutlarıyla anlatılmadığı, elde toplumsal ve popüler tarih belgesi olarak kayda değer şeylerin bulunmadığı sonucuna vardık. Pek çoğumuzun içinde yaşadığı daha 50 yıl önceki yakın tarihimiz konusunda bu kadar bilgisiz bırakılmamızın elbette pek çok nedeni vardı.

Bu sohbet beni anında yıllar öncesine götürdü ve o günlerde yaşadığım pek çok olayın arasında ilginç, ilginç olduğu kadar da dramatik ve komik bulduğum bir olay gözlerimin önüne geldi ve ona anlattım. 27 Mayıs olgusunun günümüze taşınmasına herhangi bir katkıda bulunup bulunmadığımızı bilemem ama, gülmekten kırıldık. Ben, 27 Mayıs’ın o dönemde yarattığı toplumsal ve bireysel algıyı da yansıtan bu olayı yıllardır dostlarıma anlatırım ve hep aynı duyguları paylaşırız. 12 Eylül darbesinden beri Londra’da yaşayan, yıllarını sendikacılık hareketine vermiş, Türkiye İşçi Partisi saflarında militanca görev yapmış, 21 Mayıs Harbiye Ayaklanması'nın militan teğmenlerinden, Abdullah Yılmaz’la da, her İstanbul’a geldiğinde aynı anının yeni baskılarını yapar, yine gülmekten kırılırız. Bu yazımda o günleri ve sözünü ettiğim anımı anlatacağım.

Mamak Muhabere Okulu’nda yedek subayım. Muhabere Okulu’na bağlı Muhabere Astsubay Okulu’nda kısa bir süre takım subaylığı yaptıktan sonra, doğrudan Muhabere Okulu Komutanı’na bağlı inzibat subaylığı görevine getirilmiştim. Üstelik Doğu Bölgesi İnzibat ve Trafik Karakol Komutanlığı'na... Muvazzaf (meslekten) subayların bile edinmek için her türlü yolu denediği bu itibarlı göreve nedense, Muhabere Okulu Komutanlığı’nca ben uygun görülmüştüm. Komutanı olduğum karakolda Atilla Akınlı adında asteğmen bir yardımcım, bir kıdemli astsubay başçavuş, bir başçavuş, iki onbaşı ve kırk inzibat eri vardı. Ayrıca biri jip biri pikap iki de araç... Araçların ikisi de, kırmızı zemin üzerine yazılmış AS-İZ plakaları ve tepelerine yerleştirilmiş, yanıp sönen kırmızı ışıklar ve sirenlerle donatılmıştı...

Kızılay kıpır kıpır...

27 Mayıs hareketi öncesinde Ankara’nın siyasal ve toplumsal olaylarını birebir yaşıyordum. İnzibat subaylığına getirilmezden önce Astsubay Okulu’ndaki görevim boyunca hemen her gün saat 16.30’da servis aracı REO askeri kamyonlarıyla Kızılay’a iniyor ve arkadaşlarımla buluşarak o günkü eylemlere katılıyordum. Bunların başında da Plevne Marşı’nın ezgileriyle koro halinde söylediğimiz “Olur mu böyle olur mu, kardeş kardeşi vurur mu?” korosu vardı. Bir bölümüne resmi kılıkla katıldığım olaylar arasında Adnan Menderes’in öğrenciler tarafından tartaklanışı, Harbiyeliler’in yürüyüşü, atlı polislerin ayakları altından kaçışmalarımız, göz yaşartıcı bombaların dumanından göz yaşları içinde sığınacak yer arayışlarımız geliyor. Hiç unutmuyorum, 25 Mayıs günü TBMM’de, ünlü Tahkikat Komisyonu konusundaki bir tartışmada Cumhuriyet Halk Partililer’le iktidardaki Demokrat Partililer sıra kapaklarını parçalayarak birbirlerine girmiş ve yaralananlar olmuştu. Bunlardan biri de CHP Milletvekili Selim Soley’di. Soley o gün, başı, üzerinde kan izleri bulunan bir sargıyla sarılı olarak Kızılay’a gelmiş ve büyük bir gösterinin başlamasına neden olmuştu.

Devlet radyosunda ve sansürlü gazetelerde, Vatan Cephesi listeleri, iktidarın eylemleri ve başarıları, “muhalefetin hıyaneti” haberleri dışında tek cümle bilgi ve haber almak mümkün değil. Bu durum söylenti ortamını öylesine besliyor ki, üzerine asfalt dökülen öğrenci cesetlerinden, Et Balık Kurumu'ndaki dev kıyma makinelerine atılan üniversite öğrencilerinden söz edilir olmuştu. Ankara dışından da benzer haberler alıyorduk. Halk gerçekten eski deyimiyle "infial" halinde idi.

Kendimi 27 Mayıs'ın komutanı sanıyorum...

Bu gelişmelerin de katkısıyla 27 Mayıs hareketi gerçekleşti, 10 yıldır Türkiye’yi yöneten DP, iktidardan uzaklaştırıldı. Toplumun büyük kesimi darbeyi bir ihtilal gibi algıladı Diğer illeri bilmiyorum ama Ankara birkaç gün süren coşkulu bir bayram yaşadı. O günlerde Küçükesat’ta oturuyordum ve servis görevi yapan REO kamyonlarla karakola gidip geliyordum. Fakat o sabah servisten söz etmek ne mümkün. Tank ve uçak sesleriyle birlikte sonuna kadar açılmış radyolarda ihtilal bildirileri okunuyor ve sokağa çıkma yasağı konulduğu iddia ediliyordu. Herkes salkım saçak pencerelerdeydi. Ben Küçükesat’tan Akay’a (ve İ. Melih Gökçek hâlâ değiştirmedi ise) şimdiki adıyla İnönü Meydanı’na kadar, askeri bir araç bulabilirim ümidiyle yürümeye başlamıştım. Yol boyunca balkonları ve pencereleri dolduranlarca alkışlanıyor ve atılan çiçeklerin arasında yürüyordum. Genç bir yedeksubay olduğum için müthiş gururlanıyor ve kendimi 27 Mayıs’ı n başkomutanı gibi hissediyordum. Bugün 27 Mayıs’ı ve onu yaratan ortamı yaşamamış olanlara bu tabloyu anlatmakta zorlanıyorum ve bir askeri darbe yandaşı olduğum gibi algılanmaktan da son derece rahatsız oluyorum.

Birkaç askeri araç değiştirdikten sonra karakola ulaştım ve özel jipimle Ankara’yı dolaşmaya başladım. Bu kez de kıyıda köşede kalmış DP’liler ya da yandaşlarını yakalamakla ya da herhangi bir kalkışmada bulunmalarını önlemekle görevlendirilidim. Öğleden sonra sokağa çıkma yasağı delinmiş ve başta Atatürk Bulvarı, Kızılay ve Sıhhiye meydanları olmak üzere Ankara inanılmaz bir şenlik alanına dönüşmüştü. Sözde güvenlik sağlamak amacıyla şehrin içinde dolaşan tanklar, karanfillere boğulmuştu. Tankların üzerinde askerlerle gençler birlikte marşlar söylüyorlardı.

Olur mu böyle olur mu, oğul babayı vurur mu?

Darbeden iki ya da üç gün sonra, gece saat 01.00 sıralarında, özel jipimle Küçükesat’tan Mamak’a gidiyordum. Sokağa çıkma yasağı nedeniyle yollarda in cin top oynuyordu. Tam Kurtuluş Meydanı’ndan geçerken şoförüm Manisalı Mehmet Pehlivan acı bir fren yaptı. Gecenin karanlığında uzun boylu bir gencin kendini jipin önüne attığını gördüm. İçgüdüsel olarak ikimizin de elleri de tabancalarımıza gitti. Genç büyük bir heyecanla yaklaştı ve “Lütfen yardım edin bana, lütfen kumandanım...” dedi. Mehmet elindeki feneri delikanlının yüzüne tuttu. Şaşırdım. Çünkü hiç yabancı gelmemişti bana karşımdaki yüz. Sokak lambasının altına gelmesini işaret ettim. Mehmet de jipi lambanın aydınlığına çekmişti. Artık birbirimizi daha iyi görüyorduk. Evet bu Erdoğan’dı, Gülşehir’de ilkokuldan sınıf arkadaşım. “Erdoğan sen misin?” dedim şaşkınlıkla. Yüzüme dikkatle baktı ve o da bana “Teğmenim, sen Şahin’sin!” dedi. Jipten indim ve heyecanla kucaklaştık. On on iki yıldır görmediğim arkadaşımla böyle bir durumda karşılaşmak çok garip gelmişti bana. Erdoğan heyecanını bastırmaya çalışarak benimle karşılaşmasının büyük şans olduğunu söyledi ve sorununu anlatmaya başladı:

“Şahin’ciğim, üç gündür pederle başımız dertte. Adam kafayı çekip çekip olay çıkarıyor mahallede. 27 Mayısçılar’dan tut da İsmet Paşa’ya kadar herkese uluorta küfrediyor. En yakın komşularımız bile rahatsız, biraz daha kalırsa mahalleli linç edecek diye korkuyorum. Allahaşkına şu adamı içeri alın da biz de kurtulalım, onun da başına bir şeyler gelmesin...

Durum gittikçe ilginç hale geliyordu, ama yapacak başka bir şey yoktu. Erdoğan’ı da arabaya alıp, Topraklık semtine doğru yola koyulduk. Mahallede ışıkları yanan tek katlı, yarı gecekondu bir evin önünde durduk. Erdoğanlar’ın eviydi burası. Erdoğan, babası götürülürken görünmek istemediği için biraz ilerde gizleniyordu. Evin önünde üstü hasırlarla kapatılmış bir set vardı. Elli yaşlarında, uzun boylu, zayıf sakalları uzamış, sinirli bir adam karşıladı bizi. Beni görür görmez,

“Sonunda götürmeye mi geldiniz, götürün bakalım, korktuğumu mu sanıyorsunuz, orada da aynı şeyleri söyleyeceğim” dedi. Sette ahta bir masa, üzerinde, o zamanlar çopur diye anılan 35’lik boş bir rakı şişesi, yarısına kadar sulandırılmış rakı dolu bir çay bardağı, peynir kırıntıları vb. Bir de Grundig TK 23 marka, makaralı, makaraları boşa dönen bir teyp vardı. Adama Erdoğan’ın arkadaşı olduğumu söyledim.

Biliyorum, biliyorum, zaten Erdoğan, öz oğlum ihbar etti beni, nerde o şimdi? Kaçtı değil mi, benden korkup kaçtı, alacağı olsun onun. Mahalleli de kıçına kına yakar artık” dedi öfkeyle. O sırada karısı çıktı içerden. Şaşkın şaşkın bize bakarken, kocasını koruyup kollayıcı bir tavır da takınmamıştı nedense. İçerden adamın ceketini getirdi. Adam sürekli homurdanıyordu ama güçlük çıkarmadan, teypini de koltuğunun altına alıp bizimle gelmeyi kabut etti. Bu arada çevredeki evlerin ışıkları yanmaya ve perdelerin arkasından meraklı sliüetler belirmeye başlamıştı.

Milli Türk Musikisi

Jipe bindikten sonra teypi niçin yanına aldığını sordum. Homurdanarak, “Onda milli Türk musikisi var, sen hiç dinlemedin mi?” dedi. Sonra da sarhoş kafayla priz arar gibi bir harekette bulunup, arabada olduğunu farkedince vazgeçti. Yol boyunca hiç konuşmadık. Teslim aldığımız yer benim yetki alanımda olmadığı için onu Ulus’taki Merkez Komutanlığı Karargahı’na götürüp teslim ettim. Tutulan tutanak sayesinde de adının Selahattin olduğunu öğrendim.

Aradan birkaç hafta geçmişti. Aynı zamanda Doğu Bölgesi Garnizon Komutanı da olan Muhabere Okulu Komutanı Tuğgeneral Celadet Ögel’in beni emrettiği bildirildi. Huzura çıktım. Celadet Paşa tedirgin ve sinirli bir tavırla,

Teğmen, nedir bu Topraklık’tan aldığınız adam? Topraklık’la ne alakan var senin de oralarda olaylara müdahale ediyorsun?” dedi. Durumu açıklayınca sakinleşti ve yanındaki Kurmay Albay İhsan Sakarya’ya dönüp,

Şu işe bak yahu, millet öyle bezmiş ki, babasını bile ihbar ediyor... Yalnız anlayamadığım bir husus var albayım, soruşturmayı nedense askeri mahkemede değil, sivil mahkemede açmışlar” dedi. Sonra da bana, mahkemeden tanıklık için davet geldiğini bildirip resmi bir zarfı uzattı ve

Ere de tembih et, mahkemede sadece bildiklerinizi anlatın, ileri geri laf etmeyin sakın teğmen” uyarısında bulundu. Ardından da ekledi: “Sonra da gelip bana anlatacaksın mahkemeyi”.

Kadifeden darbesi...

İlk kez mahkemeye çıkacağım için çok heyecanlanmıştım. Bir hafta kadar sonra, benimle birlikte çağrılan şoförüm Mehmet Pehlivan’la Anafartalar Caddesi’ndeki Adliye binasına gittik. Bizi yönelttikleri üst katlara çıkarken kulağıma garip sesler geldi. Birileri “Kadifeden Kesesi” türküsünü söylüyordu ama sözleri çok yabancıydı. Kulak kesildim. Türkünün sözleri Harbiye Marşı’nın sözleriydi... Yukarı kata çıkınca ses daha da belirginleşmişti. Hiçbir anlam veremiyordum ama bir yandan da gülmekten kendimi alamıyordum. Ayrıca koridorlardaki insanlar da şaşkın ve anlamsız gözlerle birbirlerine bakıyorlardı. Sesin, bizim de ifade vereceğimiz sorgu yargıcının odasından geldiğini anlayınca şaşkınlığımız iyice arttı. Evet, Kadifeden Kesesi türküsü resmen Harbiye Marşı’nın güftesiyle söyleniyordu:

Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız,
Tufanları gösteren, tarihlerin yadıyız,
Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti,
Cehennemler kudursa, ölmez nigahbanıyız.

Yaşa varol Harbiye, yıkılmaz satvetinle,
Göklerden gelen bir ses sana ne diyor, dinle:
Türk vatanı üstünde sönmez güneşsin sen,
Kartal yuvalarında, hürdür millet seninle.

Kapının önündeki kalabalık artmaya başlamıştı. Herkes kulak vermiş bu garip durumu izliyordu. Kapıdaki mübaşire tanık olarak geldiğimizi söyleyince, tam bir kumandan edasıyla “Bekleyin” dedi. Kısa bir sessizlikten sonra içerden gelen müzik değişiverdi. Bu kez müzik Harbiye Marşı ama, sözleri değişikti:

Kadifeden kesesi kahveden gelir sesi
Oturmuş kumar oynar ciğerimin köşesi

Kadife yastığım yok odana bastığım yok
Kitaba el basarım senden başka dostum yok...

Nihayet kafama dank etti. Bu sesler, Erdoğan’ın babası Selahattin Bey’in, yanından ayırmadığı teypten geliyordu. Güleyim mi ağlayayım mı, bilemedim. Adliye koridorlarında çın çın öten bu garip müzik bitince beni tanık olarak içeri aldılar. Selahattin Bey’le gözgöze gelmemeye özen göstererek ifademi verdim. Mehmet’in ifadesi de tamamlandıktan sonra garip duygular içinde Adliye binasından ayrıldık.

O gün bugündür dinlediğim bu garip şarkıların kulağımdaki izleri ve bu yaratıcı protesto yönteminin sahibi Selahattin Beyin yüzü belleğimde taptaze durur ve bu anımı anlatmaktan büyük zevk duyarım. Tabii olayı Celadet Paşa’ya anlatırken hiç zevk duymadığımı da belirtmek isterim.

4 yorum:

Adsız dedi ki...

sevgili şahin bey,

kore ye asker gönderdiler, beyaz türk oldular, gizli gizli zorlu' nun kürt kökenliği olduğu dillendirildi. kore de ölen askerlerin ne ilgisi vardı oralarla? bunlar gelip gitmeyi bilmeyen hırslı yumaklar. içten içe övgüler yağdırılan menderes i tarih değerlendirecek. oğlu açıklamalarda bulunuyor, babamın apış arasına baktı doktor diye. erbakan a pazar a kadar değil mezara kadar demişti belleğim beni yanıltmıyorsa. sonra....

kapitalizmin yeniden yapılandırılması çalışması bir satıcılık örneği olarak bize sunuluyor. ister al ister alma. sevgi ve saygılarımla

Adsız dedi ki...

Şahin Bey,
Yazınızı okudukatn sonra 2 defa yorum yazdım ancak bir şekilde hata raporu geldi.
Azmettim yine yazıyorum. Bakalım:)
Tüm yaşanılanları olduğu gibi yazmanıza ve hafızanıza Maşallah diyorum ve sormak istiyorum; onca ayrıntıyı nasıl hatırlıyorsunuz? Kayıtlı mı bir yerlerde?

Şahin Tekgündüz dedi ki...

Sevgili anlambilimci,

Çok teşekkür ederim ilgine. O dönemleri dolu dolu yaşadım ama yorum yapmayı ve dönemle ilgili yargılarımı buraya taşımak istemiyorum.

Sevgili Arzu,

Sana da teşekkürler. Aslında ben de belleğime şaşırıyorum. Elimde o dönemle ilgili fotoğraflar dışında en küçük bir not bile yok. Yalnız tereddüt ettiğim noktalarda biraz gazete arşivi karıştırma gereği duyuyorum, o kadar...

Adsız dedi ki...

Şahin Bey,

Umarım tez zamanda sağlığınıza kavuşur, eskisinden de sağlıklı olarak anılarınızı bize anlatmaya devam edersiniz. Geçmiş olsun!

Saygılarımla...