
Sıhhiye Marmara Sokak, Marmara Apartmanı... Dört katlı, cephesi kirli sarı baklava dilimi bir sıvayla kaplı apartmanın birinci katı. Salonun geniş penceresi, o zaman zengin bir semt pazarının kurulduğu, şimdi ise betondan kat kat yükselen bir otoparkın kara, devasa kitlesi altında ezilmiş genişliğe bakıyor. Ilık bir ocak ayının ilk haftası dolmak üzere. 6 Ocak 1969 Pazartesi, gece saat on suları...

O günkü keyfimiz sadece sıcak dostluğumuzdan, zengin masamızdan ve rakının kanımızı kaynatmasından kaynaklanmıyor. Yeni bir iş kurmanın eşiğindeyiz. Ben TRT’ye resti çekip istifamı vermişim ve yıllardır kullanmadığım yıllık izinlerimin tadını çıkarıyorum. Bir yandan da Kor Kocalak’la kuracağımız Odak Reklam Ajansı için Kızılay’daki İnkılap sokakta kiraladığımız işyerini donatmaya çalışıyoruz.
Yeni işimizin heyecanını yaşarken, bir yandan da içinde bulunduğumuz ortamın sorunları ve çözüm arayışları içinde kıvır kıvır kıvranıyoruz. 1961 Anayasası’nın sağladığı geçici demokratik ve özgürlükçü ortam ayaklarımızın altından kaymaya başlamış, Türkiye İşçi Partisi’nin hayat damarları bir bir koparılmış, Türkiye üzerindeki emperyalist baskıya direndiğini sanan, ama aslında ona hizmet ettiği bilincinden yoksun faşist güçlerin örgütlenmesi ve köktenci bir dönüşüme ortam hazırlama çabaları desteklenerek boyut kazanmış, bütün bu ve benzeri gelişmeler bir müsamerenin sahneleri gibi peşpeşe hayata geçirilmiş...
Pek çoğumuz bu gelişmenin usta eller tarafından sahnelenen bir müsamere olduğunun bilincinde, önemli bir kesimimiz ise, denetimsiz biçimde ve aşırı dozda alınan komünist terminolojinin yol açtığı hazımsızlık ve mide fesadının dayanılmaz kâbuslarının dehşeti ve mutlu gelecek düşlerinin sarhoşluğu içindeyiz. TİP, bilerek ya da bilmeyerek, egemen güçlere hizmet edenlerce kendi içinden çürütülmüş ve dışlanmış, gençlik, Avrupa’daki 68 hareketinin rüzgarıyla da savrularak, sosyalist hareketi anarşi ve terör olarak tanımlayan egemen güçlerin ekmeğine yağ sürercesine sokaklara, kırlara ve dağlara çıkmaya başlamış, üniversite gençliği eğitim yerine vatan kurtarma görevini üstlenerek yerleşkeleri bir yandan faşist, bir yandan da komünist eylemlerin karargahları haline gelmiş, sokak çatışmaları almış yürümüş... 12 Mart’a adım adım yaklaşılmakta....
O zamanın Bushları ve Bushakları...
İşte böyle bir dönemde yeni bir işyeri açmanın heyecanı, keyfi, mutluluğu ne kadar yaşanabilirse onu yaşıyoruz. Bir yandan da, yaşamımıza yeni giren televizyonda, sözünü ettiğim gelişmelerin yansımalarını görmeye çalışıyoruz. O gün ODTÜ’de dramatik bir olay yaşanmış ve öğrenciler, Üniversite’yi ziyarete gelen ABD Büyükelçisi Robert Komer’in arabasını yakmıştı. Radyolardan ve televizyondan ayrıntılı haberler alamıyoruz ama hareketin elebaşlarının kimler olduğunu çok iyi kestiriyoruz. Yıllarını CIA’da geçiren ve o yıllarda Vietnam Kasabı olarak anılan Komer’in Ankara’ya atanmasının yarattığı gerginlikler ve gelişmeler böyle bir sonucun beklendiğini göstermeye yetiyordu. ODTÜ ziyareti ise adeta bir komplo niteliğindeydi.


“Ben arkadaşların yanına gidiyorum, sizden haber bekliyoruz, geç kalmayın” diyor ve merdivenleri hızla inerek gözden kayboluyor. İkimiz de şok yaşıyoruz. İçeri geçip, hızlı bir karara varabilmek için tartışmaya başlıyoruz. Ben, onların bizde kalmalarının çok riskli olduğunu, TİP’li olduğumun bilindiğini, Sinan’ın ve karısı Şirin’in birkaç ay öncesine kadar bir süre bizde kaldıklarını, bu süre içinde izlenmiş olabileceklerini söylüyorum. Benim bu kaygım haklı bulunmakla birlikte Sevim Hanım ve Kor tarafından pek de benimsenmiyor. Kor telefona sarılıp, Bulvar Pasajı’nda kuyumculuk yapan, soyadını anımsayamadığım Yüksel adındakı ortak bir dostumuzu arıyor. Biliyoruz ki onların Çinçin Bağları’nda depo olarak kullandıkları gecekondumsu bir yerleri var. Şifreli telefon konuşmasından sonra Kor parkasını kapıp dışarı fırlıyor.
Kor’un dönmesini elimiz yüreğimizde bekliyoruz. İzlenmiş olmaları ya da olay nedeniyle oluşturulan arama noktalarına takılmaları olasılığı çok yüksek. Kor gece yarısı nefes nefese geliyor. Cebindeki para yetişmediği için taksiden Sıhhiye’de inmiş, polis ve bekçilere görünmemek için duvar diplerinden koşarak gelmişti. Yorgunluğuna karşın, gözlerinde çok önemli bir iş başarmanın mutluluğu parlıyor. Ara verdiği rakıya bir süre daha devam ederken Komer’in arabasının nasıl yakıldığını Sinan’ın ve arkadaşlarının ağzından aktarıyor. Taksidekilerin Sinan Cemgil, Yusuf Aslan, Taylan Özgür, Seçkin İnceefe, Tuncay Çelen ve Hüseyin İnan olduğunu öğreniyoruz.
Yapılan plana göre sabahleyin Kor birkaç günlük yiyecek içecek, battaniye vb ikmali yapacak, bu süre içinde herkes bir yolunu bulup oradan uzaklaşarak sığınacak bir yer bulacak. Sinan’ı da biz, pek tekin olmamasına karşın, kurmakta olduğumuz ajansta saklayacağız. Bu arada ben de ajansın arka odasına konulmak üzere bir somya ile yatak ve battaniye ayarlıyorum. Akşam ortalık kararınca da Sinan’ı ajansa getiriyoruz. Biz bir yandan bu olayları yaşarken, bir yandan da, radyo, televizyon ve gazetelerde olayın gelişmelerini ve yansımalarını izliyoruz.
Günlerimiz demir doğrama atölyelerinde, mobilyacı ve döşemecilerde, nalburlarda geçiyor. Yabancı dekorasyon dergilerinde ve özellikle Domus’larda bulduğumuz avangard mobilya örneklerini en iyi kalitede en ucuza maledebilmek için sabahtan akşama taban tepip ona buna dert anlatıyoruz. Bütün çabamız, ahşap lambriler, kapitone panolar, kartonpiyerlerle süslü tavanlar ve kıvrım kıvrım oymalarla donatılmış koltuk ve masalar yerine modern, yalın, kendini öne çıkarmayan sakin nesneler oluşturmak ve onların arasında yapacağımız işin fark edilmesini sağlamak. Büyük ölçüde de başarılıyız. Boyasından badanasına, mobilyasından teknik donanımına kadar her şeyi biz kotarmak zorundayız. Mimarlık öğrenimi gören ve ajansta ırgat gibi çalışmak zorunda kalan Sinan’ı da büyük bir şans olarak değerlendiriyoruz.
İkimizin de parası yok. Ben, canım teyzem Ayşe Özkan’ın dişinden tırnağından artırdığı dünyalığından beş bin lira, Beden Terbiyesi Ankara Bölge Müdürlüğü’nde çalışan aile dostum ressam Hakkı Torunoğlu’ndan aldığım birkaç bin lira, Kor’un eşinden dostundan ve özellikle o dönemde Ankara’da tabelacılık yapan dostumuz ressam Ali Doğanyiğit’ten aldığı borçlarla bir şeyleri yapındırmaya çalışıyoruz.
Onunla vedalaşmadan ayrılıyoruz

Sinanla ayrıldığımız temel nokta, sosyalist savaşımın bireysel çabalarla ve yasa dışı örgütlenmelerle değil, işçi sınıfının yasal örgütü olan Türkiye İşçi Partisi saflarında verilmesi... Oysa Sinan ve çevresindekiler partiden çoktan kopmuş durumda. Parti onlar için artık revizyonist bir örgüttü. Ben ve yandaşlarım ise, yasa dışı örgütlenmeler ve bireysel militanlıklarla egemen güçlerin ekmeğine yağ sürülmekte olduğunu, onların bu gelişmeleri kullanarak istedikleri ortamın oluşmasını beklediklerini, buna meydan vermenin ise nesnel olarak sosyalist hareketi baltalama anlamı taşıdığını anlatmaya çalışıyoruz. Ama her şey boşuna...

Sinanla tartışmalarımız giderek sertleşiyor. O beni revizyonistlikle, ben onu goşistlikle suçluyorum. Hacettepe Hastanesi’nde ameliyathane baş hemşiresi olan karıma, yakında dağa çıkacaklarını, devrimci mücadele saflarında kendisi gibi sosyalist ve yürekli bir hemşireye çok ihtiyaçları olacağını söylüyor ve onun da kendileriyle birlikte gelmesini istiyor. Karım bunu bana aktardığında hiç öfkelenmediğimi, bu romantizm karşısında acı acı gülümsediğimi anımsıyorum. Artık akşamları Sinan’la pek konuşamıyoruz. İkimiz de birbirimize soğuk bakmaya başlıyoruz. Sonra bir gün Sinan veda bile etmeden kayboluyor. Birkaç gün sonra Şirin de ayrılıyor bizden. Sinan’ın Çankırı’da olduğunu öğreniyoruz. Siyasal ortamdaki gerginlik her geçen gün tırmanıyor. Söylentilerin ardı arkası kesilmiyor. Askeri darbe beklentileri had safhada. Ünlü gazetelerin ünlü yazarları bile böyle bir beklenti içinde.
Odak’ta, Kor Kocalak ve Sevim Onursal’la yolumuz ayrılmış durumda. Oğuz Tığlı, Turgay Betil, Tevfik Dalgıç, Tuncer Özkan’layım. İnsanın içini karartan bilinmezliklerle dolu o puslu havada ayakta kalabilmek için bir şeyler yapmaya çalışıyoruz.
12 Mart 1971, öğle saatleri. Odak’taki odamdayım. Önce dışardan bir sevinç şamatası geliyor kulağıma, sonra kapım hızla açılıyor. Tevfik Dalgıç, Tuncer Özkan, aklımda yanlış kalmadıysa Oğuz Tığlı ve gitgel işlerimizi yapan Ali Rıza Özdemir heyecanla odama dalıyorlar. Tevfik de Tuncer de bana dayı derler. Tevfik elindeki transistörlü radyoyu masama koyup, büyük bir müjde verircesine,
“Dayı, gözün aydın... Ordu muhtıra verdi, Sülüman gidiyor...” diyor. Neye uğradığımı şaşırıyorum. İlk tepkim,
“İyi haltetmişler... Çok mu sevindiniz, görürsünüz gününüzü...” diyorum. Şaşkınlıktan donup kalıyorlar. “Ama dayı...” diye başlayan sözleri duymuyorum bile. O gün benim için gerçekten kara bir gün... Ağzımı bıçak açmıyor. Herkes şaşkın... Olacakları beklemeye başlıyorum. Beni en çok şaşırtan şeyle ertesi gün karşılaşıyorum. Ünlü gazetelerin ünlü yazarları bayram yapıyor adeta. Başta, o dönemde Milliyet’te ya da Akşam’da yazdığını anımsadığım ünlü sosyalistimiz Çetin Altan... Hareketi öylesine kutluyor ki, inanılır gibi değil. Şimdi o günkü gazeteler olsa da ibretle okuyabilsek.
Aradan iki aydan fazla zaman geçiyor. Korktuklarımın hep si birer birer gerçekleşiyor. Tutuklananlar, öldürülenler birbirini izliyor. Tahammül edilemez bir balyoz, Türkiye’deki ilerici kesimi ezmeye, yok etmeye hızla devam ediyor. O ünlü gazetelerin ünülü yazarları yavaş yavaş ağız değiştirmeye başlıyor. Ama ile başlayan tümcelerden geçilmiyor.
Ilık bir mayıs sonu. Oğuz, Turgay, Tevfik, ben, Zafer Meydanı’nından Selanik Caddesi’ne çıkan merdivenli yoldayız. Yandaki işyerlerinden birinin radyosunda öğle haberleri okunuyor. Spiker soğuk bir sesle, Sinan Cemgil, Kadir Manga, Alpaslan Özdoğan’ın Nurhak Dağları’nda jandarmayla

Yüreğimde kopan isyanı ve çığlığı bastıramıyorum ve uluorta ana avrat küfrediyorum. Ağlayamıyorum, ta akşam eve gelinceye kadar... Kapıdan girer girmez çığlık çığlığa bir ağıt içimi dağlıyor. Selda Bağcan televizyonda, ancak ağıt denebilecek bir türkü çığırıyor. Mahpusaneye güneş doğmuyor... Kendimi kanepeye atıp hüngür hüngür ağlıyorum. Ve o ağıt, bu yaşımda bile dinmek bilmiyor...