Salı, Kasım 13, 2007

Tarihi bir asparagas ve haritaya gömülen kül tablası...

Asparagas... Özellikle son yıllarda daha sık karşılaştığımız bir iletişim hastalığı... Kitle iletişim araçlarının çeşitlenmesi ve yaygınlaşması asparagasın da yaygınlaşması ve giderek sıradanlaşması sonucunu yarattı. Genellikle sosyal yaşamla ilgili alanda başvurulan asparagas haber, öylesine kanıksanıp kabullenildi ve öylesine masumlaştı ki, adeta magazin haberciliğinin olmazsa olmazı haline geldi. Eskiden asparagas sadece basın organlarında yer alırdı. Bunların en masumları da, hâlâ yapıldığı gibi, yabancı ajanslardan gelen ilginç fotoğrafların (özellikle de güzel kadın fotoğraflarının) altına, hiç ilgisi olmayan resim altları yazmaktı. Aramızda kalsın, 1962’de 3 ay çalıştığım Vatan Gazetesi’nde, Ethem Yazgan ve Ergin İnanç’la birlikte bu tür asparagas haberciliğini ben de yaptım. Bütün bunlar iyi de, TRT gibi bir kurumun asparagas haber yapmasına ne denilebilir? Üstelik de, dürüstlük, bağımsızlık, yansızlık ve nesnellik konularında büyük vaatlerde ve iddialarda bulunarak kuruluşunun daha birinci yılında!..

Her şey Kediseven Sokağı’ndaki bir iş hanında başladı

Yıl 1965... Mithatpaşa Caddesi’ndeki büyük binaya henüz taşınmadık. Ulus’ta Kediseven Sokağı’ndaki bir iş hanının dördüncü katında çalışıyoruz. Tam bir gecekondu kuruluş durumundayız. Kattaki odaların en büyüğünde Muammer Yaşar, Zeki Sözer, Erdoğan Tokatlı, Erdoğan Erentöz, Hüsamettin Ünsal, Altan Aşar, Ali İhsan Yazgan, Nurettin Yerdelen, Kemal Savcı ve şimdi anımsayamadığım birkaç arkadaş daha iç haberler bölümünü oluşturuyoruz. Haber Dairesi Başkanı Doğan Kasaroğlu’nun odası dışındakilerde de, Yurt Haberleri, Dış Haberler, Spor, Redaksiyon vb var. Yurt Haberleri’nde Basri Balcı, Dış Haberler’de Haluk Tuncalı ve Selahattin Sonat, Spor’da Kemal Deniz ve Mustafa Salihoğlu, Redaksiyon’da ise Jülide Gülizar, Ahmet Oktay ve Erdoğan Örtülü görevli. Ankara basınından seçilmiş elemanlar olarak değerlendiriliyoruz ve iyi ücret alıyoruz, keyfimiz yerinde...

Sovyetler Birliği ile buzlar erirken...

Aynı yıl Suat Hayri Ürgüplü’nün başbakanlığında kurulan ve mart ayında güvenoyu alan milli mutabakat hükümeti iş başında. Ağustos ayında Başbakan Suat Hayri Ürgüplü, bazı kabine üyeleri ve devlet temsilcileriyle birlikte Sovyetler Birliği’ne resmi bir ziyaret yapıyor. İki ülke arasındaki buzları eritmek amacıyla gerçekleştirilen ziyaret Moskova’da başlıyor ve Soçi’yi de içine alan geniş bir programla sürüyor. Nedenini anımsamıyorum, ama Başbakan Ürgüplü, SSCB seyahatinin en önemli konuşmasını Karadeniz kıyısındaki turistik kasaba Soçi’de yapacak. İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyada yeniden kurulmakta olan dengeler içinde Türkiye’nin alacağı yeri belirleme konusunda büyük önem taşıyan bu seyahat, yurt içinde de ilgiyle izleniyor. İzleniyor ama, iletişim araçlarının o günkü durumu düşünülürse bu izlemenin hangi düzeyde kaldığını da kestirmek güç olmaz. AA, AP, UP, AFP ve TASS ajanslarının bültenleri ve servisleri dışında SSCB’deki seyahatle ilgili gelişmeleri izlemek ve yurtiçine aktarmak mümkün değil. Onlardan gelen haberler de dünyanın Türkiye’ye verdiği önem düzeyinde... Durum böyle ama, yeni kurulan TRT Haber Merkezi’nin, yüklendiği büyük sorumluluğu ve görevi yerine getirebilmek için mutlaka bir şeyler yapması ve kendini kanıtlaması gerekmez mi?

Böyle olur bizde naklen yayın dediğin...

Seyahate, yanlış anımsamıyorsam, TRT adına Haber Dairesi Danışmanı Dr. Cemal Aygen’le birlikte Haber Dairesi Başkanı Doğan Kasaroğlu da katılıyor. Bizim için önemli olan, bu seyahati dakika dakika izlemek ve dinleyicilerimize, dolayısıyla kamuoyuna birinci ağızdan taze, ayrıntılı ve güvenilir haberler vermek ve Türk milletine haberciliğin ne olduğunu göstermek. Elimizdeki tek araç ise telefon ve teleks... Ancak, bırakın Sovyetler Birliği’ni, şehirlerarasıyla telefon konuşması yapabilmek için bile saatlerce beklememiz gerekiyor. Bütün bunlar bilindiği için önlemler önceden alınıyor. Seyahat başlamadan önce, Başbakan’ın Soçi’de yapacağı konuşma Başbakanlık’ta, dönemin harika cihazlarından Nagra teyple banda kaydediliyor. Sonra bandın gerçekçi olabilmesi için, Haber Merkezi’nin usta teknisyeni İbrahim Coşkun, konuşmanın üzerine kanal gürültüleri, cızırtılar, yer yer kalabalık efekti ve alkışlar vb bindiriyor. Hesaba göre bu bant, Suat Hayri Ürgüplü’nün Soçi’de yapacağı konuşma başladığında yayına verilecek ve TRT ilk kez yurtdışından naklen yayın gerçekleştirmiş olacak(!)

TRT’nin adı boşa mı komüniste çıktı?

Sovyetler Birliği gezisiyle birlikte Haber Merkezi’nde hummalı bir faaliyet başlıyor. Gezinin Soçi bölümü yaklaştıkça ise devinim artıyor. Haluk Tuncalı’ya Amerika’dan özel olarak getirtilen çok marifetli bir radyo var. Dünyadaki bütün yayınları, hatta zaman zaman amatör balıkçı radyolarının yayınlarını bile alıyor. Tuncalı radyoyu iç haberler salonundaki duvara dayalı bir masanın üzerinden izliyor. Masanın dayandığı duvarda da büyük bir dünya haritası var. Tuncalı’nın baş yardımcısı da Hüsamettin Ünsal (biz ona Hüsam diyoruz). Bu arada iste istemez Sovyetler Birliği haber kaynakları ve radyolarının da izlenmesi, bazı arkadaşlarımız arasında büyük rahatsızlık yaratıyor. Neden yaratmasın ki, TRT’nin adı zaten komüniste çıkmış, Meclise giren Türkiye İşçi Partili 15 komünist milletvekili vatanı satmaya başlamış, 61 anayasasının getirdiği ortamla komünizm yanlısı yayınlar almış başını gidiyor, bir önceki kabinede İçişleri Bakanlığı yapan zehir hafiye Faruk Sükan, komünistlerin nefes alışlarını dinlemekten yeni vazgeçmiş... Bütün bunların üstüne bir de Başbakan’ın o komünist ülkeyi ziyaret etmesi, cümle milliyetçiyi ayağa kaldırmış durumda. Bunlardan biri de Haber Merkezi’ndeki arkadaşımız Hekimhanlı Ali İhsan Yazgan... Ali İhsan ilk seçimlerde milletvekili olmaya hazırlanıyor. Bu nedenle de özellikle Hekimhan ve çevresinden dostları hiç eksik olmuyor. Muhafazakar ve biraz saf bir arkadaşımız. Bu yüzden de sık sık işletiyoruz. Öğrenince çok öfkelenip hepimize küsüyor ama ertesi gün yine herkesle dost ve içten...

“Kesin şu komünistlerin sesini!..”

Ne hikmettir bilinmez, ben de TİP sempatizanı olduğum ve bu da açık açık bilindiği halde, Ali İhsan benimle çok rahat konuşuyor ve sürekli Hüsam’dan dert yanıyor. Her seferinde, “Şahinim, ben seni bilmez miyim, sen bunlar gibi azılı komünist değilsin... Ama şu Hüsamettin yok mu... Bir de bu seyahati fırsat bildi komünist radyolarını kaçırmaz oldu, üstelik de bunu aleni yapıyor utanmadan. Mecbur muyuz kardeşim sabahtan akşama kadar komünistleri dinlemeye” diyor. Onun bu davranışından, bana komünistliği yakıştıramadığı için alınmalı mıyım bilmiyorum.

Başbakan Ürgüplü’nün Soçi’ye geçtiği haberini alıyoruz. Haluk Tuncalı radyosunun başında, Hüsam da yanında. Radyodan çıkan Rusça ve İngilizce karışık sesler salonu iyice dolduruyor. Teknisyenimiz İbrahim Coşkun da bizimle. Soçi haberi alınır alınmaz Radyoevini arayacak ve önceden hazırlanan özel konuşma bandının yayına girmesi talimatını verecek. Tam bu sırada Ali İhsan’in öfkeden titreyen sesi patlıyor: “Kesin şu komünistlerin sesini, yetti artık be!..” Sesin muhatabı tabii Hüsam ama bu uyarıya aldırmıyor, hatta duymuyor bile. Tuncalı’yla birlikte kritik anı belirlemek için komünistleri dikkatle dinlemeye devam ediyor. Tam Başbakan Ürgüplü’yü ve Sovyetler Birliği Başbakanı Kruçef’in Soçi’de karşılandıkları ve Ürgüplü’nün konuşmaya başladığı haberini verirken Ali İhsan’ın biraz da galiz ifadeler taşıyan öfkeli sesi bir kez daha patlıyor ve peşinden masasındaki Hacıbektaş taşından kül tablası havaya fırlıyor. Hedef Hüsam’ın kafası. Kül tablası havada uçuyor ve Hüsam’ın kafasını sıyırarak duvardaki haritaya gömülüyor. Herkes şaşırmış durumda, ortalık buz kesiyor. Ve tam bu sırada Muammer Yaşar’ın yanındaki radyodan hat cızırtıları ve gürültüleri arasından Başbakan Suat Hayri Ürgüplü’nün sesi duyulmaya başlıyor. “Sayın Başbakan, değerli Soçi Belediye Başkanı ve sevgili Soçililer...”

Perşembe, Eylül 13, 2007

Küçük Dünyalar

Küçük de olsa bir iz bırakabilmek...

On yıl kadar oluyor... Oğlum Can, eve gelmemi bekliyormuş; daha kapıdan girer girmez,

“Bugün n’oldu baba biliyor musun, inanmayacaksın Metin Hoca derste bana Şahin diye hitabetti” dedi ve olayı anlattı. O dönemde Can Mimar Sinan Üniversitesi Sinema Televizyon Fakültesi'nde okuyor. Hocalarından biri de Metin Erksan. Erksan derste öğrencilere soru sorarken sıra Can’a geliyor ve ona benim adımla hitap ediyor. Hem Can hem de arkadaşları şaşırıp kalıyorlar. Can, Şahin Tekgündüz’ün babası olduğunu söyleyince Erksan, “Pekiyi de ben bu ismi nerden hatırlıyorum?” diye soruyor. Bunun üzerine Can geçmişte benim Metin Erksan’la yaşadığım olayı bildiği için bir açıklama yapma gereği duyuyor. Metin Erksan da olayı ve beni hatırladığını söylüyor.

Yıl 1964... 1959 yılında üniversiteli arkadaşlarımızla kurduğumuz Sinema Tiyatro Derneği ve onun yayın organı Sinema Tiyatro Dergisi üç yıl önce kapanmış, kimi arkadaşlarımız okulunu bitirip iş yaşamına atılmış, kimisi Ankara’dan ayrılmış, ama içimizdeki sinema tutkusu sönmemiş. Hâlâ yaşantımıza anlam katan iki temel konu var. Sinemayla yatıyor, tiyatroyla kalkıyoruz...
TRT haber merkezindeki ilk aylarım... Turgut Özakman, Metin And, Özdemir Nutku, Ergun Sav, Nihat Asyalı sık sık bir araya gelip yeni bir dergi çıkarmanın, sonuç vermeyen hazırlıklarını yapıyoruz. Nihat Danıştay’da raportör... Tam o günlerde, gazetelerden, Birsel Film’in bir senaryo yarışması açtığını öğreniyoruz. Yarışmayı kazanan senaryo, Metin Erksan tarafından filme çekilecek. Yarışmanın en çekici ve inandırıcı yanı ise seçici kurulu... Kimler yok ki... Metin Erksan, Semih Tuğrul, Nijat Özön, Giovanni Scagnomillo, Tuncan Okan, Özdemir Birsel ve yanlış anımsamıyorsam, Mahmut Tali Öngören...

Küçük dünyamızdan küçük dünyalara...

Yarışma bize, yarıda kalan tutkumuzun tatmini için bir fırsat gibi geliyor ve Nihat Asyalı ile katılmaya karar veriyoruz. Her ikimiz de gündüz işe gidip akşam bizim evde bir araya geliyoruz ve sabahlara kadar daktilonun başında, bir yandan Çubuk Şarabı çekip, bir yandan da bağıra çağıra tartışarak senaryo yazmaya devam ediyoruz. Kızım Elif daha bir yaşını doldurmamış. Karımın tüm yakınmalarına ve haklı huysuzluklarına rağmen bir buçuk ay süren çalışma sonunda senaryo çıkıyor ortaya. Adı Küçük Dünyalar... Temel izlek, bir yıl önce Birleşik Amerika ile Sovyetler Birliği arasında patlak veren ve Üçüncü Dünya Savaşı’nın çıkmasına ramak kala sona erdirilen Küba krizi...

Senaryoda, Küba krizi ile birlikte değişik kesimlerden insanların yaşadığı güncel krizler paralel kurgular halinde anlatılıyor ve yağmurlu bir Ankara gecesinde hepsi de doruk noktalarında iken, birer birer sona eriyor. Birleşik Amerika’nın batırma tehdidi altındaki Sovyetler Birliği donanması füze başlıklarını Küba’ya taslim edemeden, geri dönme kararı alıyor; spekülatör Asım Bey, bu kriz yüzünden kaybetmek üzere olduğu dolarlarını kurtarıyor; kızı Nergis evlenmek zorunda bırakıldığı bankacı sözlüsünden kurtuluyor; ikizi Hayrünisa ile kavga ettiği için evini terkeden yaşlı Fahrünisa, ailenin ümidi kestiği bir anda eve dönüyor; işçi Ali’nin karısı zorlu bir doğum sonucu ölümden dönerek bir erkek çocuk sahibi oluyor ve genç gazeteci Şahap sevgilisi Bilge’yle nihayet bir araya gelip aşkını ilan ediyor. Ve, Ankara’nın Hamamönü semtindeki yağmurdan ıslanmış Eylül Sokağı’nı sabahın ilk ışıkları aydınlatmaya başlarken küçük küçük dünyalardan oluşan yeni bir hayat başlıyor.

İnandırıcı bir yarışma

Senaryoyu İstanbul’a Birsel Film’e göndermeden önce Ankara’da, o dönemde Türk ve dünya sineması konusunda yetkin bir isim olan Nijat Özön’e veriyorum. Onu, Sinema Tiyatro Derneği etkinliklerimiz ve Sinema Tiyatro Dergimize yazdığı yazılar nedeniyle yakından tanıyorum. Özön senaryoyu okuduktan sonra birkaç ayrıntı dışında olağanüstü iyi ve ustaca bulduğunu, özellikle paralel anlatımlarda çok başarılı olduğumuzu söylüyor. Ondan da aldığımız cesaretle Küçük Dünyalar’ı özenli bir şekilde daktilo adip ciltledikten sonra Birsel Film’e gönderiyoruz.

Yaptığımız işe öylesine güveniyoruz ki, yarışma sonuçlanmadan, dayanamayıp İstanbul’a gidiyorum ve seçici kurul üyelerini bir bir ziyaret edip görüşlerini alıyorum. Semih Tuğrul, senaryoyu okuduğunu ve çok beğendiğini, gelen öteki senaryolara senaryo demenin mümkün olmadığını söylüyor ve çizgili okul defterlerine kurşun kalemle yazılmış birkaç hikayeyi gösteriyor. Tuncan Okan ve Giovanni Scagnomillo da benzer şeyler söylüyor ve son kararı filmi çekecek olan Metin Erksan’ın vereceğini belirtiyor. Tuncan Okan, Metin Erksan’la mutlaka görüşmem gerektiğini söylüyor ve hatta bana randevu bile alıyor.

Ertesi gün Metin Erksan’ın Yeşilçam’daki işyerindeyim. Yüksek tavanlı binanın kocaman kapısından ürkek adımlarla geçip, geniş bir salona giriyorum. Ortada tripot üzerindeki Arriflex bir kamera, meydan okurcasına bana bakıyor. Kameranın arkasındaki masada ise mini etekli, bol makyajlı, genç bir sekreter hanım... Çekinerek yaklaşıyorum ve Metin Erksan’la görüşmeye geldiğimi söylüyorum. Sekreterin haber vermesiyle, açık duran kapıdan biraz alaycı biraz öfkeli bir ses yükseliyor. “Gelsin gelsin bakalım Şahin Bey!..”

Ve Metin Erksan...

Metin Erksan’ı, gazete ve dergilerdeki fotoğrafları dışında ilk kez görüyorum. Kısa kesilmiş saçları, antik Yunan heykellerindeki delikanlılar gibi alnına düşürülmüş, küçük dağları ben yarattım edasıyla, ayağa bile kalkmadan, elimi bile sıkmadan, masasının önündeki deri koltuğu gösterip oturmamı istiyor. Peşinden de, yüzündeki alaycı ve küçümser ifadeye aldırış etmeksizin, hoşgeldin bile demeden, açık kapıdan görünen Arriflex kamerayı işaret edip,

“Bak delikanlı Arriflex orada. Sana veriyorum, al götür, oldu olacak, yazdığın senaryonun filmini de çekiver” diyor. Övgü beklerken, hiç ummadığım bir durumla karşılaşmanın şaşkınlığını kolay kolay atamıyorum üzerimden. Sonra Metin Erksan’la, benim aşağıdan aldığım bir tartışmaya giriyoruz. O, bizim haddimiz olmadan yazdığımızın çekim senaryosu olduğunu ve yönetmene yapacak hiçbir şey bırakmadığını söylüyor. Bense, senaryoyu bu ayrıntıda yazmamızın nedeninin, birebir çekimi öngörmek değil, anlatmak ve duyurmak istediklerimizi yönetmene aktarabilmek olduğunu söylemeye çalışıyorum. Bir türlü anlaşamıyoruz, sonunda Erksan, masasındaki bir dosyayı bana uzatıp,

“İşte bak, senaryo böyle yazılır Şahin Bey kardeşim” diyor. Dosyada, daktiloyla yazılmış 50-60 sayfalık bir tretman var ve Yılmaz Kuzguncuk imzasını taşıyor. Göz ucuyla bazı başlıkları okuyorum. Belgrad Ormanları’nda yaşanan bir aşk ve cinayet öyküsünü anlatıyor. Erksan daha sonra bizim yazdığımız senaryonun gişe yapmayacağını ve hiçbir yapımcının da böyle bir film için para harcamayı göze almayacağını anlatıyor ve bana nasihatte bulunuyor.

“Şahin Bey, emek verip yazmışınız, elinize sağlık ama, yazık etmişsiniz kardeşim. Yeşilçam’da işler böyle dönmüyor, ben sizi bir film setine göndereyim de sinema nasıl yapılır, gözlerinizle görün. Aslında bizim sizin gibi kabiliyetli gençlere ihtiyacımız çok ama, sinema gerçeğini anlamalısınız, ayaklarınız yer tutmalı kardeşim” diyor. Sonra da bir yerlere telefon edip, Arnavutköy’de çekilmekte olan Galatalı Fatma adlı filmin setine alınmamı sağlıyor.

Yeşilçam’la burun buruna

Soğuk bir kış günü, akşam üzeri saat beş suları. Binbir güçlükle bulduğum Arnavutköy’deki döküntü konağın girişinde, Semih Evin’in sahildeki kahvede olduğunu, ona gitmem gerektiğini söylüyorlar. Erol Taş’la sıkı bir tavla partisinde buluyorum Semih Evin’i ve kendimi tanıtıyorum. Çayımı yudumlarken, tavla partisinin bitmesini bekliyorum. Erol Taş partiyi kaybedip çay paralarını ödüyor. Birlikte harabe konağa çıkıyoruz. Beni bir odaya alıyorlar. Dışarının soğuğuna inat, cehennem gibi sıcak bir oda. Sacları kızarmış kocaman bir soba. Sobanın yanındaki koltukta Fatma Girik oturuyor. Mini eteği bacaklarının birleştiği yere kadar kısa. Makyaj yapılıyor. Karşısındaki divanda Mualla Sürer, Yeşilçam filmlerinden aşina olduğum birileriyle pişti oynuyor. Bana da sobanın yakınında bir sandalye veriyorlar. Bir oradaki varlığımı kendime bile izah edememekten duyduğum anlatılmaz sıkıntı, bir yandan çekingenliğimden üzerimden çıkaramadığım paltom, bir yandan odanın cehennemi sıcaklığı, bir yandan da Fatma Girik’in, gözlerimi kaçırmama rağmen bakmamayı başaramadığım çıplak bacakları... Kısa sürede kan ter içinde kalıyorum.

Neyse ki bu ziyafet ve işkence çok sürmüyor. Ahı gitmiş vahı kalmış konağın gıcırdayan merdivenlerinden üst kattaki sete çıkıyoruz. Çekim başlıyor. Sonradan yönetmen yardımcısı olduğunu öğrendiğim bir delikanlı, elinde karalanıp çiziktirilmekten okunamaz hale gelmiş kağıtlarla ortalıkta dolaşıyor ve yönetmen sordukça onlara bakıp bir şeyler söylüyor. Sonra da Semih Evin oyunculara ve kameramana talimatlar vermeye başlıyor. Mualla Sürer elindeki gemici fenerini konağın penceresinden sallayarak, boğazdan geçen bir tekneye işaret veriyor. Ben derme çatma imkanlarla ve ve rastgele çekildiğine inandığım bu planın en az birkaç kez tekrarlanmasını bekliyorum, ama ne mümkün. Derhal bir başka plana geçiliyor ve yanlış anımsamıyorsam, Fatma Girik saklandığı yerden, Sürer”in bu hareketini görüyor ve birilerine haber vermek için oradan uzaklaşmaya çalışıyor. O plan da bir seferde çekiliveriyor. Her şey mükemmel... Gecenin bir saatinde bu gecekondu film setinden, Yeşilçam gerçeğini bir kez daha anlamış olarak düş kırıklığı içinde ayrılıyorum.

Bedrettin Cömert diye biri vardı...

Aylar geçiyor, İstanbul’dan hiçbir ses çıkmıyor. Metin Erksan, Yılmaz Kuzguncuk’a ait o senaryonun filmini yapıyor mu, yapmıyor mu anımsamıyorum. Gel zaman git zaman, yıllar yıllar sonra, 1978’de, Hasan Hüseyin sayesinde yakın dostluğunu kazandığım Bedrettin Cömert’e Küçük Dünyalar’dan söz ediyorum. Senaryoyu okuyor ve çok beğeniyor. Senaryonun evrensel bir temayı işlediğini ve çok başarılı olduğunu söylüyor. İtalya sanat çevreleri ile sürmekte olan ilişkileri var. Cinecitta’nın bu senaryoyu mutlaka filme dönüştüreceğini söylüyor ve İtalyanca’ya çevirmesi için sevgili eşi Maria Augusto’ya veriyor. Fakat heyhat... Birkaç ay sonra Bedrettin, ayak tırnağının kiri bile olamayacak birtakım yaratıklar tarafından katlediliyor ve senaryonun bendeki son kopyası onda kalıyor.



1980’li yılların ortaları. Bir vesileyle, sevgili dostum Mimar Sinan Üniversitesi Sinema Televizyon Fakültesi Dekanı Profesör Sami Şekeroğlu’nun odasındayım. Metin Erksan da var. Ben geçmişte yaşadığımız olayı anlatıyorum. Hatırlıyor, “Biliyor musunuz, o senaryoyu hâlâ saklıyorum. Ondan film yapmamız mümkün değildi, çünkü Özdemir’i de beni de batırırdı, ama iyi bir senaryoydu” diyor. Bende bir tek kopyasının kalmadığını, bir fotokopisini çektirmek için alıp alamayacağımı soruyorum. Evini yeni taşıdığı için kitap sandıklarını daha açamadığını, bulmasının çok güç olduğunu ve ilerde bulabilirse memnuniyetle verebileceğini söylüyor. Fakat ne ben onu arayıp soruyorum ne de o beni... Küçük dünyalarımızda yaşamaya devam edip gidiyoruz.

Pazartesi, Temmuz 02, 2007

Fotoğrafçılık yıllarım

Karton kutuyla fotoğraf

Fotoğraf merakım ilkokul yıllarında başladı. Babam, gözü gibi koruduğu Zeiss Ikon marka kutu fotoğraf makinesini köşe bucak sakladığı için ben, karton kutulardan fotoğraf makinesi yapmaya kalkışmıştım. O yıllarda ilkokullarda fizik dersi yoktu ama, kapalı bir kutunun önünde açılan toplu iğnenin başı büyüklüğündeki bir deliğin görüntüyü kutunun arka duvarına ters olarak yansıttığını, fotoğraf makinesinin de bu fizik kuralından yararlanılarak geliştirildiğini biliyordum. Kasabanın, bir barakada çalışan tek fotoğrafçısından yalvar yakar alarak gazoz şişelerine koydurduğum fotoğraf ilaçları ve dışı siyah içi kalaylı kağıtlara sarılı fotoğraf kartlarıyla kız kardeşimin fotoğraflarını çekmeye çalışırdım. Başarılı da oldum. Babam, o bulanık fotoğrafları alıp arkadaşlarına göstererek benimle öğünmüştü.

Zeiss Ikon benim oldu...

İlkokul bitinceye kadar, başöğretmenin yeğeni Yılmaz’ın körüklü makinesiyle fotoğraf çekerek avundum. İlkokulu bitirip Nevşehir’de ortaokula başlayınca da o efsane Zeiss Ikon makine benim olmuştu. Film, kart ve ilaç paralarını babamdan isteyebilecek durumda olmadığım için, hep okuldaki arkadaşlarımın fotoğraflarını çekiyor ve onlardan para alıyordum. Çektiğim fotoğrafları karta basabilmek için Rüstem Esensoy adındaki Kırşehirli sınıf arkadaşımla, tahtadan bir kutu yapmış ve içine de 40 vatlık Osram marka bir ampul yerleştirmiştik. Adını Osman koyduğumuz tahta kutunun üzerinde 9x12 cm boyutunda şase görevi gören, cam takılmış bir delik vardı. Camın üzerine negatif filmi ve fotoğraf kartını, onların üzerine de, filmle kart arasındaki boşluğu gidermesi için ağırlık olarak üç beş kitap koyuyor ve Osram ampulü belli bir süre yakarak pozlandırma işlemini yapıyorduk. Akşamları ve hafta sonları en çok zevk aldığımız uğraş fotoğraf tab etmek idi. Ne yazık ki o günlerle ilgili hiçbir görüntü yok elimde. Kimlerin fotoğraflarını çekmemiştim ki...

Niğde’deki yatılı lise yıllarım fotoğraftan çok resimle dolu dolu geçti. Hemen bütün hocalarımın gönlünü resim yaparak fethettim. Daha öceki bir anımda da yazdığım gibi, beden eğitiminden bile, öğretmen 19 Mayıs hareketlerinin anatomik resimlerini çizdirdiği için derslere girmeden sınıf geçtim.

Fotoğraf bir tutkudur...

Yıllar sonra Ankara’da gazetecilik dönemim beni yeniden fotoğrafla buluşturdu. TRT Haber Merkezi’nde çalışırken fotoğraf aşkım depreşti ve dönemin ünlü gazetecilerinden Selahattin Sonat’ın Kore savaşlarında kullandığı, ahı gitmiş vahı kalmış Ricohflex marka makineyi satın aldım. İşe, bir yaşındaki kızımın fotoğraflarını çekerek başladım. Bu fotoğraflar çevrede çok sükse yapınca tanıdıklar ve aile dostları çocuklarının fotoğrafını çektirmeye başladılar. Derken, karımın bütün itirazlarına rağmen evin bir odası karanlık odaya dönüşüverdi.

O oda, kısa sürede bana bir mabet gibi gelmeye başladı. İçeri girip kapıyı kapattığımda başka bir dünyada buluyordum kendimi. Fotoğrafın bir tutku, insanı baştan çıkaran bir duygu seli olduğunu o odada keşfettim. Karanlık odanın kimilerine hiç de hoş gelmeyen o gizemli kokusu, daha kapıyı açar açmaz beni içine alır, dış dünyadan koparır ve kırmızı yağlı kâğıtla sarılmış ampulden sızan kırmızı karanlığın yarattığı iç gıcıklayıcı ortamla birlikte, biraz sonra başlayacak tutkulu sevişmeyi müjdelerdi sanki...

Aslında, daha negatif filmi kutusundan çıkarırken genzimi yakmaya ve başımı döndürmeye başlar, bromürün ve gümüş nitratın yanık kokusu. Anında güçlü bir fotoğraf duygusuna dönüşen o kokuyu, yalnız benim duyduğumu düşünürüm. O sırada yanımda kim olursa olsun, fotoğrafla tanışmamış, kendini onun gizemine kaptırmamışsa, bu koku burnuna uğramaz, derisindeki gözeneklerden girip bütün bedenini sarmalamaz ve bilincini esir almaz.

Makineyi yeni bir poz için kurarken, filmin sarılı olduğu makaranın çıkardığı ses fotoğraf serüveninin başladığını haber verir, deklanşörün mekanik sesi ise, hiçbir dahinin beceremeyeceği o ilahi müziği yaratırdı kulaklarımda. Karanlık odada yeniden yaratılıp vücut bulacak olan varlık, fotoğraf makinesinin minik karanlık odasında özüne indirgenmiş ve bromürle gümüş nitratın moleküllerine sığınmıştır.

Karanlık odada ayin...

Serüven, karanlık odanın kırmızı karanlığında devam eder. Hemen hepsinin adı Fransızca’dan gelen karanlık oda avadanlığı ve işleri sırayla hizmete girer. Filmi, önce küvette ya da tankta banyo eder, fönle kurutur, agrandizörün şasesine takar, negatif görüntüyü marjöre yerleştirdiğiniz fotoğraf kartına yansıtırsınız. Bu defa kartın yüzeyindeki bromür ve gümüş nitrat molekülleri emer görüntüyü; birazdan, küvette sakin sakin duran kirli sarı renkteki, metol, sodyum sülfit, hidrokinon, sodyum karbonat ve potasyum bromür gibi kimyasallardan oluşan eriyikte sırrını açıklamak için. Fotoğrafın, o eşsiz duyguyu doruğa çıkaran sessiz ayini başlamıştır. Küvetteki yüzeyinde kırmızı ampulün görüntüsü dalgalanan birinci banyoya, agrandizörde negatif görüntüyü emmiş olan fotoğraf kartını dikkatle daldırır, hafif hafif dalgalandırmaya başlarsınız. Ayinin en keyifli ve en heyecanlı aşamasıdır. Bir genç kız portresidir örneğin fotoğraf kartına yansıyan görüntü. Önce göz bebekleri, kaşlar ve saçlar belirlemeye başlar. O, gözlerinizin içine bakarak gittikçe koyulaşan göz bebeklerini dudaklar ve yüzün bir yanına düşmüş Rembrandt gölgesi tamamlar. Daha sonra dudakların uçlarındaki küçük kıvrımlar, gözleri derinleştiren hafif gölgeler ve yüzü çevçeveleyen çizgiler oluşur. Fotoğraf doğmuştur.

Profesyonellik ve portre fotoğrafçılığı

Kısa sürede işi büyütmüş, portre çekmeye başlamıştım. Konservatuvar öğrencileri baş müşterilerimdi. Genellikle cumartesi ya da pazar günü randevuyla gelirlerdi. Onları salondaki beyaz duvarın önüne alır, yüzlerini bir yandan pencereden gelen gün ışığı bir yandan da karımın tuttuğu içi aynalı 500 vatlık ampullerle aydınlatır, yüzlerdeki gölgeleri iyice yumuşatır ve kontrastı azaltırdım. Sonra da bu yumuşak tonlu negatifleri 30x40 ya da 50x60 cm boyutunda, resim kâğıdına benzeyen hafif tonlu ve grenli fotoğraf kartlarına basarken bir işlem daha yapar, portrenin çevresini maskeleyerek yok ederdim. Sonuçta fotoğraf adeta kara kalemle yapılmış resimden farksız hale gelirdi. Çoğu kimseyi, bunların fotoğraf olduğuna inandırmakta zorlanırdım. O dönem konservatuvar öğrencisi olan Cihan Ünal, Rüştü Asyalı, Atilla Olgaç, Ayşegül Atik (kızlık soyadı Arsoy’du) anımsadıklarımdan birkaçı. Daha sonra, fuayelerde kullanılmak üzere fotoğraf çektirmek isteyen, Devlet Tiyatrosu, Meydan Sahnesi ve AST’ın ünlü sanatçılarından da portre müşterilerim arasına katılanlar oldu. Sema ve Nihat Aybars, Mediha ve Çetin Köroğlu, Turgut Sarıgöl, İlyas Avcı yine anımsadıklarım arasında... Ama ne yazık ki elimde onlarla ilgili bir tek fotoğraf bile yok.

Rembrandt ışığı

Gel zaman git zaman 1969 başında TRT’den ayrılıp Odak Reklam’ı kurunca gönlümce fotoğraf çekmeye başladım. Altı ay kadar sonra bize katılan Oğuz Tığlı da fotoğraf konusunda en önemli desteğim oldu. İşi tiyatro sahnelerinden fotoğraf çekimine kadar geliştirmiştik. O günlerde Cumhuriyet Gazetesi’nin Ankara bürosunda çalışan Fikret Otyam’ın fotoğraflarına hayrandım. Bir gün onu Odak Reklam’a davet ettim. Beni kırmadı ve geldi. Duvarlarda asılı portreleri dikkatle inceledi. Karakalem tarzındaki fotoğrafları eliyle yoklayıp gerçekten fotoğraf olup olmadıklarını kontrol etti ve çok şaşırdığını söyledi. Sonra da hiç unutmuyorum, Ayşegül Atik’in portresinin önünde durup uzun uzun baktıktan sonra,

“Ulan puşt, bu Rembrandt ışığını nereden öğrendin sen?” dedi. O “puşt” sözcüğü onun dilinde müthiş bir iltifattı. Fotoğrafları çektiğimiz makinelere baktı,

“Oğlum siz bu işi bitirmişsiniz; bu makinelerle bu foturafları (o, fotoğraf demezdi) nasıl çektiniz lan? Gel benimle, sana harika bir makine vereyim de, daha iyi foturaflar çek” dedi. Birlikte Cumhuriyet bürosuna gittik. O gün, Rolleicord marka özel üretim fotoğraf makinesini, bana bir ödül verircesine, 150 liraya sattı. Verdiği bilgiye göre makine, Zeiss tarafından özel olarak üretilen 100 objektiften birini taşıyordu. Onunla, daha yumuşak tonlu, daha derinlikli ve daha güzel portreler çekmeye başladım. İlginçtir, Nurhak Dağları’nda katledilen Sinan Cemgil, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın portrelerini de o makineyle çekmiştim.

Otyam sonradan makineyi bana sattığına pişman olmuştu; daha yüksek fiyata geri almak istediğini söyledi ve uzun süre de ısrar etti ama, vermedim. Sonraki yıllarda karşılaştıkça bu anımı anlatırım ve gülüşürüz. Hey gidi günler hey...

Şimdi, o gün onun alkışladığı Ayşegül Atik portresine neler vermezdim ki, işte bizim geçmişe verdiğimiz değer!

Perşembe, Mayıs 03, 2007

Bir yumurta filmi...

Sıcak bir itiraf

Parajanslı yıllarda bir gün dönemin ünlü sigorta şirketlerinden Emek Sigorta’nın Genel Müdürü Mehmet Seven’le yine dönemin ünlü restoranlarından Nişantaşı Ziya’da yemekteydik. Birlikte çalışmaya başlayalı bir yıla yaklaşmıştı. Yurtdışında öğrenim görmüş ve yine yurtdışında yıllarca sigortacılık yapmış Genel Müdür, Ziya’nın ünlü mayonezli levreği ile yudumladığımız buz gibi beyaz şarabın duvarları saydamlaştırdığı bir sırada,

“Şahin Bey, bir gerçeği itiraf etmek istiyorum. Ben yakın zamana kadar reklamcılığı pek önemsemez ve kolay sanırdım. Ama şu sizinle çalıştığım sürede bu kanaatim tümüyle değişti. İşiniz gerçekten çok zor. Hem bizi, hem bizim müşterilerimizi tanıyacaksınız, hem bizim neler istediğimizi, neleri ise istemememiz gerektiğini kestireceksiniz ve bizi buna inandıracaksınız, hem bizim ve patronumuzun kaprislerine katlanacaksınız, hem de bizim amaçlarımızı gerçekleştirecek şeyler yapacaksınız. Zor, çok zor... Biz hep kendimizi dünyanın merkezi zannederiz. Açık söylüyorum, asıl zor olan da bizim bu yanımıza tahammül edebilmeniz” deyiverdi.

Bu itiraftan sonra Mehmet Seven ilişkilerimiz öylesine verimli ve öylesine sağlıklı gelişti ki, sanıyorum dönemin en etkili sigorta şirketi iletişimini gerçekleştirdik. İtiraf etmeliyim ki, birlikte çalıştığımız bu dönemde Mehmet Seven’in sözünü ettiği zorlukları kahrolurcasına birebir yaşadım, ama bir yandan da meslek yaşamımın en verimli ve en öğretici döneminden geçtim. Seven ve ekibinden sigortacılığın inceliklerini, patronu Erol Aksoy’dan marka konumlandırmada “agresiv” ve rekabetçi tavrı, yaşayarak öğrendim.

Bir sigortacılık okulu

O dönemde Emek Sigorta, adeta bir sigortacılık okulu. Bugünkü ünlü sigortacıların önemli bir bölümü o günlerde Emek Sigorta’da çalışıyordu. Kimler yoktu ki o ekipte... Yıllarca Commercial Union’un Genel Müdürlüğünü üstlenen ve halen Axa Oyak’ın Genel Müdürü olan Cemal Ererdi, Emek Sigorta’dan sonra uzun süre Güneş Hayat Sigorta Genel Müdürlüğü yapan İhsan Karagöz, Ege Baltıca Sigorta Genel Müdürlüğü’nden sonra bir süre de Ankara Sigorta’nın Genel Müdürlüğü’nü yürüten ve şimdilerde AON RE Türkiye’nin Yönetim Kurulu Başkanı olan Servet Gürkan, Emek Sigorta’dan sonra Demir Hayat Sigorta, Sanko Sigorta ve Ak Sigorta Genel Müdürlüklerinde bulunan ve halen kendi firmasında danışmanlık yapan Vahdet Tulun, Emek Hayat Sigorta’dan sonra Doğan Hayat Sigorta’da Genel Müdürlük yapan ve Vahdet Tulun gibi kendi danışmanlık şirketini kuran Mehmet Muratoğlu, Özkan Kaymak, Haçik Copikoğlu, Engin Güven ve daha kimler kimler...

Daha önce “Bütün ölçütleri eksi birle çarpmak” başlıklı anımda da anlattığım gibi, Emek Sigorta’yla, 1988 başında, şirketin sahbi Erol Aksoy’un isteği üzerine çalışmaya başlamıştık.

Türkiye Şoförler ve Otomobilciler Federasyonu’na bağlı ve o güne kadar hiçbir varlık gösterememiş olan Emek Sigorta’yı birkaç ay önce Erol Aksoy satın almıştı. Aksoy basına yaptığı açıklamalarda, Türkiye’de sigortaclığın bilinmediğini ve bu şirketle ülkeye gerçek alamda sigortacılığı getireceğini iddia ediyordu. Yine basın haberlerinden güçlü ve iddialı bir kadro oluşturduğunu ve yakında reklamlara da başlayacağını öğreniyorduk. O dönemde basın ve televizyonlarda yer alan Töbank kampanyamızdan çok etkilendiği için Genel Müdür Mehmet Seven’e bizimle çalışmak istediğini söylemiş, Mehmet Seven de 1987’nin son günlerinde beni arayarak Aksoy’un bu dileğini iletmişti.

Sigortacılıkta yeni bir kavram

Anlaşma hemen sağlandı ve işe başladık. Daha ilk bilgilendirme toplantısında Erol Aksoy, Türkiye’deki sigorta sektörünün gelişmemiş, donanımsız ve bilgisiz olduğunu iddia ederek, risk yönetiminden söz etti. Yeni şeyler duyuyorduk. Risk yönetimi kavramı sadece bizim için değil, sigorta sektörü için de çok yeniydi. Bu yöntem, poliçeyi düzenlemeden önce sigortaya esas oluşturan risklerin tüm ayrıntılarıyla değerlendirilmesi, risk oluşturmadığı halde risk gibi algılanan durumların poliçe dışında bırakılması, risk taşımıyormuş gibi görünmesine karşın ağır risk oluşturan durumların ise mutlaka policeye alınması anlamı taşıyordu. Ayrıca sigortalanmadan önce küçük dokunuşlarla ortadan kaldırılabilen riskler de vardı ve bunların poliçeye alınıp prim yükünü artırması önlenebiliyordu. Sonuçta risk-prim-teminat üçlüsünün tam anlamda optimizasyonu sağlanıyordu.

Kolları sıvayıp çalışmaya başladık. Altı ilandan oluşan bir “teaser”la üç açılış ilanı hazırladık. “Teaser”lar, risk yönetimiyle tanışmamış sigortacılık anlayışının yarattığı sonuçları sergiliyor ve bunlarla dalga geçiyordu. Temmuz ayında yayımladığımız “teaser”lar beklenmedik bir ilgi uyandırdı. İlanlarda kullandığımız ve Emek Sigorta’nın da kimliğinde yer alan çek işareti aynı zamanda İktisat Bankası’nın kimliğinin de bir parçası olduğu için, bankaya pek çok telefon gelmiş ve ilanlardaki sigorta sirketinin adı sorulmuştu.

Hem Erol Aksoy hem de şirketin üst yönetimi durumdan çok memnundu ama, ısrarlı uyarılarımıza karşın inanılmaz bir yanlışı yapmaktan da kendilerini alamadılar. “Teaser”lar temmuz boyunca yayımlanmış ve araya ağustos girmişti.

Ağustosta herkesin tatilde ve yazlıkta olacağı gerekçesiyle açılış ilanının eylüle bırakılması istendi ve öyle de oldu. Ne dersiniz, müşteri bizden daha iyisini bilir her zaman... Eylül başında “Risk Mühendisliği”, “Risk Haritası” ve “Risk Yönetimi” başlıklarını taşıyan açılış ilanlarını yayımladık. Sigorta sektörü gerçekten yeni bir kavramla ve yeni bir yöntemle karşılaşıyordu. Kısa bir süre sonra sigortacılar demeçlerinde, “Eee biz ne yapıyorduk ki sanki... Bizim yıllardır yaptığımız da risk yönetimiydi, ama adını koymamıştık...” demeye başladılar. Ama atı alan Üsküdar’ı geçmişti ve Emek Sigorta risk yönetimi kavramını sahiplenmiş hatta bir de marka altı sloganı haline getirmişti.

Yumurtanın inadı

Bu kampanyanın en ilginç gelişmesini, Erol Aksoy’un Fransa’dan satın aldığı bir televizyon kanalını Show TV adıyla yayına sokmasından sonra yaşadık. O döneme kadar basın ilanlarıyla yetinen Emek Sigorta için risk yönetmini anlatan bir tv reklam filmi yapmamız istendi. Risk yönetimi soyut bir kavramdı ve uzun uzun anlatılması gerekiyordu; oysa televizyonda kullanacağımız süre 30, bilemediniz 45 saniye idi. Uzun çalışmalardan sonra risk yönetimini bir metaforla anlatma yolunu seçtik ve baş rolü bir yumurtaya verdik. Yumurta büyük bir kırılma riski taşıyor, bu risk yönetilmediği için de, masadan ya da mutfak tezgahından yere düşen yumurta kırılıyor ve karşılanması olanaksız bir hasara uğruyordu. Oysa yumurtadaki risk yönetilebilir ve risk bütünüyle ortadan kalkabilirdi. Bunu da, düşmek üzere olan yumurtayı alıp bir yumurta kabına koyan Emek Sigorta’nın eli gerçekleştiriyordu.

Başlangıçta bu filmi çekmek bize çok kolay gelmişti. Hatta dönemin ünlü reklam filmi yönetmeni Cemal Karman bile böyle düşünüyordu ve bir günlük çekim süresi öngörmüştü. Oysa Reşit Paşa’daki İmaj platosunda çekime başlayınca yumurtanın ne meret bir oyuncu olduğunu kısa sürede anladık. Tüm çabalara karşın yumurtaya, eğik bir düzlemde aynı çizgide yuvarlanma hareketini yaptıramıyorduk ve o yalpalanarak dilediği gibi hareket ediyor, bir sağa bir sola. Uzun süren çabalardan ve birkaç kasa yumurtayı telef ettikten sonra bu kez yumurtayı katı şekilde pişirmeyi denedik, sonuç değişmedi. Kabuğunu delip içine alçı doldurduk, sonuç yine fiyaskoydu... Uzun mühendislik hesaplarından sonra yaratıcı set işçileri özel bir aparat yapmaya karar verdiler ve çekim ertesi güne bırakıldı.

Ertesi sabah çekime başladığımızda kameranın önüne, objektiften görünmeyen bir parça eklenmişti. Bu parça yumurtayı alttan kavrayor ve eğimli yüzeyde kamera hareketiyle birlikte yukarı doğru itiyordu. Sorun çözülmüş ve aslında yukarı doğru itilen yumurta sanki aşağı doğru yuvarlanıyormuş gibi filme alınmıştı. Ünlü film hileleri ustası Fransız George Melier’den sonra bir film hilesini de biz gerçekleştirmiştik.

1991’de yayımlanmaya başlayan film çok beğenildi. Ve dört-beş yıl boyunca, kısa aralar dışında televizyonlarda gösterildi ve adeta bir reklam klasiği haline geldi. Hatta Marketing Türkiye bu filmi, Türkiye’de medyada en uzun süre yer alan televizyon reklamı olarak haber de yapmıştı.

Pazartesi, Nisan 09, 2007

Danimarkalı Montör Şahin Usta...

Uzun bir aradan sonra anılarımı yazmaya yeniden başlıyorum. Bu sürede beni yazmaya özendiren ve destekleyen tüm okurlarıma ve dostlarıma sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Bu kez, hayata dönüşün armağanı olarak, yaşadığım günlerde beni çok mutlu eden bir anımı aktarıyorum.

1968’in son baharı. TRT yıllarım. Bir yandan TRT Haber Merkezi’nde çalışıyor, bir yandan da Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nun üçüncü sınıfına devam ediyorum. Merkezi sınav sistemiyle alınan öğrenciler dışında halen meslekte olanlar için de üç yıl üstüste yirmişer kişilik özel bir kontenjan tanınmış, açılan sınavı kazanarak üç yıl önce okula kayıt olmuştum. Özel izinli olarak hafta içi her gün 15.00’e kadar okula gidiyorum, daha sonra da 21.00’e kadar TRT’de çalışıyorum. Aslında okula da doğru dürüst devam ettiğim yok ya. Zamanı kitap okuyarak, fotoğraf çekerek ya da tanıdık yayınevlerine kitap kapağı yaparak geçiriyorum. Bazen de Forum’a gidip Hasan Hüseyin’e yardım ediyorum. Bu yüzden, benimle birlikte okula devam eden şefim Muammer Yaşar’dan da sık sık kibarca uyarılar alıyorum. O, aynı imkandan yararlanan diğer arkadaşlar gibi dersleri hiç kaçırmıyor.

Bir pazar günü TİP yöneticilerinden yakın dostum Yalçın Cerit geliyor eve. Sıkıntısı yüzünden okunuyor. O dönemde, Disk’e bağlı Yapı İş Sendikası’yla Ağaç İş Sendikası’nın birlikte kurduğu Yağaç Matbaası’nı yönetiyor. Matbaa, Danimarka İşçi Sendikaları üst örgütünün bu iki Türk sendikasına bağışladığı iki makineden oluşuyor. Bunlardan birisi yeni bir "Intertype", diğeri ise o dönemde dublex tabir edilen 1925 model bir baskı makinesi. "Intertype" çalışıyor ve çevredeki yayınevlerine dizgi hizmeti veriyor. Dublex makine ise üstü kâğıtlarla örtülü hareketsiz yatıyor.

Yalçın hoşbeşten sonra sıkıntısını açığa vuruyor. Matbaanın istediği gibi çalışmadığını, dubleks baskı makinesinin geldiğinden beri hiçbir işe yaramadan öylece yattığını, Ankara’da ve İstanbul’da ne kadar montör (matbaa makinesi onarımcılarına o dönemde montör denilirdi. Şimdi hâlâ öyle mi bilemiyorum) varsa gelip baktığını ama makineyi çalıştıramadıklarını söylüyor. Makineleri bağışlayan Danimarka’daki örgüte durumu bildirdiklerini, onların bir montör göndereceklerini, ama onun da beş altı aydan önce gelemiyeceğini söylüyor.

Bir yandan Parti yayınları bekliyor, bir yandan Kemal Çukurkavaklı sıkıştırıp duruyor, ne halt edeceğimi bilemiyorum” diyor. Kemal Bayram Çukurkavaklı, o dönemin tek sosyalist gazetesi Yeni Gün’ün patronu...

Dört yaşımda sünnet armağanı olarak önüme konulan ve kurulunca kafasını öne arkaya sallayarak seke seke yürüyen oyuncak ördeğin içini açıp da nasıl yürüdüğünü keşfetmeye çalıştığım ve babamdan büyük bir azar işittiğim günden beri mekanik konulara merakım ve yatkınlığım var. Bir yandan bu merakım, bir yandan Yalçın’a yardımcı olma isteği, bir yandan da TİP’li olmanın verdiği içgüdüyle, hiç tereddüt etmeden,

Şu makineye bir de ben bakıyım istersen” diyorum Yalçın’a. Yalçın umutsuz ve önemsemez bir tavırla,

Orda leş gibi yatıyor, işin gücün yoksa git biraz da sen oyna” diyor. Bedava bir oyuncak bulmanın sevinciyle ertesi sabah soluğu Yağaç Matbaası’nda alıyorum. Yalçın, Mehmet adında bir çocuğu çırak olarak veriyor yanıma. Önce üzerindeki bobin kâğıtlarını atıp makineyi keşfe çalışıyorum. Sinema-Tiyatro dergisini çıkardığım ve Akis’te çalıştığım dönemlerden makinenin bir eşini yakından tanıma fırsatı bulmuştum. Makine, yaklaşık 20 metre uzunluğunda, 2,5-3 metre yüksekliğinde bir demir yığını... Kurşun kalıplarla baskı yapıyor. Makinenin alt şasesinde bulunan kalıplarla, bobinden gelen kâğıdın önce bir yüzüne, sonra da kâğıt üst şaseden geçerken oradaki kalıpla da öbür yüzüne baskı yapıyor, merdaneler arasından ve konik bir düzenekten geçerek katlanan kâğıt kesiliyor ve gazete ya da dergi haline geliyor.

Bazı makul parçalarının dışında tır lastiği çapındaki dişlileri, kol kalınlığındaki bağlantı milleri ve genel müdür masası büyüklüğündeki şaseleriyle küçük bir lokomotife banzeyen 1925 model makineyi enine boyuna inceledikten sonra bir şey dikkatimi çekiyor. Makinenin parçaları, geldiği yerde sökülürken, aynı şekilde monte edilebilmesi için, bağlantı noktalarına harflerden ve rakamlardan oluşan işaretler çakılmış. Anlıyorum ki makine kurulurken bunlara hiç dikkat edilmemiş örneğin A/28 işareti bulunan mil, B/28’e, D/14 merdane yatağı B/14’e bağlanmış.

Tulumları giyip, çırağım Mehmet’in yardımıyla makineyi bir güzel söküyoruz. Sonra da bütün parçaları, konulan işaretlere göre yerli yerine dikkatle monte etmeye başlıyoruz. Yalçın da başımızda büyük bir keyifle bizi izliyor. Bu arada matbaaya gelip gidenler, makinenin hikayesini bildikleri için Yalçın’a beni gösterip, “yeni montör mü?” diye soruyorlar. O da büyük bir keyifle “Evet, Danimarka’dan beklediğimiz montör, makine yakında çalışacak” diyor. O yıllarda otuzlarında kumral bir genç olduğum için, tanıdıkların dışında herkes bu oyuna geliyor ve gerçekten Danimarkalı olduğuma inanıyor. Aralarında benimle çat pat İngilizce konuşmak isteyenler bile çıkıyor; ben büyük bir ciddiyetle, duymamış gibi davranıp işime devam ediyorum. İşin başında, her an bir parçasını kıracakmış gibi olmadık gürültülerle çalışan makine sakin sakin dönmeye başlıyor. Çok mutluyum, ünlü montörlerin sadece dikkatsizlikleri ve özensizlikleri nedeniyle başaramadıklarını başarmış olmanın kıvancını yaşıyorum. Hatta bu arada çevredeki matbaalardan teklifler bile aldığım oluyor.

Üç hafta kadar öğleden öncelerim okul yerine matbaada geçiyor. Öğleyin eve geldiğimde ise kendimi doğru banyoya atıyorum. Küvet makine yağı ve matbaa mürekebinden bir anda simsiyah oluyor. Kirden pastan arındıktan sonra da karnımı doyurup TRT’ye gidiyorum. Üçüncü haftanın sonunda makinenin montajı bitiyor ve prova baskıya geçiyorum. Haber çevrede hızla yayılıyor. İş yeri yakında olan Kemal Bayram Çukurkavaklı zaten başımdan eksik olmuyor. Bu arada TİP’li arkadaşların biri gidip beşi geliyor. Makinenin bir an önce çalışmasını ve Parti organı Proleter Gazetesi'nin burada basılmasını bekliyorlar.

Prova baskılar başarılı geçiyor, ancak bir sorunu bir türlü çözemiyorum. Kâğıdın iki ayrı yüzündeki baskı başlangıçta tam olarak üstüste çakışırken, baskı devam ettikçe kâğıdın akış yönünde birbirinden uzaklaşmaya başlıyor. Kâğıt akış ayarını ters yöne doğru düzeltiyorum, bu kez de baskılar o yönde kaymaya başlıyor. 300-400 saskıya kadar olan kayma, durumu kurtaracak düzeyde, ama kayma arttığı zaman, sayfaların katlamasında sorun yaratacak boyuta ulaşıyor. Bütün çabalarıma rağmen bu sorunu çözmeyi başaramıyorum. Yalçın çok tedirgin. Parti'den sıkıştırıldığını ve Proleter’in yeni sayısını burada basmak zorunda olduğumuzu söylüyor. Ben de büyük bir cesaretle, “basarız” diyorum.

Bir Cumartesi günü akşam üzerine doğru matbaa partililerle dolmaya başlıyor. Gelenler arasında kimler yok ki... O dönemde Parti’ye en büyük desteği sağlayanlardan üç doktor. Niyazi Tunga, Yavuz Erkoçak ve Leon Namer ilk gelenler arasında. Onların yanı sıra Parti genel merkez ve il yönetiminden görevliler, Proleter’in tam kadrosu, Ersin Salman, Aydın Aydemir, Kemal Çiftler, doğal olarak Kemal Bayram Çukurkavaklı ve şimdi anımsayamadığım daha pek çok kişi... Herkes Şahin Usta’nın gazeteyi başarıyla basmasını bekliyor. Bu arada gazetenin sayfaları hazırlanmış, baskıyı bekliyor. Ben, mağrur bir kumandan edasıyla makinenin başına geçiyorum. Çırağım Mehmet’le birlikte kalıpları yerleştiriyoruz ve ilk provalar basılıyor. Kayma sorunundan hiç söz etmiyorum. Bulduğum çözüm 300-400 kadar bastıktan sonra herhangi bir bahaneyle makineyi durdurmak ve ayarı değiştirdikten sonra yeniden yol vermek. Makine alkışlar arasında homurdanarak dönmeye başlıyor ve sortiden ilk Proleter’ler çıkmaya başlıyor.

Herkes eline bir gazete alıp dikkatle incelemeye başlıyor ve baskının gerçekliğine tanık olmanın mutluluğunu yaşıyor. Onların gözünde bir mucizeyi gerçekleştirmiş kahraman durumundayım. Büyük bir alçakgönüllükle tebrikleri ve teşekkürleri kabul ediyorum. Bir süre sonra da kalabalık mutlu bir şekilde dağılıyır. Biz baskıyı 5.000’e ulaştırmak için dura kalka çalışmaya devam ediyoruz.

Ben, yeni bir baskı işi olursa yardıma geleceğimi söyleyerek, bir ayı aşkın bir süredir ihmal ettiğim okula devam etmeye başlıyorum. Tabii makinenin o haliyle yeni iş almak ya da Kemal Bayram Çukurkavaklı’nın Yeni Gün’ünü basmak mümkün olamıyor. Aradan birkaç ay geçiyor, Yalçın Cerit beni arıyor ve matbaaya gelmemi söylüyor. Gidiyorum. Danimarka’dan beklenen montörün geldiğini, durumu ve makinede basılan Proleter’i görünce “Bu imkansız, bu makine bu haliyle bu işi basamaz” dediğini, sonra da çantasından iki parçalı bir aparat çıkararak, kâğıdın bobinden makineye girdiği yerde, gövdenin iki yanında bulunan boş vida deliklerine monte ettiğini ve kâğıdı onların arasından geçirdiğini anlatıyor. Adam sonra da makinenin hiçbir yerine dokunmadan zaten bağlı duran Proleter gazetesi kalıplarıyla deneme baskısı yapıyor. Alçak makine, bir milimetre bile sapmadan tıkır tıkır basıyor gazeteyi. Yalçın o aparatları gösterince, dişlerimin arasından, ona da duyurmadan sunturlu bir küfür sallıyorum Danimarkalılara...

Pazartesi, Mart 05, 2007

Hayata Dönüş

Sevgili dostlar,

Sevgili Selim Tuncer’in “ACİL BİR DURUM” alarmıyla başlayan serüven, “ACI BİR KAYIP” duyurusuna dönüşmeden, şimdilik mutlu sona dönüşüyor. Biliyorum ki bu duyuru ilerde bir gün, herkes gibi benim için de şu ya da bu biçimde mutlaka yapılacak. Ama kim bilir ne zaman?..

Herkes de öyle mi, bilmiyorum ama ben, yaşadığım son gelişmeleri hiç beklemiyordum ve hiç de üzerime alınmıyordum. Üstelik bunu da adeta efelenerek çevreme yansıtmaktan keyif alıyordum. Yaşımı söylediğimde karşılaştığım şaşkın bakışlar bu keyfi daha daha da artırıyor ve adeta kendimi ayrıcalıklı biri gibi görmeme neden oluyordu. Bu mutluluğu az yaşamadım, ama kazın ayağının öyle olmadığını da, 13 Şubat Salı günü beni sakin sakin sorgulayıp muayene eden hekimin elektrokardiyografi sonucunu gördükten sonra yüzünde oluşan tatsız ifade beynime çivi gibi çakılınca anladım.

Kalbimin alt yarısı üst yarısından gelen uyarıların ancak üçte birine uyum sağlayabiliyor ve sonuçta kalbim, normalin üçte biri hızda atıyordu. Üstelik bu hız her geçen gün daha da düşüyordu. Yani kalbimin yarısı bloke olmuştu ve çalışmıyordu.

Hekim, bunun önemli bir sorun olmadığını, ritmi düzenleyici bir pille kalp atışının normale dönüştürülebileceğini ve iki gün içinde taburcu olabileceğimi, ancak beni bu durumda bırakma sorumluluğunu üstlenemeyeceğini ve derhal bir anjiyografi çekilmesi gerektiğini söyledi. Serüven çok hızlı başlamıştı.

Aynı gün çekilen anjiyografi, ikinci ve büyük şoku beraberinde getirdi. Kalp damarlarımdan birisi tıkalıydı, diğer üçünde ise yer yer daralmalar vardı. Sonuçta sıra bana da gelmişti ve “bypass” kaçınılmazdı.

Bir anda sihirli bir elin devreye giridiğini ve inanılmaz bir mekanizmanın saat gibi çalışmaya başladığını gördüm. Hastane sizi, düğmesine basılmış bir otomatın çarkları arasın alıveriyor, akla gelmeyen gereksinimler umulmadık biçimde hızla karşılanıyor, tanıdık tanımadık kan vermek isteyenler sıraya giriyor, haberleşme trafiği inanılmaz bir hızda ve boyutta sürüyor... Bu evrede ben sadece sorulanları yanıtlayan ve söylenenleri yerine getiren bir robotum.

Peşpeşe gerçekleştirilen iki zorlu ameliyattan sonra yoğun bakımda sanal bir ortam... Vücudumun her bir yanından çıkan ince plastik hortumlar, tepemdeki monitörden gelen bip bip sesleri, birbiri ardı sıra girip çıkan hekimler, elinde hep bir aletle yaklaşan, ya kan alan ya serum takan mavi önlüklü hemşireler, kaçamak ziyaretçilerle uykuyla uyanıklık arasında yapılan birbirinin aynı konuşmalar...

Ve, 27 Şubat’ta hayata dönüş için evin kapısından içeri dikkatle atılan ilk adım...

Sevgili dostlarım,

Bu kısa süren hayati serüvenin zihnime çivi gibi çaktığı iki hayati uyarıda bulunmaktan kendimi alamıyorum:

Lütfen sigarayı derhal bırakın ve çevrenizdekilere de bıraktırın. Ben, dört buçuk yıl önce bırakmamış olsam, büyük olasılıkla bugün bu satırları yazamıyor olacaktım.

Lütfen, önemsizdir deyip geçiştirmeyin ve duyduğunuz rahatsızlıklarda mutlaka hekime başvurun. Ben yıllardır, mecbur kalmadıkça hekime başvurmama aymazlığının yol açtığı maliyeti, bugün belki de hayatımla ödemiş olacaktım.

Herkese teşekkür borçluyum.

Çok iyi bir sağlık kurumu Memorial Hastanesi’nde, çok değerli bir hekim Prof. Dr. Bingür Sönmez ve ekibinin tedavisi ile yaşama döndüm ve iyileşme sürecine girdim. Teşekkür ederim.

Başta sevgili dostum Selim Tuncer ve ailesi olmak üzere büyük bir ilgi ve sevgi halesi oluşturan tüm dostlarıma, yakınlarıma ve aileme yürek dolusu teşekkür ederim.

Huysuz intiyar yine aranızda... Bakalım gelişme onda neleri değiştirmiş, birlikte göreceğiz.

Cumartesi, Ocak 27, 2007

Yaratıcı bir protesto

27 Mayıs ne ki?

Geçenlerde çok sevdiğim ve saygı duyduğum tarihçi bir dostumla sohbet ederken, konu 27 Mayıs’a geldi. O, bir araştırmacı yazar olarak bilgi birikimini ortaya koyarken, ben de 27 Mayıs’ı ve onu yaratan koşulları birebir yaşamış biri olarak gözlemlerimi anlattım. Dostum, 22 yaşındaki kızının, hiç izlemediğim Hatırla Sevgili adlı televizyon dizisini büyük bir ilgiyle karşılandığını, yine gençlerin yazdığı Ekşi Sözlük adlı sitede konuya ilişkin yüzlerce girişin olduğunu anlattı. Sohbetin sonunda ikimiz de, kimilerine göre Türkiye’nin demokratikleşmesi yolundaki en önemli aşama, kimilerine göre ise en büyük ayıplardan biri olarak değerlendirilen 27 Mayıs’ın da o günlerde olduğu gibi “ihtilal” ya da "devrim" olarak değil de sonuçta bir “darbe” olarak değerlendirilmesi gerektiğinde birleşirken, bu olayın o yıllarda niçin yanlış algılanarak devrim olarak görüldüğünün bugünkü kuşaklara tüm boyutlarıyla anlatılmadığı, elde toplumsal ve popüler tarih belgesi olarak kayda değer şeylerin bulunmadığı sonucuna vardık. Pek çoğumuzun içinde yaşadığı daha 50 yıl önceki yakın tarihimiz konusunda bu kadar bilgisiz bırakılmamızın elbette pek çok nedeni vardı.

Bu sohbet beni anında yıllar öncesine götürdü ve o günlerde yaşadığım pek çok olayın arasında ilginç, ilginç olduğu kadar da dramatik ve komik bulduğum bir olay gözlerimin önüne geldi ve ona anlattım. 27 Mayıs olgusunun günümüze taşınmasına herhangi bir katkıda bulunup bulunmadığımızı bilemem ama, gülmekten kırıldık. Ben, 27 Mayıs’ın o dönemde yarattığı toplumsal ve bireysel algıyı da yansıtan bu olayı yıllardır dostlarıma anlatırım ve hep aynı duyguları paylaşırız. 12 Eylül darbesinden beri Londra’da yaşayan, yıllarını sendikacılık hareketine vermiş, Türkiye İşçi Partisi saflarında militanca görev yapmış, 21 Mayıs Harbiye Ayaklanması'nın militan teğmenlerinden, Abdullah Yılmaz’la da, her İstanbul’a geldiğinde aynı anının yeni baskılarını yapar, yine gülmekten kırılırız. Bu yazımda o günleri ve sözünü ettiğim anımı anlatacağım.

Mamak Muhabere Okulu’nda yedek subayım. Muhabere Okulu’na bağlı Muhabere Astsubay Okulu’nda kısa bir süre takım subaylığı yaptıktan sonra, doğrudan Muhabere Okulu Komutanı’na bağlı inzibat subaylığı görevine getirilmiştim. Üstelik Doğu Bölgesi İnzibat ve Trafik Karakol Komutanlığı'na... Muvazzaf (meslekten) subayların bile edinmek için her türlü yolu denediği bu itibarlı göreve nedense, Muhabere Okulu Komutanlığı’nca ben uygun görülmüştüm. Komutanı olduğum karakolda Atilla Akınlı adında asteğmen bir yardımcım, bir kıdemli astsubay başçavuş, bir başçavuş, iki onbaşı ve kırk inzibat eri vardı. Ayrıca biri jip biri pikap iki de araç... Araçların ikisi de, kırmızı zemin üzerine yazılmış AS-İZ plakaları ve tepelerine yerleştirilmiş, yanıp sönen kırmızı ışıklar ve sirenlerle donatılmıştı...

Kızılay kıpır kıpır...

27 Mayıs hareketi öncesinde Ankara’nın siyasal ve toplumsal olaylarını birebir yaşıyordum. İnzibat subaylığına getirilmezden önce Astsubay Okulu’ndaki görevim boyunca hemen her gün saat 16.30’da servis aracı REO askeri kamyonlarıyla Kızılay’a iniyor ve arkadaşlarımla buluşarak o günkü eylemlere katılıyordum. Bunların başında da Plevne Marşı’nın ezgileriyle koro halinde söylediğimiz “Olur mu böyle olur mu, kardeş kardeşi vurur mu?” korosu vardı. Bir bölümüne resmi kılıkla katıldığım olaylar arasında Adnan Menderes’in öğrenciler tarafından tartaklanışı, Harbiyeliler’in yürüyüşü, atlı polislerin ayakları altından kaçışmalarımız, göz yaşartıcı bombaların dumanından göz yaşları içinde sığınacak yer arayışlarımız geliyor. Hiç unutmuyorum, 25 Mayıs günü TBMM’de, ünlü Tahkikat Komisyonu konusundaki bir tartışmada Cumhuriyet Halk Partililer’le iktidardaki Demokrat Partililer sıra kapaklarını parçalayarak birbirlerine girmiş ve yaralananlar olmuştu. Bunlardan biri de CHP Milletvekili Selim Soley’di. Soley o gün, başı, üzerinde kan izleri bulunan bir sargıyla sarılı olarak Kızılay’a gelmiş ve büyük bir gösterinin başlamasına neden olmuştu.

Devlet radyosunda ve sansürlü gazetelerde, Vatan Cephesi listeleri, iktidarın eylemleri ve başarıları, “muhalefetin hıyaneti” haberleri dışında tek cümle bilgi ve haber almak mümkün değil. Bu durum söylenti ortamını öylesine besliyor ki, üzerine asfalt dökülen öğrenci cesetlerinden, Et Balık Kurumu'ndaki dev kıyma makinelerine atılan üniversite öğrencilerinden söz edilir olmuştu. Ankara dışından da benzer haberler alıyorduk. Halk gerçekten eski deyimiyle "infial" halinde idi.

Kendimi 27 Mayıs'ın komutanı sanıyorum...

Bu gelişmelerin de katkısıyla 27 Mayıs hareketi gerçekleşti, 10 yıldır Türkiye’yi yöneten DP, iktidardan uzaklaştırıldı. Toplumun büyük kesimi darbeyi bir ihtilal gibi algıladı Diğer illeri bilmiyorum ama Ankara birkaç gün süren coşkulu bir bayram yaşadı. O günlerde Küçükesat’ta oturuyordum ve servis görevi yapan REO kamyonlarla karakola gidip geliyordum. Fakat o sabah servisten söz etmek ne mümkün. Tank ve uçak sesleriyle birlikte sonuna kadar açılmış radyolarda ihtilal bildirileri okunuyor ve sokağa çıkma yasağı konulduğu iddia ediliyordu. Herkes salkım saçak pencerelerdeydi. Ben Küçükesat’tan Akay’a (ve İ. Melih Gökçek hâlâ değiştirmedi ise) şimdiki adıyla İnönü Meydanı’na kadar, askeri bir araç bulabilirim ümidiyle yürümeye başlamıştım. Yol boyunca balkonları ve pencereleri dolduranlarca alkışlanıyor ve atılan çiçeklerin arasında yürüyordum. Genç bir yedeksubay olduğum için müthiş gururlanıyor ve kendimi 27 Mayıs’ı n başkomutanı gibi hissediyordum. Bugün 27 Mayıs’ı ve onu yaratan ortamı yaşamamış olanlara bu tabloyu anlatmakta zorlanıyorum ve bir askeri darbe yandaşı olduğum gibi algılanmaktan da son derece rahatsız oluyorum.

Birkaç askeri araç değiştirdikten sonra karakola ulaştım ve özel jipimle Ankara’yı dolaşmaya başladım. Bu kez de kıyıda köşede kalmış DP’liler ya da yandaşlarını yakalamakla ya da herhangi bir kalkışmada bulunmalarını önlemekle görevlendirilidim. Öğleden sonra sokağa çıkma yasağı delinmiş ve başta Atatürk Bulvarı, Kızılay ve Sıhhiye meydanları olmak üzere Ankara inanılmaz bir şenlik alanına dönüşmüştü. Sözde güvenlik sağlamak amacıyla şehrin içinde dolaşan tanklar, karanfillere boğulmuştu. Tankların üzerinde askerlerle gençler birlikte marşlar söylüyorlardı.

Olur mu böyle olur mu, oğul babayı vurur mu?

Darbeden iki ya da üç gün sonra, gece saat 01.00 sıralarında, özel jipimle Küçükesat’tan Mamak’a gidiyordum. Sokağa çıkma yasağı nedeniyle yollarda in cin top oynuyordu. Tam Kurtuluş Meydanı’ndan geçerken şoförüm Manisalı Mehmet Pehlivan acı bir fren yaptı. Gecenin karanlığında uzun boylu bir gencin kendini jipin önüne attığını gördüm. İçgüdüsel olarak ikimizin de elleri de tabancalarımıza gitti. Genç büyük bir heyecanla yaklaştı ve “Lütfen yardım edin bana, lütfen kumandanım...” dedi. Mehmet elindeki feneri delikanlının yüzüne tuttu. Şaşırdım. Çünkü hiç yabancı gelmemişti bana karşımdaki yüz. Sokak lambasının altına gelmesini işaret ettim. Mehmet de jipi lambanın aydınlığına çekmişti. Artık birbirimizi daha iyi görüyorduk. Evet bu Erdoğan’dı, Gülşehir’de ilkokuldan sınıf arkadaşım. “Erdoğan sen misin?” dedim şaşkınlıkla. Yüzüme dikkatle baktı ve o da bana “Teğmenim, sen Şahin’sin!” dedi. Jipten indim ve heyecanla kucaklaştık. On on iki yıldır görmediğim arkadaşımla böyle bir durumda karşılaşmak çok garip gelmişti bana. Erdoğan heyecanını bastırmaya çalışarak benimle karşılaşmasının büyük şans olduğunu söyledi ve sorununu anlatmaya başladı:

“Şahin’ciğim, üç gündür pederle başımız dertte. Adam kafayı çekip çekip olay çıkarıyor mahallede. 27 Mayısçılar’dan tut da İsmet Paşa’ya kadar herkese uluorta küfrediyor. En yakın komşularımız bile rahatsız, biraz daha kalırsa mahalleli linç edecek diye korkuyorum. Allahaşkına şu adamı içeri alın da biz de kurtulalım, onun da başına bir şeyler gelmesin...

Durum gittikçe ilginç hale geliyordu, ama yapacak başka bir şey yoktu. Erdoğan’ı da arabaya alıp, Topraklık semtine doğru yola koyulduk. Mahallede ışıkları yanan tek katlı, yarı gecekondu bir evin önünde durduk. Erdoğanlar’ın eviydi burası. Erdoğan, babası götürülürken görünmek istemediği için biraz ilerde gizleniyordu. Evin önünde üstü hasırlarla kapatılmış bir set vardı. Elli yaşlarında, uzun boylu, zayıf sakalları uzamış, sinirli bir adam karşıladı bizi. Beni görür görmez,

“Sonunda götürmeye mi geldiniz, götürün bakalım, korktuğumu mu sanıyorsunuz, orada da aynı şeyleri söyleyeceğim” dedi. Sette ahta bir masa, üzerinde, o zamanlar çopur diye anılan 35’lik boş bir rakı şişesi, yarısına kadar sulandırılmış rakı dolu bir çay bardağı, peynir kırıntıları vb. Bir de Grundig TK 23 marka, makaralı, makaraları boşa dönen bir teyp vardı. Adama Erdoğan’ın arkadaşı olduğumu söyledim.

Biliyorum, biliyorum, zaten Erdoğan, öz oğlum ihbar etti beni, nerde o şimdi? Kaçtı değil mi, benden korkup kaçtı, alacağı olsun onun. Mahalleli de kıçına kına yakar artık” dedi öfkeyle. O sırada karısı çıktı içerden. Şaşkın şaşkın bize bakarken, kocasını koruyup kollayıcı bir tavır da takınmamıştı nedense. İçerden adamın ceketini getirdi. Adam sürekli homurdanıyordu ama güçlük çıkarmadan, teypini de koltuğunun altına alıp bizimle gelmeyi kabut etti. Bu arada çevredeki evlerin ışıkları yanmaya ve perdelerin arkasından meraklı sliüetler belirmeye başlamıştı.

Milli Türk Musikisi

Jipe bindikten sonra teypi niçin yanına aldığını sordum. Homurdanarak, “Onda milli Türk musikisi var, sen hiç dinlemedin mi?” dedi. Sonra da sarhoş kafayla priz arar gibi bir harekette bulunup, arabada olduğunu farkedince vazgeçti. Yol boyunca hiç konuşmadık. Teslim aldığımız yer benim yetki alanımda olmadığı için onu Ulus’taki Merkez Komutanlığı Karargahı’na götürüp teslim ettim. Tutulan tutanak sayesinde de adının Selahattin olduğunu öğrendim.

Aradan birkaç hafta geçmişti. Aynı zamanda Doğu Bölgesi Garnizon Komutanı da olan Muhabere Okulu Komutanı Tuğgeneral Celadet Ögel’in beni emrettiği bildirildi. Huzura çıktım. Celadet Paşa tedirgin ve sinirli bir tavırla,

Teğmen, nedir bu Topraklık’tan aldığınız adam? Topraklık’la ne alakan var senin de oralarda olaylara müdahale ediyorsun?” dedi. Durumu açıklayınca sakinleşti ve yanındaki Kurmay Albay İhsan Sakarya’ya dönüp,

Şu işe bak yahu, millet öyle bezmiş ki, babasını bile ihbar ediyor... Yalnız anlayamadığım bir husus var albayım, soruşturmayı nedense askeri mahkemede değil, sivil mahkemede açmışlar” dedi. Sonra da bana, mahkemeden tanıklık için davet geldiğini bildirip resmi bir zarfı uzattı ve

Ere de tembih et, mahkemede sadece bildiklerinizi anlatın, ileri geri laf etmeyin sakın teğmen” uyarısında bulundu. Ardından da ekledi: “Sonra da gelip bana anlatacaksın mahkemeyi”.

Kadifeden darbesi...

İlk kez mahkemeye çıkacağım için çok heyecanlanmıştım. Bir hafta kadar sonra, benimle birlikte çağrılan şoförüm Mehmet Pehlivan’la Anafartalar Caddesi’ndeki Adliye binasına gittik. Bizi yönelttikleri üst katlara çıkarken kulağıma garip sesler geldi. Birileri “Kadifeden Kesesi” türküsünü söylüyordu ama sözleri çok yabancıydı. Kulak kesildim. Türkünün sözleri Harbiye Marşı’nın sözleriydi... Yukarı kata çıkınca ses daha da belirginleşmişti. Hiçbir anlam veremiyordum ama bir yandan da gülmekten kendimi alamıyordum. Ayrıca koridorlardaki insanlar da şaşkın ve anlamsız gözlerle birbirlerine bakıyorlardı. Sesin, bizim de ifade vereceğimiz sorgu yargıcının odasından geldiğini anlayınca şaşkınlığımız iyice arttı. Evet, Kadifeden Kesesi türküsü resmen Harbiye Marşı’nın güftesiyle söyleniyordu:

Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız,
Tufanları gösteren, tarihlerin yadıyız,
Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti,
Cehennemler kudursa, ölmez nigahbanıyız.

Yaşa varol Harbiye, yıkılmaz satvetinle,
Göklerden gelen bir ses sana ne diyor, dinle:
Türk vatanı üstünde sönmez güneşsin sen,
Kartal yuvalarında, hürdür millet seninle.

Kapının önündeki kalabalık artmaya başlamıştı. Herkes kulak vermiş bu garip durumu izliyordu. Kapıdaki mübaşire tanık olarak geldiğimizi söyleyince, tam bir kumandan edasıyla “Bekleyin” dedi. Kısa bir sessizlikten sonra içerden gelen müzik değişiverdi. Bu kez müzik Harbiye Marşı ama, sözleri değişikti:

Kadifeden kesesi kahveden gelir sesi
Oturmuş kumar oynar ciğerimin köşesi

Kadife yastığım yok odana bastığım yok
Kitaba el basarım senden başka dostum yok...

Nihayet kafama dank etti. Bu sesler, Erdoğan’ın babası Selahattin Bey’in, yanından ayırmadığı teypten geliyordu. Güleyim mi ağlayayım mı, bilemedim. Adliye koridorlarında çın çın öten bu garip müzik bitince beni tanık olarak içeri aldılar. Selahattin Bey’le gözgöze gelmemeye özen göstererek ifademi verdim. Mehmet’in ifadesi de tamamlandıktan sonra garip duygular içinde Adliye binasından ayrıldık.

O gün bugündür dinlediğim bu garip şarkıların kulağımdaki izleri ve bu yaratıcı protesto yönteminin sahibi Selahattin Beyin yüzü belleğimde taptaze durur ve bu anımı anlatmaktan büyük zevk duyarım. Tabii olayı Celadet Paşa’ya anlatırken hiç zevk duymadığımı da belirtmek isterim.

Pazartesi, Ocak 01, 2007

Bir ajans kurmak...

Son görev kutsaldır



3 Mayıs 1985... Sevgili Betûl Mardin’le birlikte bir hafta süren hummalı bir çalışmadan sonra, isim babası olduğum Vestel’in, Manisa’daki, bugün bir deve dönüşen fabrikası anlı şanlı bir törenle dönemin Başbakanı Turgut Özal tarafından açılıyor ve ben Merkez Ajans’taki son görevimi tamamlamanın huzuru içinde, ertesi günkü feribotla İstanbul’a dönüyorum.

İşsizim ve birikmiş yıllık izinlerimi kullanıyorum. Kurucu ortağı olduğum Merkez Ajans’tan ayrılma nedenim, ortaklık yapısında yapılmak istenen değişiklik. (Bu gelişmeyi ilerde yazmayı düşünüyorum) İşten ayrıldığımı, Ajans dışında ailem ve Ersin Salman’dan başka kimse bilmiyor. Ersin’e de, daha sonra, benim niçin haberim olmadı, siteminde bulunmasın diye bilgi veriyorum. Ersin, kendinden beklenen büyük bir incelikle, Ajans Ada’da yerimin hazır olduğunu söylüyor ve yurtdışına yapacağı iş gezisine birlikte çıkmamızı öneriyor. Bu iki öneriyi de nezaket daveti saydığım için teşekkürle karşılıyorum.

Ne zaman kuruyorsun?

Yıllardır yaşamadığım hoş bir avareliğin tadını çıkarıyorum. Merkez Ajans’tan ayrıldığım haberi hızla yayılıyor ve peş peşe teklifler geliyor. Kimi dostlarım da “ne zaman kuruyorsun?” diye soruyorlar. Ajansından ayrılanın kendi ajansını kurma alışkanlığı o yıllarda yeni başlamış durumda. Ajans kurma fikri aklımın köşesinden bile geçmiyor. Ne yapacağıma karar vermekte zorlanıyorum. Yirmi beş yıl yaşadığım Ankara’dan işimi gücümü bırakıp dört yıl önce ailece İstanbul’a yerleşmişiz. Onca zamana karşın, İstanbul’da hâlâ Ankaralı gibi yaşıyorum. İşsiz kalmamsa, kendimi sudan çıkmış balık gibi hissetmeme neden oluyor.

Merkez Ajans’tan ayrılmamı gerektiren durumun bir benzeriyle karşılaşma korkusu, iş önerilerine soğuk bakmama neden oluyor. Orta boy bir ajansın ortaklığı ve yönetim kurulu başkanlığı, bir büyük ajansın genel müdürlük, dost birkaç ajansın ise ortaklık önerileri önümdeki seçenekler arasında. Görüşmelere gidiyorum ama, ücret söz konusu olduğunda, reddedilmek için, kabul edilmesi mümkün olmayan paralardan söz ediyorum. Ajans kurma fikrine ısınmam olanaksız. Başaramayacağım ve ele güne rezil olacağım korkusu tüylerimi ürpertiyor.

Ajans kurmak kimin harcı?

Ayrıca o dönemde reklam ajansı kurabilmek kolay değil. Alaeddinin Lambası gibi bir internet, Güzel Sanatlar Akademisi gibi bir bilgisayar altyapısı, asıl mesleği şair, öykü yazarı, ziraat mühendisi ya da eczacı olmayan profesyonel reklamcılar, yıllarca pazarlama ve reklam eğitimi görmüşçesine bilgili ve doğru karar verebilen reklamverenler ve yozlaşan etik ve ticari anlayışı dışında olağanüstü teknolojiyle donatılmış zengin bir medya, hayallerimizin bile çok ötesinde. Reklamcılıkta başarılı olabilmek, sadece kişisel sezgiler, duyarlılıklar ve becerilerle mümkün. Böyle bir dönemde reklam ajansı kurmak kolay mı?

İki kocaman ay avarelikle geçiyor. Temmuzun başlarında eve gelen bir telefon, hayatımın akışını belirleyen gelişmelerin başlangıcı oluyor. Akşam eve döndüğümde kızım Elif, Mehmet Reşat adında birinin beni aradığını ve telefon numarası bıraktığını söylüyor. Arayan Mehmet Reşat Karamehmet, Mehmet Emin Karamehmet’in kuzeni ve Uluslararası Endüstri ve Ticaret Bankası’nın genel müdür yardımcısı.

Uluslararası’nın Genel Müdürü Erol Aksoy altı ay kadar önce Denizli’de yerel bir banka olan İktisat Bankası’nı satın alıp İstanbul’a getirmiş ve banker krizinde kapanan Hisarbank’ın Zincirlikuyu’daki binasında faaliyete geçirmiş. İşin ilginç yanı, bina Hisarbank’ın kapanmasıyla, Uluslararası’nın sahibi olan Çukurova Grubu’na geçmiş. Aksoy, söylentileri yıllarca süren bir operasyonla hem bu binayı ele geçirmiş, hem de Uluslararası’nın seçkin elemanlarından yaklaşık 200 kişiyi İktisat Bankası’na aktarmış. Uluslararası’nın başına da, yanlış anımsamıyorsam, aynı gruba ait Yapı Kredi Bankası’nın Yönetim Kurulu Üyesi Vural Akışık getirilmiş.

Amerika'dan gelen teklif

Akışık o dönemde sık sık Merkez Ajans’a ziyaretimize geliyor ve Pamukbank’ın müşterimiz olmasına karşın, Uluslararası’na da hizmet vermemizi istiyor. Biz bunun mümkün olamayacağını anlatıyoruz ama sonuçta ısrarına dayanamayıp, bir toplantıda Pamukbank’ın Genel Müdürü İbrahim Betil ve yardımcısı Akın Öngör’e Vural Akışık’ın bu önerisinden söz ediyoruz. Bir anda hava elektrikleniyor ve Betil’le Öngör büyük bir tepkiyle, Akışık’ın bunu nasıl teklif edebildiğini ve bizim de bunu nasıl olup da onlara iletebildiğimizi soruyorlar. Sonuçta durum açıklanıyor ve bizim de Akışık’a bunun mümkün olamayacağını anlattığımızı söylüyoruz ve konu kapanıyor. Akışık’ın bu isteğini ve hizmet aldığı Ajans Ada’dan ayrılmak üzere olduğunu bildiğim için, Mehmet Reşat Karamehmet’in bana bir teklifte bulunacağını düşünüyorum.

O gece gözüme uyku girmiyor. Ertesi gün öğleye doğru Mehmet Reşat Karamehmet’i arıyorum. Kısa bir sohbetten sora ağzındaki baklayı çıkarıyor. Merkez Ajans’tan ayrılış nedenimi ve şimdi ne yapmak istediğimi soruyor. Daha sonra da, Vural Akışık’ın kendisini Amerika’dan aradığını ve benim Merkez Ajans’tan ayrıldığımı ögrendiğini, perşembe günü İstanbul’da olacağını ve mümkünse saat 17.30’da benimle görüşmek istediğini söylüyor. Benim ayrılmam haberini Amerika’da öğrenmiş olmasını bir türlü anlayamıyorum. Ve perşembe günü söz konusu saatte Banka’da olacağımı söylüyorum.

Ben enayi miyim?

O gün Vural Akışık’la aramızda ilginç bir görüşme geçiyor. Ayrılış nedenim konusunda bir kez daha kibarca sorgulanıyorum. Sonra Akışık ne yapmayı düşündüğümü soruyor. Birtakım teklifler aldığımı, fakat hiçbir fikrim olmadığını ve herhangi bir karar veremediğimi söylüyorum. Fazla beklemeden malum soru karşıma çıkıyor. Akışık,

“Niçin kendi ajansını kurmuyorsun?” diyor. Bana bir öneride bulunacağından eminim ama böylesine net olacağını beklemiyorum. Domuzluğum tutuyor, ajans kurmanın ve özellikle de müşteri edinmenin kolay olmadığını anlatmaya çalışıyorum. O, net ve kararlı bir tavırla, bir ajansın başlangıç yatırımının ne kadar olacağını soruyor. Tuzağa düştüğümün ve dönüşün kolay olmayacağının farkına varıyorum ve biraz düşündükten sonra işi yokuşa sürmek için yaklaşık 70-80 milyar gerektiğini söylüyorum.

“Şirketini hemen kur, ben sana yapacağın ilk işler için 37 milyar avans çıkaracağım, sen ödemelerini nasıl olsa vadeli yaparsın, bu para da senin işini görür” diyor. Bu kadarını hiç beklemediğim için aptallaşıyorum. İçinde bulunduğum ikilem anlatılabilir gibi değil. Bir yandan bana duyulan güvenin verdiği mutluluk, bir yandan ajans kurma fikrinin ürkütücülüğü... Bir şeyler yapmam ve bu gelişmeyi engellemem gerektiğini düşünerek, konuşmayı başka bir mecraya sokuyorum. Ajans Ada’nın sahibi Ersin Salman’ın çok eski ve yakın dostum olduğunu, bu koşullarda ajans kurarsam, Uluslararası’nı onun elinden almış gibi olacağımı, bu davranışın Ersin’le hukukuma aykırı düşeceğini ve bunu da istemediğimi söylüyorum. Bunun üzerine Akışık, Ersin’in, benim Merkez Ajans’tan ayrıldığımı bilip bilmediğini soruyor. Bildiğini, hatta ilk olarak ona haber verdiğimi söylüyorum. Bu defa ölçülü bir alaycılıkla şöyle devam ediyor:

“Sen enayi misin yahu?.. Biz Ersin’le bir ay önce oturup birlikte kararlaştırdık ayrılmayı. Üstelik o bana ajans bulmamda yardımcı olacağını söyledi ve birkaç öneride de bulundu. Ersin madem bu kadar yakın dostun ve işinden ayrıldığını biliyor da niye senden bahsetmiyor bana, niye seni önermiyor?.. Boş ver bunları boş ver, dostluk başka, alışveriş başka... Sen kendi işine bak...” Edecek söz bulamıyorum. Vural Akışık’la el sıkışıyoruz. Bir an önce ajansı kuracağımı ve eylül ayında da medyaya çıkacağımızı vaat ederek ayrılıyorum.

İlişkilerimizin biraz buruk olmasına karşın, ilk işim Nazar’ı aramak oluyor. Merkez Ajans’tan ayrılırken onun bana “Ajans kurarsan ve uygun görürsen sana ortak olmak isterim, uygun görmezsen de her türlü desteği vedmeye hazırım” şeklinde verdiği bir söz var... Nazar’la görüşmemiz sıcak geçiyor. Gelişmenin kendisini çok sevindirdiğini, ancak bana ortak olursa, bunun Pamukbank yönetimi tarafından yanlış, hatta bir danışıklı dövüş olarak algılanabileceğini söylüyor. Peşinden hemen Ersin’i arıyorum, fakat hâlâ yurtdışında, ne zaman döneceği de belli değil.

Üçlü altyapı

Temmuzun ortasında koşuşturmaya başlıyorum. Bir yandan şirket kuruluşunu tamamlamak, bir yandan uygun bir yer bulmak, bir yandan da daha önce Merkez Ajans’ın, peşinden de Ajans Ada’nın tezgahından geçmiş bir bankaya tatmin edici hizmet verebilmek... Gerçekten günlerim uykusuzluk ve gerginlik içinde geçiyor. İlk işim, Ankara’daki şirketimden tanıdığım ve o dönemde Oyak’a bağlı Yatırım Finansman Şirketi’nde Genel Müdürlük yapan Tuncay Akoğlu ve Merkez Ajans’ın Art Direktörü Erkal Yavi ile görüşmek oluyor. Tuncay’a ortaklık öneriyorum, Erkal’dan ise, ortaklık olanağı da sağlayabileceğim bir art direktör bulmasını istiyorum. Erkal, bir yandan hoşuma giden, bir yandan da beni tedirgin eden bir öneride bulunuyor ve ajansı birlikte kurmamızı istiyor. Bunu uzun uzun düşünüyorum. Aslında idari ve mali konularda Tuncay’ın, yaratıcı grupta Erkal’ın varlığı, ajansın güçlü bir altyapıyla kurulmasını sağlayacak, ama Merkez Ajans’ın temel direklerinden olan Erkal’ı Nazar’dan nasıl isteyebileceğimi düşünemiyorum. Merkez Ajans’tan ayrılırken Nazar’ın söyledikleri bir kez daha aklıma geliyor. Erkal’a, bu önerisinin aramızda kalmasını, ben Nazar’la konuşmadan kimseye açmamasını söylüyorum. Tam Nazar’la görüşmeyi planlarken, Erkal bir akşam eve geliyor ve Nazar’la kendisinin konuştuğunu ve ona birlikte ajans kuracağımızı söylediğini anlatıyor. Beynimden vurulmuşa dönüyorum. O anda Erkal’la ilişkimi kesmek geliyor aklıma ama anlıyorum ki iş işten geçmiş. Bunu Nazar’a izah edebilmeyi düşünürken, ertesi gün Ana Basım’ın büyük ortağı Yücel Uzmen arıyor ve,

“Yahu sen ne halt ettin. Nazar’a bu kazık atılır mıydı?” diyor ve Nazar’ın ateş püskürdüğünü, “Şahin bunu nasıl yapar, anlayamıyorum, gelip benimle konuşamaz mıydı? Bundan sonra benim için Şahin Tekgündüz diye birisi yok” dediğini anlatıyor. Bu tepki karşısında Nazar’ın karşısına çıkmamın ve onunla konuşmamın mümkün olmadığını düşünüp işi oluruna bırakıyorum. Nazar'la dostluğumun tarihe gömüldüğünü düşünmek istemiyorum.

Bu oldubitti ve tatsızlığı çaresizlikle sineye çekip, Anadolu Yayıncılık’ta çalışırken tanıdığım Edip Kavuzlu’yu buluyorum. Kavuzlu, mali işler ve muhasebe konusundaki bilgi düzeyi ve güvenilir kişiliği ile bulunmaz birisi. Daha sonra da, bugünlerin bile en tanınmış mali müşviri olan Atilla Selçuk’a ulaşıyorum... Şirket kuruluşuyla ilgil işilemler sürerken, ajansın adı, kimliği çalışma ortamıya ilgili koşuşturmalarım sürüyor. Mas Basımevi’nin sahibi Lokman Şahin’in yardımıyla, Teşvikiye Caddesi 73 numaradaki Varon Apartmanı’nın birinci katını kiralamayı başarıyorum. Bir üstümde ise dönemin ünlü art direktörlerinden Aydın Ülken var. Bu, bana büyük bir güven duygusu veriyor.

Megafonlu ajans


Büyük tereddütlerden sonra ajansın adının Pazarlama Araştırma Reklam sözcüklerinin ilk harflerinin oluşturduğu Parajans olmasına karar veriyorum ve hemen Bülent Erkmen’e başvuruyorum. Yıllarca Parajans’ın kimliğini oluşturan megafonlu adam amblemi onun armağanı. Daha sonra tarihi apartmanın harap durumdaki dairesinin onarılması, Koleksiyon’a ısmarlanan mobilyaların tamamlanması, ajansı temsil edecek basılı malzemenin Mas Basımevi’nde hazırlanması birbirini izliyor. Bu arada zaman zaman benim evimde, zaman zaman da onarımdan uzak tuttuğumuz bir odada Uluslararası’nın yeni kampanyasını hazırlıyoruz. Tabii önce ayrıntılı bir strateji raporu.

Ağustos sonunda medyaya çıkıyoruz. İlk kampanyamız, Uluslararası'nın sektör içindeki yerini belirleyen ve işi dış ticaret olanların 1985'i nasıl bitirdiklerini sorgulayan ve Uluslararası'yla çalışanların yeni yıla başarıyla girdiklerini anlatan bir kampanya.

Hemen peşinden gelen ikinci kampanyamız ise zengin vaatlerle dolu.

Yılın son kampanyasında ise, Uluslararası’nın öteki bankalardan farkını, 12 Eylül’ün getirmeye çalıştığı Osmanlıca başlıklarla anlatmaya çalışıyloruz. Aklımda kalan başlıkların kimileri şöyle: “Adem-i merkeziyet”, “Lisan-ı cari”, “Hesab-ı kat’i”, “Gayrı kabil-i rücu”, “Sürat-i intikal”...

Kampanya, başlıkları nedeniyle büyük ilgi görüyor. Kimi köşe yazarları, başlıkların Kenan Evren’in dayattığı Türkçe’yle dalga geçtiğini, kimileri ise unutulmaya yüz tutan terimleri gündeme getirdiğini yazıyor. Başlıkların Osmanlıca olmasına karşın her biri çağdaş işletmeciliği ve uzman bankacılığı tanımlıyor ve işini görüyor.

Küslük bitiyor ama...

Bu arada Ersin’in yurtdışından döndüğünü öğreniyorum ve ısrarla arıyorum. Üst üste aramalarıma karşın telefonlarıma çıkmıyor. Aradan altı aya yakın zaman geçiyor. Ajans Ada’daki dostlarımı araya sokup, beni aramasını sağlıyorum. Sonunda, o günlerin ünlü lokantalarından Taşlık’taki Teras Restoran’da bir öğle yemeğinde bir araya geliyoruz. Başlangıçtaki soğukluk ve resmiyet çok garibime gidiyor ve “Ersin’le böyle mi olacaktık” diye düşünüyorum. Bu duygu bir yandan hüzün verirken bir yandan da saçma bulduğum için gülmeme neden oluyor. Neden sonra hava sıcaklaşıyor, ben Vural Akışık’ın söylediklerini aktarıyorum, durumu açıklamak için kendisini ısrarla aradığımı ama yurtdışında olduğu için ulaşamadığımı anlatıyorum.

Altı ay kadar süren kırğınlık sona eriyor, eriyor ama, bir yıl sonra Reklamcılar Derneği’ne üye olmak için yaptığım başvuru, Asbaşkan Ersin Salman imzasını taşıyan bir yazıyla reddediliyor. Gerekçe olarak da Parajans’ın henüz kendini kanıtlamış bir ajans olmadığı gösteriliyor. Ama bu defa küsmüyoruz birbirimize ve izleyen yıl dernek üyeliğim kabul ediliyor.