Cumartesi, Ekim 28, 2006

İçim kan ağlıyor, bu gidişle hiç ünlümüz kalmayacak...

Eskiden marka mı vardı? Ülkeler, uluslar, toplumlar markalarıyla mı tanınırdı, adlarını tarihe markalarıyla mı yazdırırlardı? Aristolar, Eflatunlar, Arşimetler, Nevtonlar, sofoklesler birer marka mıydı? Daha yakınlara gelelim. Konfiçyus, İskender, Alpaslan, İbni Sina, Mevlana, Yunus Emre, Yıldırım Bayezit, Fatih Sultan Mehmet, de Gaulle, Churchill, Nedim, Nasreddin Hoca, Gandhi, Bertrand Russel, Kennedy, Karl Marks, Lenin birer marka mıydı? Doğrusu şimdi bakıyorum da, vahşi kapitalizmi yaşayamamış eski toplumların yaşamlarını markasız ve tatsız tussuz geçirmiş olduklarını görünce üzülüyorum, içim sızlıyor. İşin acınacak yanı ise, saydığım ve sayamadığım pek çok ünlünün o yıllarda birer marka olduğunu anlayamadan göçüp gitmeleri. Yazık olmuş, zavallılar marka olduklarını kavrayamadan, kavrasalar bile kanıtlamaya fırsat bulamadan ünlü olarak kalıvermişler tarihin derinliklerinde. Oysa kendilerine bir marka değeri biçip de o dönemin yetkelerine adlarını kaydettirip köşeleri dönselerdi ya. Gerçekten yazık olmuş yazık... Dünya tarihinin zavallı ünlüleri...


Ne mutlu ki bugünün ünlüleri(!) tarihten büyük bir ders çıkarıp bu bağışlanamaz yanlıştan kendilerini bir güzel kurtarmışlar ve değerli birer marka olarak pazardaki tartışılmaz yerlerini alıvermişler. Onları kutlamamak ve alkışlamamak ne mümkün. Kimler mi diyorsunuz? Aklıma gelenleri şöyle sayıvereyim: Başta büyük sanatçı Hülya Avşar, peşinden gelenler İbrahim Tatlıses, Sezen Aksu, Gülben Ergen, Mehmet Ali Erbil, Cem Yılmaz, Yılmaz Erdoğan, Türkan Şoray, Okan Bayülgen, Banu Alkan, Ferdi Tayfur, Kadir İnanır, Seda Sayan, Kibariye, Necati Şaşmaz, Bülent Ersoy, Fatih Ürek... Adını anımsayamadığım binlerce değerli markamızdan peşin peşin özür diliyorum.

Canım binlerce olur mu diyor gibisiniz... Niçin olmasın, kimi marka uzmanlarımıza göre küçük olanları, bölgesel olanları, kategorik olanları, niş olanları, nihai tüketiciyle alış verişi olmayanları ve daha pek çok çeşitleri vardır. Ama onların, özellikle de yerel olanlarının küçüklükleri ve zavallılıkları kafanızdaki marka algısını tatmin etmekten uzaksa, onları da haddini aşmakla, yetersizlikle ve cahillikle işin dışına atarsınız olur biter. Peki de, Sezen Aksu’yu marka olarak gösteren ölçütler daha küçük ölçeklerde de olsa o garibanlar için de söz konusu değil mi? Örneğin Pazar, arz, talep, rekabet, ticari değer, farklılaşma vb.


Her neyse, bu tartışma biteceğe benzemez de ben neden durduk yerde yeniden burnumu soktum? Sayın Ali Saydam’ın geçen hafta Akşam Gazetesi’nde “521 YTL'yi veren herkes marka olamaz!” başlıklı bir yazısı çıktı. Tam da benim düşüncelerimle çakışan şeyler söylüyordu. Kanıma giren Ali Saydam’dır. Saydam'ın geçen hafta Akşam Gazetesi'nde yayımlanan yazısını olduğu gibi aktarıyorum:
521 YTL'yi veren herkes marka olamaz!


Yine şöhretle marka birbirine girmiş. Yine iki dilekçe verip, 'Ben markayım!' diyen herkesin marka olduğu algısını yaratmaya, başta gençler olmak üzere insanları ve iş dünyasını yanıltmaya yönelik habercilik... Dün büyük gazetelerimizden en azından üçünde iç içe verilmiş iki haber vardı. Biri bizdeki bireysel marka (!) durumu ile ilgili. Başlık şöyleydi: '521 YTL veren herkes marka olabilir!..' Diğeri, dünyadan çekip gittikten sonra hala isimleri üzerinden para kazanılan dünyaca ünlü starlarla ilgiliydi.

Gazete haberine göre marka tescili almış olanlar kimmiş? Hülya Avşar, Gülben Ergen, İbrahim Tatlıses, Özcan Deniz, Mahsun Kırmızıgül, Yılmaz Erdoğan, Kenan Doğulu, Cem Yılmaz, Mustafa Sandal... Şimdi bunlar marka ise ben de tramvayım... Aralarında Sezen Aksu yok. Marka olmaya en yakın namzet o da onun için herhalde...

Marka, kapitalizmin en sofistike, en karmaşık ürünüdür... Soyut bir değer yaratıp onu ticarete, paraya tahvil etme meselesidir. Yani ikinci haberdeki, öldükten sonra bile tedavülde kalmaya devam eden Elvis Presley, Marilyn Monroe, Kurt Cobain, John Lennon, Albert Einstein gibi markalarla kapitalist sistemin yapmayı başardığı ciddi bir 'iş' süreci...

'Türkiye'de şöhret var, marka yok!' diye iddia ederken, karşı çıktığım tam da bu başlıkların arkasında gizlenmiş olan ucuzcu anlayıştı. Düşünün bir kere. Yukarıda bizim isimlerden sizce hangisi -Allah gecinden versin- vefatından sonra da bir marka olarak kapitalist sistem içinde bir değer ifade edecektir?.. Şimdi sorun kendinize, iki dilekçe verip, 521 YTL harç yatırdın mı, marka olur musun?.. Ya da 'Ben markayım!' deyince...

İşin traji-komik yanı, sadece gazetelerimizin öyle yazmaması... Şöhretlerimizin de bu saçmalığa inanmaları... İnanınca gerçekten marka olmak için gerekli olan o karmaşık, yönetsel araçlara, kadrolara ihtiyaç duyulan ve strateji, yatırım gerektiren yolu akıllarından bile geçirmiyorlar. Onun için de bu ucuzculukla ne Türkiye markası gelişiyor, ne de Türkiye'den çıkma şansı olan marka adayları...

Haberdeki en komik öğe ise Türk Patent Enstitüsü Başkanı Yusuf Balcı'nın açıklaması. Balcı, Türkiye'nin bu yıl 70 bin başvuruyla Avrupa'nın ilk üçü arasında yer alacağını söylemiş. Sonra da eklemiş: 'Gelecek yıl Avrupa birincisi olmayı hedefliyoruz!' Sayın Başkana göre Avrupa'nın en çok marka çıkaran ülkesi olmamız an meselesi... Şaka gibi... Türkiye'nin uluslararası güçte markalarının bulunmadığı hususunda tüm uzmanların birleştiği bir dönemde bu haberlere gülmek mi, ağlamak mı lazım, bilemedim...

Bu arada, başlığa da taşıdığım gibi bir üzüntümü ve bir endişemi de dile getirmek istiyorum. Sahi gerçekten bizim bundan böyle hiç ünlümüz olmayacak mı? Her ünlenen birer marka olduğuna ve olacağına göre biz ulus olarak ünlüsüz mü kalacağız. Yani artık “Ünlü Türk Büyükleri” diye kitaplar, ansiklopediler yayımlayamayacak mıyız. Yazık yazık... Şu her geçen gün sayıları artan ünlü markalarımız biraz uluslararasına çıksalar da hiç olmazsa onlarla avunsak.

Pazar, Ekim 22, 2006

Paralı yatılı

Sahne I
Birkaç Elma Koçanı…



Kulağımın dibinden bir şey daha vınlayarak geçip karşıdaki kara tahtaya çarpıyor. Bu da bir elma koçanı… Arkadan yine kahkahalar yükseliyor. Başımı iyice öne eğip hedef küçültüyorum. Güven de öyle yapıyor. Ama buna karşın bir elma koçanı da Güven’in ensesinde patlıyor. Bu kez kahkahalar daha da yüksek… Korkudan arkaya bakamıyoruz. Ama bu koçan saldırısı biteceğe benzemiyor. Ve tam o anda bir koçan, bir koçan daha...

Niğde Lisesi’ndeki ilk haftam. Parasız yatılı sınavını kazanamadığım için, gırtlağına kadar borç içindeki babam, kırıp döküp beni Niğde Lisesi’ne paralı yatılı yazdırıyor. Çünkü Nevşehir’de henüz lise yok ve o beni mutlaka okutmak istiyor. Kendisi de yıllar önce aynı lisede okuduğu için hâlâ onu tanıyan öğretmenlerin de desteğini alarak, kontenjanın dolu olmasına karşın benim kaydımı yaptırıyor.

Okulun başlamasına karşın, yatılıların çoğu gelmediği için, mütalea saatlerinde hepimiz aynı sınıfta oluyoruz. Arka sıralarda oturanlar lisesinin kıdemlileri ve belalıları... Kısa sürede tanıdıklarım arasında asıl adı Atilla olan ama herkesin Suriyeli dediği tipsiz mi tipsiz biri, esmer, kısa boylu, dar alnı ve parmak kalınlığındaki siyah kaşlarının altında çivi gibi bakan siyah küçük gözleriyle Ankaralı Hasan, iki metreye yakın boyu, koyu kahverengi teni ve kıvır kıvır siyah saçlarıyla tam bir zenci kırması olan Borlu Kadı Burhanettin, Kumral, uzun boylu, renkli gözlü ve çocuk yüzlü, başkalarına hep alay eder gibi bakan Güneş Ecer ve en önemlisi de Baba lakaplı, zayıf mı zayıf, kıllı göğsündeki jilet yaralarını göstermek için gömleğinin birkaç düğmesini hep açık tutan, okuldakilerin en yaşlısı Yılmaz Beyri… Ve ötekiler…

Adanalı Güven Atuk’la birlikte en ön sıralardan birinde oturuyoruz. Arkadaki bıçkınlar bizi tıfıl gördükleri için, yedikleri elmaların koçanlarını atıp kafayı buluyorlar. İkimizin de içinde isyanla ağlamak arasında gidip gelen duygular birbirine karışıyor. Kırılan onurumuz çaresizliğin verdiği öfkeyle birleşince içimizdeki isyan bastırılamaz hal alıyor. Güven’le göz göze geliyoruz. Aynı şeyi düşündüğümüz bakışlarımızdan belli. Ama ben ondan önce davranıp, kararlı adımlarla sınıftan çıkıyorum ve nöbetçi öğretmenin odasına yöneliyorum.

Nöbetçi öğretmen Hasan Yeğin, gözlüklerinin üzerinden bakarak ne istediğimi soruyor. Ben de yarı ağlamaklı olanları anlatıyorum. Kimler olduğunu sorunca da bildiğim adların hepsini veriyorum. “Güneş de mi?” diye soruyor. Sonradan öğreniyorum ki, Güneş Ecer Lise Müdürü Mehmet Naci Ecer’in yeğeni, Hasan Yeğin’in de yakın akrabası.

Sınıfa döndüğümde arka sıralardan bir kahkaha daha kopuyor. Yüzlerine bakamadığım halde, hepsinin de beni çiğ çiğ yemek istercesine gözlerini üzerime diktiklerini hissediyorum. Biraz sonra gelen hademe, adını verdiklerimin hepsini Hasan Bey’in çağırdığını söylüyor. Sınıftan çıkarken sıktıkları yumruklarını gözlerime sokarcasına homurdanarak önümden geçiyorlar. Onlar çıkınca Borlu Özer Sun yanımıza geliyor.

Sen ne halt ettiğinin farkında mısın oğlum, bu okulda zor yaşarsın bundan sonra” diyor. Dizlerimin bağı çözülüyor, boğazım düğümleniyo, ağlamamak için kendimi zor tutuyorum. Babam, annem, anneannem, kız kardeşlerim ve Nevşehir’deki evimiz gözlerimin önünden geçiyor. Saniyenin onda biri, yirmide biri kadar onların şimdi ne yaptıklarını düşlemeye çalışıyorum. Boğazımdaki düğüm büyüyor. Özer Sun durumumu anlıyor, sırtımı sıvazlayıp,

Bir daha böyle şeyler yapma. Şikayet etmek çok kötü bir şeydir” diyor ve uzaklaşıyor. Bu arada arka sıralardan atılan lafların ve tehditlerin haddi hesabı yok.

Nöbetçi öğretmenin odasına gidenler kıpkırmızı yüzlerle sınıfa dönüyor. Gene önümüzden geçerken dişlerinin arasından küfür ettiklerini duyuyorum. Güven kulağıma yaklaşıp,

Boku yedik oğlum. Bunlar bizi yaşatmaz” diyor. Biraz sonra zil çalıyor ve mütalea saati bitiyor. Herkes kalkıp bizim önümüzde toplanıyor. Yılmaz Beyri en önlerinde. İster istemez biz de, sanki hiçbir şey olmamış gibi kalkıp sıradan çıkıyoruz, ama benim hâlâ bacaklarım titriyor. Yılmaz Beyri tam önümde... Şimdi jiletini çıkarıp yüzüme atacak diye beklerken bana bir şeyler söylüyor ya da soruyor ama anlayamıyorum. Başımı kaldırıp safça,

Anlamadım?” diyorum. Ne olduysa o anda oluyor. İki yanımdan iki el kollarımdan kavrayıp beni Yılmaz Beyri’nin önünden uzaklaştırıyor ve sınıfın köşesine götürüyor. Ne olduğunu anlayabilmiş değilim. Beni uzaklaştıranlar Ankaralı Hasan’la Suriyeli. Ankaralı Hasan gözlerini gözlerime çivi gibi dikip,

Ulan velet, sen kime kafa tuttuğunun farkında mısın, tükürse duvara yapışırsın” diyor. Bu arada hayal meyal birilerinin de Yılmaz Beyri’yi yatıştırmaya çalışarak sınıftan çıkardığını görüyorum. Büyük bir karmaşa içindeyim. Bir yandan korkum büyüdükçe büyüyor, bir yandan da, farkına varmadan Yılmaz Beyri’ye kafa tuttuğum için onurumu kurtarmanın verdiği açıklanamaz duygu yüreğimi kabartıyor. Ben değilsem bile herkes benim gerçekten kafa tuttuğumu sanıyor. Artık dövseler de gam yemem diye düşünüyorum. Birazdan Güven yanıma geliyor. Herkes gittikten sonra büzüldüğümüz yerden ayrılıp yatakhaneye çıkıyoruz ve sessizce yataklarımıza sığınıyoruz.

Sahne II
Bir Sanal Kahraman


Benim Yılmaz’a kafa tumam olayı ertesi gün okulda efsane gibi dolaşıyor. Yatılılar olayı gündüzlülere anlatıyor, onlar kız arkadaşlarına aktarıyor, derken okulun ünlüleri arasında yerimi alıveriyorum. Korkumdan süklüm püklüm dolaşmama karşın herkesin gözü benim üzerinde. Parmaklarıyla birbirlerine beni gösteriyorlar. Karmaşık duygular içindeyken, bahçede Yılmaz Beyri’nin bana yaklaştığını fark ediyorum. Ödüm kopuyor, bacaklarım titremeye başlıyor. O koluma girip,

Gel bakalım delikanlı, biraz konuşalım seninle” diyor. Herkesin gözünün bizim üzerimizde olmasından ve Yılmaz Beyri’nin sesindeki yumuşaklık ve sıcaklıktan cesaret alıp onunla taş binanın köşesine kadar yürüyorum. Zaten yapabileceğim başka bir şey de yok. Kolumu bırakıp, gözlerini gözlerime dikiyor,

Bak delikanlı, aldırma dün olanlara, seni gözüm tuttu... Hayatta hep böyle cesur olacaksın ve hiç kimseden, hatta dün yaptığın gibi benden de korkmayacaksın. Seni takdir ettim. Ama yaptığın hareket çok ayıptı. Sana tavsiyem, hayatta kimseyi şikayet etme, kendi meseleni kendin hallet. Anladın mı? Bundan sonra da bir sıkıntın olursa bana haber ver” diyor ve akşamın acısını çıkarırcasına, sert bir hareketle saçlarımı karıştırıp, hızla uzaklaşıyor. Herkesin gözü önünde geçen bu olay ünümü daha da artırıyor.

Aradan aylar geçiyor, bir gün kendimi Yılmaz Beyri’yle birlikte tiyatro dekoru hazırlarken buluyorum. Yetmişli yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Dairesi Başkanlığı’na getirilen Fransızca hocamız Ahmet Maruf Buzcugil’in üstlendiği bir görev var. Her yıl bir klasiği, profesyonel tiyatro düzeyinde ve tadında sahneliyor. Bu nedenle de Niğde Lisesi’nin ünü Bor’a, Adana’ya Konya’ya ve o dönemin ünlü okulları köy enstitülerine kadar yayılıyor. O yılki oyun Sophokles’in Elektra trajedisi. Fransızca hocamız benim resim yeteneğimle, önceki yılardan tanıdığı Yılmaz Beyri’nin elektrik bilgisi ve sahne konstrüksiyonundaki becerisini bir araya getiriyor ve Elektra’nın sahnelenmesinde en önemli görevi bize veriyor.

Yılmaz Beyri’yle dostluğumuz gün geçtikçe pekişiyor. Birkaç ay önce okulun tıfılları arasında yer alırken, birden büyüdüğümü ve bıçkınlarla dolaştığımı görüyorum. Tam bir abi kardeş yakınlığı yaşıyoruz. Ve bu yakınlık, hiç eksilmeden üç yıl sürüyor.

Bu arada Yılmaz Beyri’nin serüvenleri hiç eksilmiyor. Kendinden geçtiği zaman göğsüne jilet atıp kan revan içinde kalıyor, hocalara kafa tutup sustalılarla, tornavidalarla saldırıyor, Gündüzlülerden Utarit adında bir kıza aşık olan Orhan Kılcı adındaki arkadaşımız Niğdeliler’den dayak yeyince bir grupla, şimdilerde adını anımsayamadığım bir mahalleyi basıyor. Geceleri okuldan kaçıp gece yarısı körkütük dönüyor. Ve daha neler neler... Bu arada ben cesaret edemediğim için, liseli aşkım Tülin Tansel’e yazdığım mektubu da elleriyle götürüp veriyor.


Sahne III
Yılmaz Bekûr


Yıl 1956. Ankara’dayız. Sınavlarına bile giremediğim Güzel Sanatlar Akademisi ve Devlet Konservatuvarı düşlerim balon gibi sönmüş, babam beni üniversitede okutabilmek için Devlet Tiyatrosu’nda bir iş bulmuş ve Ankara’ya yerleşmişiz. Bir yıl önce Tercüman Gazetesi bir makale yazarlığı yarışması açmış. Ahmet Kabaklı ile Emin Galip Sandalcı birinciliği paylaşmışlar. Kabaklı ve Sandalcı Tercümanda, şimdinin köşe yazarları gibi günlük makale yazıyorlar. Ben de Emil Galip Sandalcı’yı okumak için her gün Tercüman alıyorum. Bir sabah gazetede tanıdık bir yüzle karşılaşıpirkiliyorum. Birinci sayfanın sağ üst köşesinde dört ya da beş sütunluk bir haber. Haberin üzerinde özensizce dekupe edilmiş bir insan başı. Gözleri hiç yabancı gelmiyor. Hemen resim altına bakıyorum, Yılmaz Bekûr yazıyor. Evet bu o, ama adı yanlış yazılmış diye düşünüp anında haberin başlığını okuyorum:

Para vermediği için eniştesini pencereden attı!” Kanım donuyor. Birkaç dakikalık şoktan sonra soğukkanlılıkla düşünüyorum ve içim burkularak kendi kendime, “olacağı buydu, su testisi su yolunda kırılır; Yılmaz bundan sonra hapishanelerde çürür gider” diyorum.

Lise yıllarım yeniden gözümün önüne geliyor, onunla Halkevi sahnesini hazırlamak için lisenin konuğu olarak Bor’da geçirdiğim üç günü saat saat anımsıyorum. Onun gerçek bir Kodin olduğunu, damarına basılmadığı zaman insanlara karşı ne kadar anlayışlı ve zarif davrandığını, haksızlığa, anlayışsızlığa ve baskıya maruz kaldığında da gözünün hiçbir şeyi görmediğini, ama yine de zararı karşısındakine değil kendine verdiğini düşünüyorum. Hey gidi Yılmaz Beyri hey, kendi yolunu kendin seçtin, hapiste de damarına basanlar olacak ve sen hiç güneş yüzü göremeyeceksin artık...


Sahne IV
Bir Garip Adem


Yetmişli yılların başı... Parasız günlerimdeyim. İş nedeniyle geldiğim İstanbul’dan trenle Ankara’ya döneceğim. Bilet almak için Sirkeci Garı’nın yüksek tavanlı tarihi salonunda bankoya yaklaşıyorum. Osmanlı’dan kalma, iyiden iyiye yıpranmış ve ihtiyarlamış ahşap bankoya yaklaşıyorum. Sakin bir gün ve uzun bankoda iki memur çalışıyor. Genç olanın önü kalabalık. Yaşlı memurun önündeki hanımın işi bitince yaklaşıp, Ankara için kuşetli bileti almak istediğimi söylüyorum. Ufak tefek, zayıf mı zayıf, kamburu çıkmış ihtiyar adam, siyah kollukların ucundaki kemikleri sayılan elleriyle yanındaki çelik dolaptan karton bir bileti alıp, sağ yanında duran demir presin altına koyuyor; titreyen eliyle presin kolunu tutup güçlükle aşağı bastırıyor. Üzerine fiyatı, gideceği yön ve katar numarası gibi bilgilerin preslendiği kartonu bana uzatırken göz göze geliyoruz. Bir an duraklıyorum. Ben bu adamı tanıyorum, ama kim?.. Zaman duruyor, belleğimdeki tüm göz resimleri hızla geçiyor önümden. Aman Allahım, bu o!.. Ama nasıl olur, bu ihtiyar biri. Elini biraz daha uzatıp, titreyen sesiyle,

Beyefendi, buyurun biletinizi” diyor. Ses de yabancı değil... Bilete uzanamıyorum. Titreyen bir sesle, çekine çekine,

Afedersiniz, adınız Yılmaz mı?” diye soruyorum. O, ferini tümüyle yitirmiş koyu yeşil mevceli göz bebeklerinde bir ışık parlayıp kayboluyor;

Evet efendim Yılmaz, neden sordunuz?” diyor. Onun gerçekten Yılmaz Beyri olduğunu öğrenince bir kez daha yıkılıyorum ve keşke hayır deseydi diye düşünüyorum. Sonra, suçlu suçlu,

Yılmaz Beyri?..” diyorum. Güçlükle doğrulup, bana daha dikkatle bakarken dudaklarından belli belirsiz “evet” sözcüğü dökülüyor. Silkinip, beni tanıyıp tanımadığını soruyorum. Gözlerini yüzümde gezdirdikten sonra,

Özür dilerim ama, çıkaramadım efendim...” diyor. Boğazımdaki düğümü aşmaya çalışarak,

Ben Şahin Tekgündüz...” deyip birkaç saniye bekliyorum. Anlamsız anlamsız yüzüme bakıyor. Tanıyamadığı için iyice mahcup...

Niğde Lisesi... Niğde Lisesi’nden Şahin Tekgündüz” diye tekrarlıyorum. Bir anda o ihtiyar adam, elektrik çarpmış gibi oluyor. Yüzü karışıyor, elindeki bileti bankoya düşürüyor, ne yapacağını şaşırmış durumda uzanıp ellerimi tutuyor ve gerçekten ağlamaklı bir sesle, birkaç kez üstüste “Şahin... Şahin... Şahin...” diyor. Aramızdaki ahşap banko olmasa anında sarmaş dolaş olacağız. Bir an toparlanıyor ve elimi bırakmadan bankodan içeri alıyor beni. Sarılıp öpüşüyoruz. Sonra kollarımdan tutarak, kendininkinin yanına çektiği bir sandalyeye oturtuyor. İlk hoşbeşten sonra çaylarımızı içerken daha ben sormadan anlatmaya başlıyor. Evlenmiş, iki yaşında bir oğlu olmuş. Babası eski demiryolcu olduğu için Sirkeci Garı’nda iş bulmuş. Çamlıca’da bir gecekonduda yaşıyorlarmış. Kıt kanaat geçiniyorlarmış, ama Allaha şükür, çok sevdiği karısının yakın akrabası olan İstanbul Belediye Başkanı onlara kol kanat geriyormuş.

Allah razı olsun, her hafta şoförüyle fileler dolusu yiyecek içecek gönderir. Arada bir kendisi de gelir. Yeğenini çok sever, ona hep oyuncaklar alır. Arada bir de makam arabasıyla bizi İstanbul’da dolaştırır. Onun sayesinde geçinip gidiyoruz Şahinciğim... Yoksa hayat çok zor çok...” diyor. Sonra karısından söz ediyor ve beş vakit namazını hiç eksik etmediğini, kendisinin de onun sayesinde tam bir mümin olduğunu anlatıyor. Dikkat ediyorum, geçmiş yıllara hiç gitmiyor. Acaba benim varlığımdan ve o günleri çağrıştırıyor olmamdan rahatsız mı, diye düşünüyorum ama, hiç öyle bir algı yaratmıyor.

Bir saate yakın kaldıktan sonra kalkıyorum. Biletin parasını almak istemiyor, zorla veriyorum. Beni Gar’ın kapısına kadar uğurluyor ve,

Eve de beklerim Şahinciğim, bir daha geldiğinde mutlaka...” diyor. Ona dönüp,

"Hey gidi Yılmaz Beyri hey, demek ki sen de istemeden, farkında olmadan kurusıkı kafa tutmuşsun önüne gelene" demek geliyor içimden... Karmakarışık ve garip duygular içinde sendeleyerek ayrılıyorum Gar’dan...

Cumartesi, Ekim 21, 2006

Asil Nadir imparatorluğunun son günlerinde


İngiliz Kraliyeti'nin Asil Nadir İmparatorluğu'nu batırmasına beş kala. Antalya'daki Sheraton Voyager otelinin görkemli açılış töreni hazırlıkları sırasında Antalya Liman'da yorgunluk kahvesi içiyoruz. Sol başta Nadir Grubu'nun halkla ilişkiler sorumlusu Nil Adula, yanında grubun halkla ilişkiler danışmanı Betûl Mardin, onun sağında Cemal Noyan'ın yardımcılarından adını anımsayamadığım biri, İmaj'ın sahibi Cemal Noyan ve ben. Tarih 13 Ocak 1990

Çarşamba, Ekim 18, 2006

Pazar, Ekim 15, 2006

Mahzenin diplerinden...

Bir gece yolculuğu

Uykuyla uyanıklık arası... Annemin sıcak nefesi. Gözlerim aralanıyor, karanlıkta zor seçebildiğim iki gözbebeği. Annemin gözbebekleri... Bulanık... Gözlerimi kırpıyorum, yine bulanık... Annem ağlıyor. Bulanık gözlerinden yaşlar akıyor. Uyandığımı görüyor, gülümsüyor... Gözbebeklerim annemin kocaman gözbebekleriyle bütünleşiyor, içimde kabaran korku eriyiveriyor. Kamyonun şoför mahallindeyiz. Karanlık. Kulaklarıma gürültü doluyor. Motor gürültüsü. Şânur’un, bu gürültü başlayınca korkup ağladığını anımsıyorum. Ama ben korkmuyorum. Karanlıkta fersiz ışıklar titriyor, değişiyor, parlıyor, sonra yeniden kayboluyor. Bir de hep sarsılıp zıplıyoruz. Annemin sıcacık göğsü... Saçlarımı okşuyor. Gözlerini silmiş ama hâlâ kıpkırmızı. Gülümsemeye çalışıyor. Soğuk burnumun ucunu üşütüyor. Bir korku dalgası daha kaplıyor içimi. Birden bilincim yerine geliyor, başımı kaldırıp çevreme bakıyorum. Yanımda babamı görüyorum, korkum hemen kayboluyor. Şânur babamın kucağında mışıl mışıl uyuyor. Sallana sallana, sarsıla sarsıla bir yere gidiyoruz. Ama nereye? Karanlıkta yağmur yağıyor. Önümdeki küçücük, buğulu camlardan hiçbir şey göremiyorum. Camların üzerinden yavaş yavaş sağa sola gidip gelen iki siyah çubuk var. Yağmur damlalarını siliyor. Silinen camlardan, yağmurun iplik gibi inişini bir görüyorum, bir kaybediyorum. Kocaman bir el kirli bir bezle camlardaki buğuyu siliyor, ama silemiyor. Yeniden korkuyorum... Ağlamak geliyor içimden, dudaklarım büzülüyor. Gözlerime babamın yanında oturan, şoförün kocaman elleri takılıyor. Elleri gibi kocaman ve siyah bir simiti tutmuş, titrek hareketlerle oynatıyor, sağa sola çeviriyor. Takılıp kalıyorum o görüntüye. Beni büyüleyen, o kocaman siyah simitin alt tarafındaki ondüleler. Adam kalın parmaklarını ondülelere uydurup simiti sağa sola çeviriyor, bazen de simit o kocaman parmaklar arasında kendiliğinden sarsılarak hareket ediyor. Başımı kaldırıp yüzünü görmeye çalışıyorum. Yüzü karanlıkta kapkara; gözleri boncuk gibi parlıyor. Annemin kollarında yeniden uyuyuncaya kadar bakıyorum ona. Beni görmesini istemediğim için gözlerimi yumuyorum. Uyandığımda karanlık gitmiş ama, hava hâlâ aydınlık değil. Yağmur devam ediyor. Oturduğumuz yerden iniyoruz. Yağmur üzerimize yağıyor. Annem başıma bir şey örtüyor, çevremi göremiyorum. Öfkeyle atıyorum üzerimden. Annem kızıyor. Şânur annemin kucağında. Kamyon yağmurun altında duruyor ama, hâlâ hırıltılar çıkararak sarsılıyor. Babam oradaki insanlarla bir şeyler konuşuyor. Sonra açılan kapıdan bir bahçeye giriyoruz. Başında yemeni örtülü yaşlı bir teyze karşılıyor bizi. Renkli camları olan bir evin kapasından giriyoruz. Kocaman bir ev, girdiğimiz oda tıpkı bizim evimizdeki gibi. Halı örtülü sedire oturuyoruz. Biraz sonra anneme benzeyen bir kadınla küçük bir kız da geliyor yanımıza. Anneme hep bir şeyler soruyorlar. Annem bir gülümsüyor. Bir ağlıyor. Biraz sonra yere bir örtü serilip bir honça konuluyor. Honçanın çevresine diz çöküp, bağdaş kurup oturuyoruz. Suyla yumuşatılmış ekmek, peynir, zeytin, tereyağ konuyor honçanın üzerine. Bir de sonradan adının büzeyden olduğunu öğrendiğim reçel gibi bir şey. Babam da geliyor dışardan. Sıcak süt dolduruluyor bardaklara. Şânur yaramazlık yapıp sütü içmiyor, annem ona kızıyor. Babam o yaşlı teyzeyle konuşuyor, anahtar, diyor. Biraz sonra bir amca gelip hoşgeldiniz diyor ve babama bir anahtar veriyor. Kocaman, kapkara demirden bir anahtar. Annem beni sedirin köşesine Şânur’un yanına yatırıp üzerimize bir ortü örtüyor. O kocaman anahtar sallanıyor gözlerimin önünde, yeniden uyuyuyorum.

Günaydın Bor!..

Bor’dayız... Niğde’nin en yakın ilçesi. Yıl 1942... Maliyede memur olan babam Nevşehir’den Bor’a atandığı için geldik buraya. Nevşehir’den, annemin, anneannemin, teyzelerimin ve komşuların göz yaşları içinde ayrıldık. Orada bıraktığımız anneannem ve iki teyzem, daha sonra gelecekler. Nevşehir’de, burada doğdun dedikleri evi çok iyi anımsıyorum. Yıllar sonra Nevşehir’e döndüğümüzde yine o evde yaşadım. Bir de dedemi ve ölümünü anımsıyorum. Çarşının içinde ve taştan yapılmış kalın duvarlı iki katlı bir evdi. Yaz geceleri evin toprak damında yatardık. Kışları ise buz gibi soğuk olan kilerden çömlek peyniri ve taneleri buruş buruş olmuş hevenk üzümleri çıkarır yerdik. Ailenin ilk çocuğu olduğum için beni çok severlerdi. Nedendir bilemem, kocaman gülleri olan bir entariyle çektirdikleri fotoğrafımı bana gösterip, “kim bu?” diye sorarlar, ben de hep “hayullah” derdim ve gülüşürlerdi. Kendimi, komşumuzun oğlu Hayrullah sanırdım.

Bor’a geldiğimizde henüz beş yaşımdayım, ama o yıllarda yaşadıklarımın pek çoğu pırıl pırıl durur belleğimde. Belki de acılarla dolu olduğu için... Günler geçtikçe ve aklım ermeye başladıkça bir savaş yaşandığını, kimi insanların bu savaşta, kimilerinin de savaşmasalar bile yokluktan ve açlıktan bulundukları yerde öldüğünü öğreniyorum.

Annem hep, “Bizi evimizden barkımızdan ettiler, nasıl yaşayacağız elin memleketinde” diye ağlayıp duruyor. Babam sabahları işe gidiyor, Şânur’la ben hep annemle kalıyoruz. Şânur benim küçük kardeşim. Adı Şahinur; ben Şahinur diyemiyorum, annem de babam da bana gülüyorlar. Onunla bir olup komşu çocuklarıyla oynuyoruz akşama kadar. İlk geldiğimizde evlerine gittiğimiz komşumuz çok zengin, çoğu zaman onların bahçesinde oynuyoruz. Münevver Teyze bizi sık sık çağırıp, üzerine tere yağı ve büzeyden sürülmüş mısır ekmekleri veriyor,

“Sokağa çıkmadan yeyin, başka çocuklar görmesin” diyor. Önceleri anlamıyorum, o çocuklar da istemesin diye böyle söylediğini düşünüyorum. Aklım erdikçe o çocukların hiç büzeyden yemediklerini öğreniyorum.

Babam akşamları eve geldiğinde çok öfkeli oluyor. Hep savaştan söz ediyor.

“Kıtlık var, insanlar açlıktan ölüyor, biz halimize şükredelim” diyor. Annem hep bulgur pilavıyla üzüm hoşafı pişiriyor. Bazen de erişte... Biz onları, gelirken Nevşehir’den getirdik. Yufka ekmek yiyoruz. Annem, kamyonda gelirken kırılıp ufalandığını söylediği yufka parçalarını eliyle su serpip ıslatıyor, sonra da bezlerin arasında bekletiyor. Öğleleri de o yufkaların içine Nevşehir’den getirdiğimiz çökelekleri koyup dürüm yapıyor. Dürümden sonra pestil ve tarhana veriyor bize. Şânur pestili hiç sevmiyor, ağzında ıslatıp ıslatıp atıyor. Annem de ona çok kızıyor. Annem bir de pestille tarhanayı alıp sokağa çıkmamıza kızıyor, Münevver Teyze gibi... Sokağa çıkarken, yalnız kuru üzüm koyuyor cebimize...

Babam bir akşam kıyma aldığını söylüyor anneme ve paketi veriyor. Annem de Nevşehir’den getirdiğimiz kuru patlıcanlarla dolma yapıyor bize. Bir tabak da benimle Münevver Teyzeler’e gönderiyor. Münevver Teyze de tabağa kaysı kurusuyla dut kurusu dolduruyor. Eve götürürken dutların birazını yiyorum. Annem anlamıyor. Anlasa bana çok kızacağını biliyorum.

Bakmıyor çeşmi siyah...

Bir süre sonra Münevver Teyzeler’in mahallesinden taşınıyoruz. Babam daha iyi bir ev bulduğunu söylüyor. Hükümet Konağı’na daha yakınmış. İki katlı o eve taşınıyoruz. Yeni evimiz Hükümet Meydanı’ndan girilen sokağın hemen başında. Karşısında iki katlı taş bir bina var. Sonradan Kütüphane olduğunu öğreniyorum. Yeni evimiz iki katlı. Önünde topraktan bir avlu var. Taş merdivenlerden ikinci kata çıkıyoruz. Orada da, biri arkada biri önde iki oda var.. Öndekinin pencereleri yola ve Halil Nuri Yurdakul Kitaplığı’na bakıyor. Biraz daha uzakta da Polis Karakolu görünüyor. İki katlı. İkinci katının önündeki toprak damda borulu bir gramofon var. Kalın sesli bir adam hep Anadolu Ajansı diye başlayıp, savaştan, Almanlar’dan, Fransızlar’dan, Hitler diye birinden, İsmet Paşa’dan söz ediyor. Ben hiçbir şey anlamıyorum ama, annemle teyzem duyunca çok korkuyorlar, Hitler denen adama beddua etmeye başlıyorlar. Daha sonra da ince sesli bir kadın, bakmıyor çeşmi siyah, diye şarkılar söylüyor. Annem onun Hamiyet Yüceses olduğunu söylüyor.

Öndeki odamızın duvarındaki küçük rafta radyo var. Adı Siera. Arada bir kuş cıvıltıları gelince adamın biri, “Şşşşşt Siera çalıyor!” diye kuşları azarlıyor. Ben de herkese “Şşşşşt Siera çalıyor” demeye başlıyorum. Annemler gülüp başımı okşuyorlar. Hayriye Teyzem'e hep radyodan nasıl sesler geldiğini soruyorum. O da içinde parmak adamlar olduğunu, onların konuştuğunu ve şarkı türkü söylediklerini anlatıyor. O parmak adamları görmek için kimse yokken sandalyeye çıkıp bakıyorum ama, radyo kutusunun her yeri kapalı, hiçbir şey göremiyorum.

Anneannem, hep mısır ekmeği yapıyor? Onun tepsiye koyduğu mısır hamurunu Samiye Teyzem'le birlikte çarşıdaki fırına götürüyoruz. O benim küçük teyzem. Benden daha büyük ama, onunla hep oyun oynuyoruz. Bir gün fırında ekmeğimizin pişmesini beklerken o elimden tutup beni başka sokaklara doğru götürüyor. Bir kalabalık var. Onların arasına zorla giriyoruz. Duvarları yıkık kerpiç bir evin içi görünüyor. Tavanda boynundan asılı bir adam sallanıyor. Evin önünde yere oturmuş bir kadınla iki çocuk ağlaşıp duruyor. İçim bulanıyor. Teyzem, “yazık, kendini asmış” diyor. Sonra polislerle jandarma dedikleri askerler gelip herkesi kovalıyor. Korkarak kaçıp fırına geliyoruz. Fırının önünde hep fakir adamlar, kadınlar, çocuklar var. Önceleri onlardan korkuyorum ama, bir şey yapmıyorlar. Hep yüzümüze bakarak orada öyle duruyorlar. Bazı amcalar teyzeler fırından çıkınca onlara ekmek veriyor. Biz, kabarıp tepsiden taşan mısır ekmeğini, üstünü örten bezin uçlarıyla tutup elimiz yana yana eve getiriyoruz. Onlar arkamızdan hep bakıyorlar. Eve gelince anneannem mısır ekmeğini dilim dilim kesiyor, önce Şânur’a, sonra da teyzemle bana veriyor. İçi sapsarı göz göz olan mısır ekmeğini çok seviyorum ama, annem de, büyük teyzem de babam da sevmediklerini söylüyorlar. Annem içini çekip,

“Davut Ağa’nın somunu olmalıydı şimdi” diyor. Davut Ağa’yı biliyorum. Nevşehir’de fırını var. Dedem bana, mühürünü basıp yuvarlak yuvarlak kestiği kartonları verir,

Hadi bu bilatlarla (bilet) Davut’tan ramazan pidesi al bakalım benim aslan torunum” derdi. Davut Ağa, sıcacık pideleri kollarımın üzerine koyardı. Fırının karşısındaki evimize gelirken dedem pencereden beni izlerdi. Eve gelince beni kucaklar,

Torunum bana pide aldı” diye yanaklarımdan üstüste öperdi. Dedem öldü.

Babam her sabah işe gidiyor. Bazen de birkaç gün eve gelmiyor. Sonra bir gün beni de ata bindirip yanında köylere götürüyor. Âşar Memuru diyorlar ona. Köylüler ondan kaçıyor. Babamın tabancası var, ama hep benden saklıyor. Kimi köylüler de beni harman yerine götürüp düvene bindiriyorlar. Çok seviyorum düvene binmeyi. Önümdeki öküz ağır ağır yürürken, düven sapsarı ekinlerin üzerinden hışırtılar çıkararak kayıyor. Önce boynum, sırtım, sonra her yerim kaşınıyor. Akşam kilise dedikleri bir yerde yatıyoruz. Kaşınmaktan hiç uyuyamıyorum. Nakşiye Öğretmen diye birisi de Âşar memuru... O da bizimle kilisede yatıyor. Ertesi gün ben hastalanıyorum. Hemen Bor’a dönüyoruz.

Kör Kemancı

Ateşler içinde yatıyorum. Anneannem geceleri hep dualar okuyup yüzüme üflüyor. Serin serin üflemesinden hoşlanıyorum. Bir de keman sesinden. Geceleri sürekli keman sesi geliyor yanımızdaki evden, ama gündüzleri kesiliyor. Annemler hep konuşuyor. Adam çok zenginmiş eskiden. Kaza geçirip kör olunca fakirleşip doğduğu yere Bor’a gelmiş. Yalnız yaşıyormuş. Kör olduğu için çok iyi keman çalıyormuş. Anneme niçin kör olduğu için iyi keman çaldığını soruyorum. Kör olanların parmaklarıyla gördüğünü ama, bizim gördüklerimizi göremediklerini söylüyor annem. O adam bazen bir elinde keman kutusu bir elinde baston Evrenlerin evine gidiyor. Evren benim arkadaşım. Babası albay... Evren Kemancı’nın çoğu akşam evlerinde keman çaldığını, onu çok sevdiklerini, babasının ona zorla para verdiğini söylüyor. Sonra Evrenler Bor’dan başka yere gidiyorlar. Çok üzülüyorum. Bir gün Şânur’la sokaktan eve döndüğümde annemin de teyzemin de çok ağladığını görüyorum. Annem, Kör Kemancı’nın açlıktan kendini astığını, evinde ölü bulunduğunu söylüyor. Sonra hıçkırarak,

“Albaylar ona yiyecek içecek veriyordu. Onlar gidince adamcağız sahipsiz kalıp açlıktan öldü. Biz niye hiçbir şey yapamadık” diyor. Sonra bir daha hiç keman sesi gelmiyor geceleri. Akşam babam geldiğinde annem hâlâ ağlıyor. Babam da çok üzülüyor. Annemin ağlaması devam edince ona kızıyor,

“Hanım, sen ne diyorsun?.. Ağlamayı kes de haline şükret... Bugün iki kişi daha kendini asmış açlıktan. Birisinin üç tane de çocuğu varmış...” diyor. Anneannem ellerini iki yana açıp dualar okuyor. Babam radyoyu açıp ajans haberlerini dinliyor. Radyodaki adam, Almanlar Majino hattına dayandı, diyor. Ne olduğunu bilmiyorum ama, Majino sözcüğü çok hoşuma gidiyor. Ertesi gün önüme gelene majino majino demeye başlıyorum.

Annem kızıyor, Hükümet Konağı’na babamın yanına gönderiyor. Akşam babamla çıkıyoruz. Babamın elinde bir paket var. Bizim sokağa girmeden önce, teyzemle birlikte, karneyle somun, şeker, un almaya gittiğimiz bakkalın yanında Kasap Cemal’in dükkânı var. Oraya gidiyoruz. Çengellerde kırmızı kırmızı etler asılı. İlk kez bu kadar eti bir arada görüyorum. Kasap Cemal şişman, göbekli, kıpkırmızı yüzlü, siyah kalın kaşları ve kocaman bıyıkları olan birisi. Ceketi göbeğini örtemiyor, içinde yeleği var. Yeleğinin cebinden de köstekli saatinin sapsarı zinciri sarkıyor. Babam onun altın olduğunu söylüyor. Kasap Cemal, ellerinin baş parmaklarıyla işaret parmakları yeleğininin ceplerinde, göbeği önde babama doğru yaklaşıyor.

“Ooo Mustabey hoş geldin. Uğramıyordun epeydir. Maşallah maşallah mahdum da yanında” diyor ve çiğ et kokan tombul parmaklarıyla yanaklarımı okşuyor. Biraz kıyma alıp çıkıyoruz. Eve geldiğimizde babam elindeki paketleri anneme veriyor,

“Bak hanım, bu Sümerbank kumaşı, vesikayla verdiler. Paramız olunca Kasap Cemalinki gibi yelekli bir elbise diktireceğim. Bu da kıyma, yarın börek yap da karnımız bir güzel doysun, bıktım mısır ekmeğiyle bulgur pilavından” diyor. Sonra da eliyle şişirdiği göbeğine şaplaklar vurarak anneanneme dönüyor,

“Validanım, bir gün Kasap Cemalinki gibi göbeğim olacak benim de, yakışır değil mi?” diyor. O zaman, babamın dükkândayken Kasap Cemal’e nasıl imrenerek baktığı gözlerimin önüne geliyor. Anneannem,

“Allah can sağlığı versin yavrum, her şeyin başı sağlık” diyor. Babamın iki tane altın dişi var. Yalnız gülerken görünüyor. Nevşehir’de ona herkesin Altındiş Mustabey dediğini anımsıyorum. Babam öyle demelerinden çok hoşlanıyor. Bir de yürürken ayakkabılarının gırç gırç diye gıcırdamasından... Zaten babam evde hep ayakkabılarını gıcırdatarak yürüyor. Ben de onun gibi yapmak istiyorum, benim ayakkabılarım gıcırdamıyor.

Günler geçiyor. Annemle teyzem hep roman okuyup okuyup ağlıyorlar. Bazen öyle çok ağlıyorlar ki, başlarının ağrıdığını söylüyorlar. Gözleri kıpkırmızı oluyor. Alınlarına ıslak tülbentler, yemeniler bağlıyorlar. Beni hep evimizin karşısındaki kütüphanenin müdürü Ragıp Bey’e gönderiyorlar. O da benim geri getirdiğim kitapları alıp yenilerini veriyor. Okuma yazma bilmiyorum ama, kitapların adını da kimlerin yazdığını da ezberliyorum. Annemlerin en sevdiği, Kerime Nadir’in Hıçkırık romanı. Muazzez Tahsin, Esat Mahmut, Peride Celal, Halide Edip, Reşat Nuri, Halit Ziya aklımda kalan adlar.

Yazın babam Nakşiye öğretmenlerle birlikte, Kemerhisar diye bir köyde bahçe kiralıyor. Nakşiye öğretmenle annesi Zehra Teyze ve kardeşi Şadan Abla bizim yanımızdaki evde kalıyorlar. Babam atına binip köylere gidiyor, biz onlarla birlikte kalıyoruz. Nakşiye öğretmen de köylere gidiyor. Ama o ata binmeyi bilmiyor. At arabasıyla, bazen de eşekle gidiyor. Babamların dönmesini bekliyoruz. Onlar gelince gene savaştan, kıtlıktan, açlıktan, insanların kendilerini astığından söz ediyorlar. İsmet Paşa’yı çok seviyorlar. Babam hep “Paşa olmasa biz de çoktan harbe girmiştik. Şimdi kıtlıktan kırılıyoruz, o zaman bir de harpten kırılırdık” diyor. İsmet Paşa’yı çok merak ediyorum. Köyde elektrik yok, radyomuz da yok. Hep sokakta çember çeviriyoruz. Zerdali çekirdekleriyle oyun oynuyoruz. Çekirdek oyununda teyzem beni hep yeniyor ama, çemberi ben ondan daha iyi çeviriyorum. Şânur’u oynatmadığımız için ağlaya ağlaya eve gidip anneme şikâyet ediyor bizi.

Önce ben, sonra da Şânur sıtma oluyoruz. Bir de gözlerimiz hastalanıyor. Gözlerimizi hiç açamıyoruz. Annem, “bunlar hep pislikten, bu derenin pis suyundan” diyor. Geceleri de Şânur’la benim başucumda hiç uyumadan oturup, sinekleri kovuyor üzerimizden. Bir gece annem başucumuzda beklerken gürültüler oluyor. Birileri bağırıyor. Annem, teyzemler, anneannem dışarı fırlıyorlar. Çok korkup ağlıyorum. Gürültüden korkup Şânur da ağlıyor. Biraz sonra babam soluk soluğa içeri giriyor. Gözlerimi açamadığım için onu göremiyorum. Daha çok ağlıyorum. Zehra Teyzeler de geliyor. Babam, jandarmayla köylüler arasında kavga çıktığını, köylüleri koruduğu için jandarmaların kendisini de kovaladığını söylüyor. Sonra, “çocuklar iyileşsin de hemen dönelim, ben âşarcı olmak istemiyorum artık” diyor.

Bor’a dönünce Kütüphane Müdürü Ragıp Bey’in kızı Nimet’in öldüğünü öğreniyoruz. Ragıp Bey bize geliyor. Hep ağlıyor. Eczacının yanlışlıkla, ona ilaç yerine Striknin diye bir zehir hapı verdiğini, kızının gözlerinin önünde kıvrana kıvrana öldüğünü anlatıyor. Artık polislerin damından Hamiyet Yüceses’in şarkıları gelmiyor. Yalnız harple ilgili Anadolu Ajansı haberlerini açıyorlar. Annemlar bir süre Ragıp Bey’den kitap istemiyorlar. Bu defa da karşılıklı geçip hep örgü örüyorlar. Radyodan hep alafranga müzik çalıyor. Bazan da şarkılar...

Babam âşar memurluğunu bıraktığı için kaymakamın kendisine kızdığını söylüyor, “tayinimi istedim” diyor. Annem Nevşehir’e gitmemizi istiyor, babam da Niğde’ye... Artık Bor’u hiç sevmiyoruz. Teyzelerimle anneannem bağbozumu için Nevşehir’e gidiyorlar. Annem beni yine Ragıp Bey’den roman istemeye gönderiyor. Ragıp Bey küçülmüş saçları da bembeyaz olmuş. Anneme söylüyorum, "kolay mı, evladını kaybetti” diyor, gözlerinden yaşlar damlıyor.

Okullar açılıyor. Annem Sümerbank’tan krizet alıp bana önlük dikiyor. Bir de Şânur’la birlikte rugan akayabbılar alıyor. Lacivert kısa pantolon, siyah rugan ayakkabılar, beyaz kısa çoraplar, krizet önlük ve beyaz yaka ile aynada kendimi çok beğeniyorum. Cumhuriyet ilkokuluna kaydım yapılıyor. Okulu çok seviyorum. Esin diye bir kız arkadaşım var onu da çok seviyorum. Ama iki ay sonra babamın Niğde’ye tayini çıkıyor ve Esin’den ayrılmak zorunda kalıyorum.

Cuma, Ekim 06, 2006




Pazarlama Blogları Karnavalı'nın ev sahipliği bu hafta bana verildi. On bir haftadır süren bu etkinlik, birbirinden değerli görüşlerin bir araya gelmesini sağlıyor ve pazarlama konusunda önemli bir kaynak oluşturuyor.

Daha önceki karnavallara, gönderilen yazıların sunumlarını ev sahibi kendi algıladığı gibi yapıyordu. Ortaya bir algı sorunu çıktığında söylenmek istenenin değil, algılananın sunulması kaçınılmaz oluyor. Bu kez ben bir değişiklik yaptım ve yazı gönderen dostların sunumlarını da kendilerinin yazmasına olanak sağladım. Yani, ev sahipliği ötesinde hiç kimsenin işine burnumu sokmadım ve umarım iyi bir iş yaptım.

Yazılarıyla XII. Pazarlama Blogları Karnavalı'na katılan dostlarımı şimdiden kutluyorum.

İŞTE BU HAFTANIN KARNAVAL YAZILARI:

Arzu Cihangir Pazar-lamaca'da kadınlardan bahsediyor.

***
Madem öyle!
Madem her şey serbest, ben de böyle bir yaklaşım geliştirdim. Bu arada Arzucuğum, hiç bu beyefendinin sağ yanını boş bırakmıyorsun. Yine ilk sırayı kapmışsın. [ OKUMAK İSTEYEN RESME TIKLAYABİLİR! ]


***
Ben de hemen A. Selim Tuncer'in arkasına ekleyeyim yazımı, zira konu onun yazısından esinlenerek ortaya çıktı.

Tom Peters, başarılı bir stratejinin bir planlama sürecinin sonucu olduğunu ortaya koyabilen ilk pazarlamacıya 100 dolar vereceğini söylemiş bir zamanlar. Ancak bu parayı hiç ödememiş. Ben de bu hafta soruyorum sizlere; “Stratejik pazarlama planları gerçekten işe yarar mı?” diye. Hadi bakalım, buyurun... Zeynep Özata - Blogistan

***

Bir ufo, Loch Ness gölü canavarı ve bir hayalet.

Sakın korkmayın, resme tıklayın!

***

Bu hafta PazarOla! için hazırladığım yazı, Şahin Beyin şanına yakışır, özgürlüğü ve güveni içeren uygulamasıyla biraz ilintili olunca dayanamadım.
Yüzlerdeki maskeler oldum olası canımı sıkar. Aldatma niyeti sezdiğimde iyice gerilirim. Sahte yakınlıklar, endirekt hareketlerden rahatsız olurum.
"Bakanı da aldatmışlar" haberi ile geçenlerde karşılaştığım bir araştırma ve yaşadığım bir olay birleşince "Dürüstlük de Pazarlanmak İster" başlıklı yazı ortaya çıktı.
Şahin Beyi bu şeffaf, doğal, yorumsuz ve maskesiz uygulaması için özellikle kutluyorum.
İsmail Kaya, PazaOla!

***

Pazarlama Karnavalı'na getirdiğin yenilikçi yaklaşımdan dolayı tebrikler Şahin Ağbi. Bu uygulama ile blog dünyasında "güven" duymanın sınırlarını genişlettin.

Fikir Atölyesi'nden karnavala gelen yazı; yeni fikir, icat etmek, yaratıcılık, kopya çekmek ve esinlenmek gibi kavramları sorguladığım "Sahtekar Olmayan Taklitlere Razı Olmak."

Tunç Kılınç.

***
Merhaba.
Ya aslında garip bir duygu içindeyim şu anda:) . Sanki Şahin Bey bana evinin anahtarını vermiş, (ki kendisi beni tanımıyor bile) ben de eve girmişim ve içerde bana ait eşyaları eve yerleştiriyormuşum gibi hissediyorum. Kaygı verici bir durum aslında. Aslında daha önce yaşamadığım bir deneyim bu. Başkasının bloguna gir ve posta yazıp çık. :)
Deneyim demişken, farklı kaynaklardan derlediğim "21 Güncel Strateji" başlıklı yazıda deneyim yaratmanın özellikle öneminden bahsediliyor. Beklerim...
Sevgiler isbn barış
***

Benden de Bir Merhaba,
Kendimi geç kalmışım gibi hissediyordum; kalmamışım. Şahin Bey'in şifreyi tüm e-mail grubuna yollamasını ve bize duyduğu güveni bu sayede göstermesini takdir ettim : )

Bu hafta karnavala "
Rock-İçecek-Festival; Bir Bermuda Üçgeni" başlıklı yazımla katılıyorum. Neden derseniz, Rock'n Coke festivalini pazarlama başarısı olarak görmediğimi bir kez daha vurgulamak istedim. Hatta içimden bir ses diyor ki Sergio Zyman da bana katılabilirdi bu konuda ("bak sen bu alçakgönüllü duruşa diyenler" arkadaşların Bildiğimiz Reklamcılığın Sonu isimli kitabın sponsorluklar bölümünü okumalarını tavsiye ediyorum).
Size keyifli okumalar (diyorum ki ben yazarken çok keyif aldım, umarım siz de okurken çok keyif alırsınız :) )

Gaye

***
Ben de (Alemşah Öztürk) araya gireyim o zaman ( zira sona yazamadım bir türlü ) :

Antifit'ten merhabalar ve bu haftaki konumuz : MTV sizin işlerinizi yayınlıyor!

MTV Flux, MTV’nin Ingiltere’de sürdürdüğü bir proje. Kullanıcılara ses, görüntü ve görsel malzemeler vererek kendi tasarımlarını, animasyonlarını, motion grafik’lerini yapmalarını ve göndermelerini istiyorlar. Gönderilenlerden başarılı bulunanlar hem ödüller kazanıyor, hem de MTV’de yayınlanıyor. Güzel bir teklif, site de başarılı, marketing olarak da “kullanıcı odaklı içerik” konusunun iyi örneklerinden birisi olacak diye düşünüyorum.

Link : MTV Flux

***


Bazı konular vardır. Tartışmaya açıktır. Bir web sitesinin görünümünün güzel olup olmadığı gibi. Bazıları beğenir. Bazıları beğenmez. Sana göre çok donuk renkleri var. Bana göre sade ve ciddi. Sen fontları çok klasik bulursun. Ben ise olması gerektiği gibi.

Bir web sitesinde neyin doğru neyin yanlış olduğunu her zaman keskin çizgilerle söylememiz mümkün değil.
Fakat tartışmaya gerek duyulmayacak bir şey vardır. Ki o’da “Bir web sitesinin navigasyonun yani site menüsünün kullanışlı olması gerektiği”.

Web sitenizin menüsü karışık ve kullanışsızsa ziyaretçiniz sitede kaybolma riskiyle karşı karşıyadır.

Nuran Yıldız’ın Sabah gazetesinde Yapı Kredi’nin yeni logosu ile ilgili yazdığı yazının başlığından esinlenerek bende bu başlığı attım yazıma.
Yapı Kredi’den “kaybolmayan site menüsü” istiyoruz!

Murat Buyurgan - İnteraktif Yaklaşım
>>>>>>>>>>> Alper Akcan MarketingMa <<<<<<<<<<<<<<<
Sahin abi, ben de kaptım yazımı geldim karnavala. Son dakika oldu gerçi ama, güç olmadı. Zamanında bir yazı yazmıştım girişimcilikle ilgili. "Girişimcilerin başarılı olması için sahip olmaları gereken ilk5 davranış" başlığını taşıyan yazımı getirdim yanımda. Hem de İlk5 blogunu da taşımış olurum bu vesile ile ortama.
>>>>>>>>>>>>>>>>Sevgiler<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<< *** Karnavalı bu hafta ben kapatıyorum.
Doymadıysan makarna da var!
Hokus Fokus - Volkan Vardareli


***

Sevgili dostlar,

Hepinize sonsuz teflekkürler.

fiahin Tekgündüz

Çarşamba, Ekim 04, 2006

Yağmurda piknik


















1982 Eylülü... Merkez Ajans, Adam Yayıncılık, Anadolu Yayıncılık, Ana Basım çalışanları ve dostlar, Bilezikçi Çiftliği'nde piknikteyiz. Meteorolojinin yağmur uyarısını dinleyen kim... Abant Çiftliği'nin, birbirinden nefis mezeleriyle dolu masalar, çevrilen kuzular, cızır cızır et kokan mangallar ve sular seller gibi yağmur ve rakı...

Kimler yok ki piknikte. Nazar Büyüm, İnci Asena, Duygu Asena, Ersin Salman, Cemal Süreya, Burhan Şenatalar, Cevat Çapan, Memet Fuat, Ömer Vargı, Mine Vargı, Suat Kamçılı, Yücel Uzmen, Yavuz Kösemen, Ümit Ökten aklıma geliverenler. Kararlıyız ya, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında bile eğlenebiliyoruz. Hem de nasıl... En keyiflendiğimiz şey de, yarıya kadar rakı doldurduğumuz bardakları havaya tutup yağmurla sulandırmak...

Ara ara güneş açıyor ve tam yağmur bitti derken yeniden sular altında kalıyoruz, ama yılmıyoruz. Akşam üzeri arabalara otobüslere doluştuğumuzda iliklerimize kadar ıslanmış durumdayız. Böyle bir eğlence unutulabilir mi? Fotoğraftakiler Ömer Vargı, Suat Kamçılı ve ben...