Salı, Kasım 28, 2017

PANTOLON MU KİTAP MI



            Ankara yıllarıma nereden nasıl devam edeceğimi kestirmekte doğrusu zorlanıyorum. Çünkü hepsi, en küçük anı kırıntıları bile benim için öylesine değerli ki, bir yandan bu duygunun baştan çıkarıcılığını bir yandan da bir gün bunları okumaya kalkışanların dudak bükerek ‘bana ne bunlardan’ dediğini duyar gibiyim. Ama madem ki F klavyenin başına geçtim, o halde yazmalıyım.

            Ailece Ankara’ya yerleşeli bir yılı geçtiği halde, kendimizi bir türlü Ankaralı hissedemiyorduk. Özellikle babam ve ben her gün, başkent sosyetesinin odak noktalarından biri olan Devlet Tiyatro ve Operası’nın “snob” ortamında yabancılığın en zorlusunu yaşıyorduk. Bu durum, yaşı ve babacan tavırları nedeniyle belki de babam için büyük bir sorun oluşturmuyordu, ama hayata yeni yeni tutunmaya çalışan ve önemli beklentiler içinde kıvranan ben, hemen her gün yeni bir şok, yeni bir düş kırıklığı yaşıyor, ertesi güne aynı beklentiler ve aynı hayata asılma duygusuyla başlıyordum. Zaman zaman aldırmamama rağmen içinde bulunduğumuz ortamda beni en çok yaralayan durumlardan biri kılık kıyafetimdi. Hem taşralı giyimi bir türlü üzerimden atamıyor hem de gerçek kentliler gibi giyinebilmeye gücüm yetmiyordu. Yoksulluğun yarattığı aynı duygular üç yıl yaşadığım yatılı Niğde Lisesi’nde de içimi kavurmuş, benim gibi kılıksız olanlara bakarak teselli bulmuştum. Tiyatro ve operadaki sanatçılar bir yana, benim gibi memur olan kesim bile giyim kuşamına özen gösteriyor, özellikle karşı cinse kendini beğendirme duygusunun ezikliği altında zaman zaman aşırılığa kaçanlar oluyordu. Çünkü tiyatro ortamı özellikle erkeklerde bu duygunun dolup taşması için son derece kışkırtıcıydı.

            Üzerimde, Samanpazarı’ndaki bir iş hanında terzilik yapan Nevşehir'li, ortaokul arkadaşım Eyüp Özbaba’nın Sümerbank kumaşından bir yıl önce diktiği ve her gün tepe tepe giyilmekten ahı gitmiş vahı kalmış elbisem, ayaklarımda pençe üstüne pençe vurulduğu için artık rengini bile kestirmek mümkün olmayan boyasız ayakkabılarım, sırtımda yine bir yıl önce Yeni Karamürsel’den bilmem kaç taksitle aldığımız kiremit rengi trençkotumla tam yoksul bir taşralı genç görünümündeydim. Arada bir sırf bu nedenle ilgi çektiğimi düşünüyor ya da böyle bir duyguyla avunuyordum. Bugün, o günlerde işyerinde bile hep elimde bir kitapla dolaşmam böyle bir kompleksin tezahürü müydü acaba diye düşündüğüm oluyor. Kısa sürede dost edindiğim Karadenizli Muhasebe Memuru Galip Onat masamdaki ya da elimdeki kitabı gösterip, “Yakışıklım, bırak şu kitapları da kılığını kıyafetini düzelt” dediğinde içim burkulmuş, verecek cevap bulamamıştım. Bir gün zavallı annem, pantolon ütüleme becerisini bir yıl boyunca üzerinde geliştirdiği için kumaşı parlamış, dizi çıkmış pantolonumu gösterip babama,

            “Mustafa, biliyorum senin de kalmadı ama, bu çocuğa bir elbise diktirsek, insan içine çıkamaz hale geldi” demiş, babamsa çaresizlikten duymamış görünmeye çalışmıştı. Bir cumartesi annem, mutfak parasından zarzor artırdığı on dokuz lirayı avcumun içine koymuş,

            “Oğlum, Ulus’taki Sümerbank’a git de iki pantolonluk kumaş al kendine. Eyüp’e diktirirsin, giyecek bir şeyin kalmadı” dedi. Onun bu parayı nasıl artırdığını bildiğim için, hiç içimden gelmediği halde, aşırı ısrarına dayanamayıp almak zorunda kaldım. Sonra da kendimi Ulus Meydanı’na vurdum. Her şeye rağmen pek keyifliydim, uzun süredir böyle bir para geçmemişti elime. O günlerde, Ulus'taki ünlü Karpiç Lokantası ve çevresindeki eski binalar yıkılmış, yerine, ortada büyük bir boşluğu ve çevresinde tek katlı dükkânları bulunan 'Yeni Çarşı' adıyla bir çarşı oluşturulmuştu. Şimdi yerinde sanırım modern bir çarşı yükseliyor. Öğle saatleriydi. Çarşı'nın kapısındaki Uğrak Büfe'den bol hardallı bir sosisli sandviçle karnımı doyurdum; ayakları garip bir şekilde beni çarşının içine sürüklüyordu. Ellerim cebimde bir süre yeni açılan dükkânların vitrinini seyrettikten sonra kendimi, çok özenli ve çekici biçimde kitaplarla bezenmiş geniş iki vitrinin önünde buldum. Bu dükkân da yeni açılmıştı ve adı Öğretmen Kitabevi’ydi. Neler yoktu ki vitrinlerde?.. Varlık Yayınları’nın neredeyse tümü, Seçilmiş Hikâyeler ve Dost Yayınları, Akba ve Remzi kitabevlerinin son kitapları, Milliî Eğitim Bakanlığı’nca yayımlanan klasikler, neler neler... Ama bunlar içinde en çok yüreğimi hoplatan Yeditepe Yayınları oldu. Varlık Yayınları gibi cep kitaplarından oluşan Yeditepe Yayınları’nın en çekici yanı, rengârenk grafiklerle bezenmiş karton kitap kapaklarıydı ve vitrinin bir köşesi bunlarla donatılmıştı. Kimler yoktu kitaplarda?.. Çehovlar, Necati Cumalılar, Behcet Necatiler, Salâh Birseller, Fikret Adiller, Oktay Rifatlar, Burhan Arpadlar, Kemal Bilbaşarlar...

            Kendimi kaybetmişçesine çakılıp kalmış ve hayallere dalmıştım vitrinin önünde. Aradan ne kadar geçti bilemiyorum, belli ki bir süredir hayran hayran bakışımı izleyen orta yaşlı bir görevli kibar bir şekilde içeriye davet etti beni. Bu arada son derece ölçülü ve dikkatli bir şekilde neyin nesi olduğumu da sorgulamaya başlamıştı. İşte olan da ondan sonra oldu. Beni ciddî bir müşteri sanmış mıydı bilemiyorum ama, dükkândan iyi bir müşteri olarak çıkacağım kesindi. Raftan bir grup kitap alarak tezgahın üzerine yaydı. Bu kez tuzağın tam ortasındaydım. Ikınıp sıkınarak, Yeditepe Yayınları’nın tümünün kaç kitap olduğunu sordum. Aklımda yanlış kalmadıysa, sadece otuz-kırk kadarının ellerinde bulunduğunu söyledi. Hepsinin ne kadar tuttuğunu sordum. Adam şaşırmıştı. Kitapların bir bölümü yetmiş beş kuruş, bir bölümü bir liraydı. Ellerindeki kitapları, liste üzerinden hesapladı. Yirmi dört lira tutuyordu ve pantolon kumaşı almak artık benim için yıldızlar kadar uzak bir hayaldi. Ama cebimdeki para da kitaplara yetmiyordu. Adam durumu anlamıştı,

            “Hepsini alacaksanız, size bir indirim yaparız” dedi, sonra da yeniden hesapladı kitapları. İşte o anda inanılmaz bir şey oldu. On dokuz lira tutmuştu bu yeni hesap. Yani yüzde yirmi indirim yapmış, sarkan yirmi kuruşu da dikkate almamıştı. Sevinçten uçacak gibiydim. Cebimdeki parayı olduğu gibi çıkarıp cam tezgâhın üzerine koydum. Gördüğüm itibar ölçüsüzdü. Alelacele mukavva bir kutu bulundu ve özenle yerleştirildi kitaplar. O gün koltuğumun altında o kutuyla Ulus’tan Demirlibahçe’ye nasıl uçarak gittiğimi anlatamam. Tâ ki, evin kapısına gelinceye kadar... Durumu nasıl açıklayacaktım? Benden pantolon kumaşı bekleyen annemin önüne kitap kutusunu nasıl koyacaktım? Olan oldu, önce şaşkınlık, sonra burulup kırılma ve biraz nasihat, daha sonra da, yakınmaktan çok gizli gizli bir takdir taşıyan,

            “Oğlum n’olacak senin bu hâlin?.. Üstünde başında yok, aklın fikrin kitaplarda” sözleri... Evet o kitaplardaydı aklım fikrim. Bir ay süreyle sabahlara kadar hiç uyumadan okuyup bitirdim kitapları. Bu kez de uyumadığım için sağlığımdan endişe edilmişti... Hattâ babamla bir olup beni doktora bile götürmüşler, o da uyumamamın nedenini vücutta fosfor eksikliğine bağlamış ve 'Fosfogenol' diye bir ilaç yazmıştı. Bir yandan da doktorun önerisi üzerine bana günlerce, kaynatılmış kemik suyu içirdiler, iliklerdeki fosfordan yararlanabilmem için. Ama bu uykusuzluk hastalığının bende birkaç yıl sürmesini önleyemediler bir türlü. Çünkü kitapların, özellikle yeni çıkan kitapların sayısı azalmıyor, artıyordu... Pantolon sorununun nasıl çözüldüğünü inanın anımsayamıyorum ama tiyatro ortamı da beni adam gibi giyinmeye zorlamaya devam ediyordu. Bir defasında kostüm ambarı sorumlusu arkadaşım Faik Avşar, ısrarla boyuma uygun bir pantolon önermiş ama ben kabul etmemiş, eve dönünceye kadar da için için ağlamıştım.


Pazartesi, Kasım 27, 2017





            1955’in yazında gelmiştik Ankara’ya. İlk aylar teyzemlerin ve Nevşehirli dostların ağırlamalarıyla geçti. Kaç kez Gençlik Parkı’na götürüldüğümüzü ve semaverli çay bahçelerinde çay ya da limonata içtiğimizi, ailemizin ve özellikle de benim geleceğim konusunun ne kadar tartışıldığını anımsayamıyorum. Bu tartışmalar sonucunda, ailenin çaresizliği ve benim ezikliğim yüzünden hiç itiraz edememiş, daha önce aklımdan bile geçirmediğim Hukuk Fakültesi’ne kayıt ettirilmiştim. O yıllarda öyle ÖSS’ler, ÖSYM’ler falan yoktu. Herkes bileğinin, daha doğrusu kafasının hakkıyla aldığı lise notları ya da her fakültenin bağımsız olarak açtığı sınavlarda kazandığı puanlarla seçiyordu üniversite öğrenimini. Benim lise bitirme derecem Siyasal Bilgiler ve Tıp fakültelerine sınavsız girmeme olanak sağlıyordu ama, her ikisinde de devam zorunluluğu vardı. O nedenle boynumu büküp Hukuk Fakülteli olmayı kabullenmek zorunda kaldım. Bu arada Devlet Tiyatrosu’ndaki imâlat memurluğu görevine de başlamıştım.

            Her sabah Gönül Sokak’taki evimizden çıkar, aynı sokaktaki teyzemin kayınbiraderi Refik Abi’nin (hani şu Devlet Tiyatrosu sanatçısı Mehmet Atay’ın babası) ve bir alt sokaktaki, dönemin önemli Ülkücülerinden ve Türkçülerinden Necmettin Sefercioğlu ile buluşup, Dikimevi, Dörtyol, Hamamönü, Samanpazarı üzerinden yürüyerek Opera binasına gidiyordum. Necmettin Sefercioğlu benden büyüktü. Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin Kütüphanecilik bölümünü bitirmiş, Türkocağı’nda çalışıyordu. Yanılmıyorsam bir yandan da doktora hazırlıkları içindeydi. O, Samanpazarı’nı Atatürk Bulvarı’na bağlayan yokuşun ortasında bizden ayrılıyor ve birkaç yıl sonra kira ile Devlet Tiyatrosu Genel Müdürlüğü’ne devredilerek Üçüncü Tiyatro adını alacak görkemli târihî binadaki Türkocağı’na gidiyordu. Refik Abi ise, İstasyonun yanındaki, Kurtuluş Savaşı yıllarında Mustafa Kemal’in karargâhlarından biri olan tarihi binada bulunan Devlet İstatistik Enstitüsü’nde teknik eleman olarak çalışıyordu. Opera binasının önünde dde ben ondan ayrılıyordum.

            Yarım saat kadar süren yol boyunca Necmettin Sefercioğlu, bardak dibi kadar kalın camlı gözlüklerinin arkasından, küçülmüş soğuk, mavi gözleriyle bakarak sürekli Türkçülükten, Türkçü örgütlerden ve yayınlardan söz ederdi. Bütün kötülüklerin anasının komünizm olduğunu ve görüldüğü yerde başının ezilmesi gerektiğini söyleyenlerdendi. Yıllar içinde önemli başarılar gösterdi, profesörlüğe kadar yükseldi, ABD’deki kimi üniversitelerde öğretim üyeliği yaptı. Ama beni Türkçü ya da Ülkücü yapmayı başaramadı. Aksine, yıllar sonra komünist olduğumu öğrendi mi bilemiyorum. Ötüken, Ülkü, Türk Yurdu, Toprak gibi dergilerde yazıları yayımlanırdı. Kimileriyle sık sık görüştüğü ve ballandıra ballandıra anlattığı ülküdaşları arasında Remzi Oğuz Arık, Nihal Atsız, Osman Yüksel Serdengeçti, Mehmet Ateşoğlu, Fethi Tevetoğlu gibi o dönemin ünlüleri vardı.

            Anadolu’dan yeni gelmiş ve henüz eli yüzü açılmamış bir delikanlı olarak onun ciddî biçimde etkisi altındaydım. Bana Ülkü ve Toprak dergilerine abone olmamı salık veriyordu. Ülkü değil ama Toprak dergisini birkaç kez aldığımı anımsıyorum. Birçok kez de beni Ülkücülerin toplantılarına ve işyerlerine götürdü. Mehmet Ateşoğlu’nun Denizciler Caddesi’ndeki küçük matbaası hâlâ gözlerimin önünde. Necmettin Sefercioğlu’nun can düşmanlarından biri de Varlık Dergisi ve Varlık Yayınları idi. Yaşar Nabi Nayır Türkiye’deki en azılı komünistlerdendi ona göre. Hele Varlık Yayınları’nda kitapları çıkan Mahmut Makal’lar, Talip Apaydın’lar, Nurullah Ataç’lar, Sabahattin Ali’ler, Panait İstrati’ler, Albert Camus’ler, Çehov’lar, Gogol’ler... Hattâ o yıllarda Hürriyet Gazetesi bile Türkiye’nin ve Türkçülüğün düşmanı ve Siyonizm’in Türkiye’deki temsilcisi olarak görülürdü. Ona yöneltilen en ağır eleştirilerden biri de başlığının yanındaki Türk bayrağının renginin tam kırmızı olmamasıydı. Ben bu dehşetli suçlamayı, daha Nevşehir’de ortaokul öğrencisiyken, matematik öğretmenimiz azılı Türkçü Veli Soysal’dan da duymuştum.

            Yol arkadaşlarımdan Refik Abi ise, modernleşmeye yüz tutmuş Anadolulu orta halli bir ailenin tipik temsilcisi, sevecen ve babacan birisiydi. Sefercioğlu'nun görüşlerini başıyla destekler, zaman zaman da tanık olduğu durumlardan örnekler verirdi. Yol boyunca onun ilgisini çeken görüntülerden bir başkası ise genç ve güzel kadınlardı. Son derece edepli ve çelebi bir tavırla onlara hayran hayran bakardı. Necmettin Sefercioğlu'nun olmadığı bir gün bana, yüksek topuklu, ayak bilekleri ve bacakları dolgunca, orta boylu bir kadını göstererek, “Kadını gördün mü kadını, ayak bileklerine bak... İşte Şahinim böylesine doyum olmaz...” demişti.

            Şimdi, 1955 yılında Demirlibahçe’den Atatürk Bulvarı’na sohbet ederek yürüyen bu üçlü bana, o dönemdeki erkek toplumunun ilginç bir profili olarak görünüyor. Birisi yıkılan imparatorluğun kalıntıları arasından çıkabilmek için İttihatçı bir tavırla milliyetçiliğin de ötesinde, ırkçılığa sımsıkı sarılarak bilim adamı olmaya yönelmiş bir genç, o taraklarda hiç bezi olmayan, kentlileşmeyi seçmiş bir Anadolu erkeği, birisi de ‘köyden indim şehire’ şaşkınlığını üzerinden atmaya ve yönünü bulmaya çabalayan lise mezunu bir Anadolu delikanlısı...

            İşin ilginç yanı, ben Türkçü ve antikomünist görüşlerle yıkanmaya çalışılan beynim, ‘doyum olmaz’ kadınların görüntüleriyle perdelenmiş gözlerim ve arayışlar içindeki zihnimle bu ikiliden ayrılır, üç beş dakika sonra da dönemin ünlü komünistlerinden Muhsin Ertuğrul’un yönetimindeki sanat sosyetesinin barınağı Devlet Tiyatrosu’ndaki işimin başına geçerdim. Gerçi hap kadar odam Opera Binası’nın en alt katındaki atölyelerin girişindeydi ve işimin de atölyedeki ihtiyaçları belgeleyerek Evkaf Han’ın birinci katındaki Levazım Müdürlüğü’ne ulaştırmaktan başka ciddî bir yanı yoktu; ama orada kimleri tanımadım, kimlerin sempatisini, hattâ dostluğunu kazanmadım ve kimlerin etkisi altında kalmadım ki... İlerde hemen hepsinden söz edeceğim tiyatro ve operanın ünlü sanatçıları, başta büyük ressam Turgut Zâim olmak üzere dekoratörler Refik ve Halenur Eren, Hüseyin Mumcu, aralarında Turgut Özakman, Sermet Çağan, Orhan Asena, Nâzım Kurşunlu'nun da yer aldığı tiyatro yazarları, yönetici ve teknik kadro elemanları vb... Düşünüyorum da o Demirlibahçe’den başlayan o yol Opera Binası’nda değil de bir başka işyerinde son bulsaydı acaba ben Ülkücü mü olurdum? Bakalım...


Salı, Kasım 21, 2017

Başkentte bir taşralı


            Eski Ankara’yı bilmem bilir misiniz? En güzel yirmi beş yılım orada geçtiği için ben çok iyi bilirim ve çok severim; şimdiki Gökçeklisinden nefret ettiğim kadar...

            Yarım yüzyılı aşkın bir geçmişten, ellili yılların ortalarından söze başlıyorum. Kasabalıktan çıkıp, insanları yabancılaştıran ve yalnızlaştıran, ilişkileri yozlaştıran o hantal ucubeye henüz dönüşmemiş, ölçülü, saygılı ve edepli bir kentten... Hani şimdilerde ‘baskısı’ insanı ürküten ‘mahalle’ yaşamının o dönemde yansıttığı insan sıcaklığıyla yoğrulan bir kentten... 

            O yıllarda henüz kentleşmeye adım atamamış kavruk bir Anadolu kasabası olan Nevşehir’den yeni göçmüşüz Ankara’ya. Bir küçük memur olan babam, o kavruk kasabada sıfırı tükettiği için beni üniversitede okutabilmek bahanesiyle, ne edip edip, aile dostumuz ve ortaokuldan hocam İsa Coşkuner’in desteğiyle Devlet Tiyatrosu’nda bir iş bulup, başkentimize kapağı atmayı başarmış. Demirlibahçe Gönül Sokak’ta, çocuk kakası rengindeki Uluoğlakçı Apartmanı’nın, sonradan belli ki rüşvet gücüyle iki odalı iki katlı uyduruk bir konuta dönüştürülmüş şantiyesinin alt katında oturuyoruz. Babamın geliri ancak elli beş liralık ev kirasına yetebildiği, hattâ yetemediği için, siz deyin kırk, ben deyim elli metrekarelik, rutubetten pasaklı kasaba hamamları gibi kokan, karafatmaların, hamam böceklerinin ve farelerin cirit attığı garip bir yerde yaşıyoruz. Ama başkentteyiz ya, hayatımızdan da pek memnunuz. Birkaç yıl önce Nevşehir’in soylu ve varlıklı ailelerinden Atâbeyler’e kazara gelin giden küçük teyzem, aynı sokaktaki Gönül Apartmanı’nın üçüncü katında pırıl pırıl bir dairede yaşıyor. Aslında teyzemin kocası Tevfik Enişte de babam gibi sıradan bir memur, Devlet İstatistik Enstitüsü’nde çalışıyor, ama onlar aileden varlıklılar ve daha konforlu bir yaşam sürdürüyorlar. Ne var ki, ilginçtir bu büyük farka rağmen, hiç de kıskançlık duygusu yaşamıyoruz; ya da annemle babam yaşıyor da ben farkında değilim.

            Bilincimde ve belleğimde kentlileşmenin ilk izleri bu apartman dairesinin ve çevresinin görüntüleri ve oradaki yaşam biçimiyle çizilmeye başladı diye düşünürüm hep. Birkaç yıl öncesine kadar teyzem ve kocası da bizim gibi birer taşralıydı. Ama, kentin, insanı esir alıp içinde yoğurmaya başlayan o gizemli havasının tadına daha önce varıp, sanki kırk yıldır apartmanda yaşıyormuşçasına içinde buludukları konforu ve lüksü doğal karşılamalarını hayranlıkla izlerdim. Ve inanıyordum ki insanın en güçlü refleksi iyiye ve olumluya uyum sağlamaktı. Bir süre kaymaktan korkarak bastığım, siyah beton ve içindeki kemik rengi çakıl kırıntılarıyla oluşturulmuş cam gibi parlayan karo döşeli koridorlarda ve adının tahta değil de parke olduğunu yeni öğrendiğim, çapraz döşenmiş, pırıl pırıl cilalı, küçük kahverengi dikdörtgenlerle kaplı odalarda yumuşacık terlikleriyle dolaşmalarını çaktırmadan izliyor, bir gün ben de böyle yaşayacağım diye düşünüyordum. Hele bizim evimizden sonra mis gibi lavanta ve sabun kokan havluların asılı olduğu banyolarına girip o buzlu camın arkasındaki nikelaj kaplı duş ve banyo musluğu ile dev bir ayakkabıya benzettiğim süt beyazı banyo küvetini görmüyor muydum, heyecandan boğazım düğümleniyordu. O, akşamları arka cephedeki geniş balkonun loş ışığında, yakındaki açıkhava sinemasının rüzgârda dalgalanarak gelen iç gıdıklayıcı sesin ve porselen tabaklardaki yemeklerimizi çatal bıçak tıkırtılarıyla yerken duyduğum anlatılamaz hazzın, modernleşmenin istimi olduğunu nereden bilebilirdim. Ama şimdi anımsıyorum da, o güdünün benim içimde yıllardır gizli gizli uyuduğunu, küçük bir ışıkta filizlenmekten geri kalmadığını görüyorum.

            Düzgün ve şık giyimin ne anlama geldiğini de o günlerde Tevfik Enişte’yi gözleyerek öğrendim ama olanaksızlıklar yüzünden uzun yıllar kendimde uygulayamadım. İnce yapılı bir adamdı Tevfik Enişte. Giydiklerini öylesine yakıştırırdı ki, bugünün ünlü mağazalarının vitrinine koyun, çiçek bozuğu yüzü dışında, en değerli ve pahalı giysileri sergileyen mankenlerden biri sanırdınız. Bıçak gibi ütülü pantolonu, kolalı gömleği, özenle bağlanmış kravatı, bedenine kalıp gibi oturmuş düğmeleri ilikli ceketi ve her zaman pırıl pırıl boyalı ayakkabılarıyla hayranlıkla izlerdim onu. Üstelik o yılların toz ve çamur bataklığı halindeki sokaklarında yürümesine rağmen bir parça toz ve çamur bulaşmayan pabuçlarının sırrını bir türlü çözemezdim. Teyzem, büyük bir kıvançla, “Teyfik yolda yürümez ki, tozların taşların üzerinden seke seke gelip gider” derdi.

            Biraz önce, modernleşme (o yıllarda asrileşme denilirdi) tutkumun o dönemde filizlenmeye başladığını söylemiştim. Şimdi birkaç yıl öncesine dönmek istiyorum. Niğde Lisesi’nde yatılı okuyorum. Yemeğin beyaz muşamba örtülü masalarda ve ayrı tabaklarda yendiğini ilk kez orada görüyorum. Arada bir, hafta sonlarında evlerine davet edildiğim eski bir aile dostundaki bembeyaz örtülü masada çiçek desenli porselen tabaklardan çatal bıçakla, hatâ yapmama çabasıyla ter dökerek yediğim yemeklerin içimde yarattığı girdapları hiç unutamıyorum. Sonra yazın Nevşehir’e döndüğümde zavallı babamı zorlayarak ‘Binbirçeşit Mağazası’ndan veresiye (o yıllarda taksit kelimesi nedir bilmezdik. Parası olmayanlar, aldıklarının bedelini veresiye defteri denilen deftere yazdırır, ödediğinde de borcun üzerini sabit kalemle çizdirirdi) aldırdığım porselen tabakları, masamız olmadığı için bir yerlerden bulup buluşturduğum birkaç kalasın altına inşaat taşları yerleştirerek yaptığım yemek masasını, üzerinde aslan desenleri bulunan küçük halı minderlerle oturulabilir duruma getirdiğim boş gazyağı tenekelerinden tabureleri ve annemin çok bulaşık çıkıyor itirazlarına rağmen, yaratıcılığım sayesinde babamı keyiflendiren ayrı tabaklarda yemek yeme lüksünü nasıl hayata geçirdiğimi hiç unutabilir miyim? Gazyağınan ve gazyağı tenekesinin ne demek olduğunu bilmeyenler için ansiklopedik değer kazanmış bir bilgiyi aktarayım. O yıllarda yemekler genellikle gazocağı dediğimiz, deposuna bağlı küçük bompayla hava basarak, ortasındaki kısa borunun tepesindeki, çevresi küçük deliklerle dolu  hazneye püskürttüğümüz, tıpkı bugünkü tüpgaz ya da doğalgaz ocaklarındakine benzer mavi bir alevle yanan ateşte pişirilirdi yemekler. Yaklaşık yirmi litrelik beyaz tenekelerde satılan gazyağı ise benzinle mazot arasında yer alan bir petrol türevi idi. Elektrik şebekeleri gelişmeden önce ise aydınlatma, genellikle gazlambası dediğimiz turuncumsu, cılız ve kirli bir ışık veren lambalarla, biraz varlıklı ortamlarda ise yine gazyağı ile kullanılan, beyaz ve daha parlak ışık veren “lüks” lambalarıyla sağlanırdı.

            İşte Demirlibahçe Gönül Sokak’taki Gönül Apartmanı’nın üçüncü katı, içimdeki iflah olmaz modernleşme güdüsünü bir kez daha filizlendiriyor ve yeni bir yaşama doludizgin girme cesaretimi için için ateşliyor.

            Elli beş liralık kiraya ve düşük mü düşük yaşam düzeyimize rağmen kazancı yetmediği için babam, tabii gene İsa Bey’in aracılığıyla, Devlet Tiyatrosu’nda bana da bir iş kotarıyor. İmalat memurluğu... Benim üniversitede okumam için Ankara’ya göçmemize rağmen çalışmak zorunda kalmam, her dönemin geçer akçesi olan ‘okuyarak ve çalışarak aileye destek olma’ formülüyle çözülüveriyor... İki yıl gidip geldiğim ama ikinci sınıfının yüzünü bile göremediğim, devam zorunluluğu olmayan Hukuk Fakültesi’nde öğrenciyim sözde. Oysa bayram balonları gibi üç beş zıplamada sönen idealim, Güzel Sanatlar Akademisi ya da Devlet Konservatuvarı... Babam beni, sınavlarına girebilmem için birkaç günlüğüne bile İstanbul’a gönderemediği için, bahaneyi ve teselliyi, bu konuda sanki derin ve şaşmaz bir bilgiye sahipmiş gibi,  “oğlum hangi ressam tok ölmüş bu dünyada” sözlerinde buluyor ve Akademi’den elimi yüzümü yıkıyorum. Konservatuvar ise zaten doğma büyüme bir taşralıya kapılarını açması, cennetin şeytana kapılarını açmasından farksız olduğu için derhal gündemden düşüyor ve iki yıl sürecek üniversiteli rolü oynamak üzere amfide yer bulabilmek için sabah ezanıyla evden çıkıp Hukuk Fakültesi’nin yolunu tutmaya başlıyorum.

            Ankara o yılların Anadolu’dan en fazla göç alan kenti. Bütün iş olanakları orada... Her geçen gün hantallaşarak büyüyen devlet bürokrasisinin yarattığı geniş iş alanı, kasabaların kendini devlette çalışmaya layık görenlerini mıknatıs gibi çekiyor. İstanbul’un taşının toprağının altın olduğu biliniyor bilinmesine ama orayı, genellikle gözü daha yükseklerde olup ticaret yaparak şehirlileşenler tercih ediyor. Devlet babanın mesken tuttuğu Anadolu’nun göbeğindeki Ankara ise, ufku daha sınırlı olanlara göz kırpıyor. Yapılanma çabası içindeki fakir devletin düşük ücretlerle çalışacak memur ihtiyacı her geçen gün artarken lise hattâ ortaokul öğrenimi görmüş olanların ideali ise en azından Ankara’da yaşamak. Ufku üzüm bağında ve soğan, patates tarlasında başlayıp da kamyon kasasında biten Nevşehirli, henüz at arabasıyla bağıra çağıra ‘pattis, suvan’ satmaya başlamadığı Başkent’te, afili kasketi ve lacivert üniformasıyla, otobüse binenlerin ellerindeki bilet denen kâğıtları ortasından yırtmaya benzer işleri meslek edinip evini geçindirmeyi ve Ankaralı olmayı becerebiliyor. Hele bulduğu iş kâğıt yırtmanın bir ileri aşamasına geçip de bir devlet dairesinde ‘hademe’ ya da bir mahkeme kapısında ‘mübaşir’ olmaya uzanabilmişse artık işi iştir... Daha ilk günden kolları sıvayarak Ankara’nın filanca semtinin kıyı köşesinde, daha önce buralara yerleşmiş akrabaların ve yakınların da desteğiyle, yaratıcı Türk zekâsının ürünü bir ‘gecekondu’ oluşturuluveriyor. Karısının kılundaki altın bilezikler, burmalar, Reşat ve Cumhuriyet altınları gitmiş ne gam... Birkaç yıl sonrasının hedefi de gündemden hiç düşmüyor; varsa memleketteki tarla tapanı satarak aynı ya da benzer bir semtte iki oda bir salon, o günlerin moda deyimiyle ‘salon salamanje’ bir daire... İşte o zaman tam şehirli olunuveriyor ve memleketteki yakın akrabanın, eşin dostun Ankara’ya daveti başlıyor.


            Biraz ilerimizdeki Abidinpaşa ve Balkiraz gecekondularla donanırken, Demirlibahçe hızla şehir dokusuna bürünüyor ve büyüyor. Birbirine paralel beş-on sokağında Nevşehir’den göçmüş en az elli aile yaşıyor. Biz, teyzemler, onların iki akrabası, benim çocukluk arkadaşım Ayhan Gökalp ve ailesi, onların yakın akrabaları, birkaç yıl öncesine kadar Nevşehir’de oto yedek parçacılığı yapan başka iki aile ile Sefercioğlular ve daha adını anımsamadığım pek çokları... O yıllarda Bakırköy, Yeşilyurt ve Bahçelievler’in de Nevşehirliler’in istilasında olduğunu biliyorum. Ve Başkent serüvenim böyle bir ortamda başlıyor.

Pazartesi, Kasım 20, 2017

Yeni Bir Başlangıç



Hevesle ve bitip tükenmez bir ilgiyle başlatıp sürdürdüğüm MAH-ZEN'i on yıla yakın bir süredir ihmal etmiş durumdayım. Bugüne kadar dostlarımın ve okurlarımın teşviklerine ve ısrarlarına rağmen tek satır yazmadım, yazamadım; nedenini kestiremiyorum. Bu arada mesleğimi bıraktım ve kendimi emekli ettim. Emekliliğimi sakın dedelerimiz, babalarımız gibi evin bir köşesine çekilip pineklemek, kahve köşelerinde pişti oynamak, kapanıp bitmez tükenmez kitaplar arasında kaybolmak ya da yeis içinde sonumu beklemekle geçirmedim. Aradan geçen sürede yedi yıl daha yaşlandım. Yaşlandım ama yaşantıma yeni deneyimler de ekledim. Enerjimin eskisinden daha düşük olmadığına inandım, inanıyorum. Hayatımın önemli bir bölümünü vakfettiğim ve içindeyken kendimi çok mutlu hissettiğim reklamcılık mesleğini bırakınca ne denli bir yanlışın içinden çıktığımı acı acı idrak ettim; topluma ve insanlara karşı borçlu kaldığımı düşünerek kendimi sivil toplum örgütülerinde gönüllülüğe verdim. Bu arada, yıllar önce terk ettiğim ve içimde ağır bir ukde olarak kalan gazeteciliğimin dürtüsüyle sosyal medyayı mesken edindim. İçinde yaşadığım, daha doğrusu toplumun tamamı gibi içinde debelendiğim sorunları dile getirmek, sebep olanları eleştirmek, bildiğim doğruları söylemek için çaba harcadım, harcamayı sürdürüyorum. Bu arada yaşadığım seksen yılda idrakimde olan ve belleğimde yer eden anılarımı kâğıda dökmeye çalıştım. Okuyanlar için bir anlam ifade eder mi bilmiyorum ve hiç de önemsemiyorum. MAH-ZEN'e aktaracaklarım ilgi görüp okunursa bundan sadece mutluluk duyacağım; umarım bu mutluluğu bana çok görmezsiniz. Selamlar, sevgiler...

Şahin Tekgündüz