Pazar, Kasım 19, 2006

O zaman Sinanlar vardı...

Bir zamanlar Ankara...

Sıhhiye Marmara Sokak, Marmara Apartmanı... Dört katlı, cephesi kirli sarı baklava dilimi bir sıvayla kaplı apartmanın birinci katı. Salonun geniş penceresi, o zaman zengin bir semt pazarının kurulduğu, şimdi ise betondan kat kat yükselen bir otoparkın kara, devasa kitlesi altında ezilmiş genişliğe bakıyor. Ilık bir ocak ayının ilk haftası dolmak üzere. 6 Ocak 1969 Pazartesi, gece saat on suları...

Geniş pencerenin önündeki yemek masasında beş kişiyiz. Konuklarımız Sevim Onursal’la Kor Kocalak, karım Ayten, beş yaşındaki kızım Elif ve ben... Şimdi düşünüyorum da, hak etmediğimiz kadar keyifliyiz. Bir gün önce kurulan pazardaki balıkçım Halil Efendi’den aldığım turnabalığı tavasıyla rakı içiyoruz. Masamız bir hayli zengin. Karımın büyük beceriyle yaptığı Arap mezesi muhammara, çok sevdiğimiz Mihalıç peyniri, kütür kütür kırmızı turplar, şeker gibi tatlı kırmızı soğanlar, kokusu ve tadı hâlâ damağımdan eksilmeyen nar gibi domatesler, rakı kadehlerinin tokuşmasından çıkan kışkırtıcı sesleri daha da artırıyor.

O günkü keyfimiz sadece sıcak dostluğumuzdan, zengin masamızdan ve rakının kanımızı kaynatmasından kaynaklanmıyor. Yeni bir iş kurmanın eşiğindeyiz. Ben TRT’ye resti çekip istifamı vermişim ve yıllardır kullanmadığım yıllık izinlerimin tadını çıkarıyorum. Bir yandan da Kor Kocalak’la kuracağımız Odak Reklam Ajansı için Kızılay’daki İnkılap sokakta kiraladığımız işyerini donatmaya çalışıyoruz.

Yeni işimizin heyecanını yaşarken, bir yandan da içinde bulunduğumuz ortamın sorunları ve çözüm arayışları içinde kıvır kıvır kıvranıyoruz. 1961 Anayasası’nın sağladığı geçici demokratik ve özgürlükçü ortam ayaklarımızın altından kaymaya başlamış, Türkiye İşçi Partisi’nin hayat damarları bir bir koparılmış, Türkiye üzerindeki emperyalist baskıya direndiğini sanan, ama aslında ona hizmet ettiği bilincinden yoksun faşist güçlerin örgütlenmesi ve köktenci bir dönüşüme ortam hazırlama çabaları desteklenerek boyut kazanmış, bütün bu ve benzeri gelişmeler bir müsamerenin sahneleri gibi peşpeşe hayata geçirilmiş...

Pek çoğumuz bu gelişmenin usta eller tarafından sahnelenen bir müsamere olduğunun bilincinde, önemli bir kesimimiz ise, denetimsiz biçimde ve aşırı dozda alınan komünist terminolojinin yol açtığı hazımsızlık ve mide fesadının dayanılmaz kâbuslarının dehşeti ve mutlu gelecek düşlerinin sarhoşluğu içindeyiz. TİP, bilerek ya da bilmeyerek, egemen güçlere hizmet edenlerce kendi içinden çürütülmüş ve dışlanmış, gençlik, Avrupa’daki 68 hareketinin rüzgarıyla da savrularak, sosyalist hareketi anarşi ve terör olarak tanımlayan egemen güçlerin ekmeğine yağ sürercesine sokaklara, kırlara ve dağlara çıkmaya başlamış, üniversite gençliği eğitim yerine vatan kurtarma görevini üstlenerek yerleşkeleri bir yandan faşist, bir yandan da komünist eylemlerin karargahları haline gelmiş, sokak çatışmaları almış yürümüş... 12 Mart’a adım adım yaklaşılmakta....

O zamanın Bushları ve Bushakları...

İşte böyle bir dönemde yeni bir işyeri açmanın heyecanı, keyfi, mutluluğu ne kadar yaşanabilirse onu yaşıyoruz. Bir yandan da, yaşamımıza yeni giren televizyonda, sözünü ettiğim gelişmelerin yansımalarını görmeye çalışıyoruz. O gün ODTÜ’de dramatik bir olay yaşanmış ve öğrenciler, Üniversite’yi ziyarete gelen ABD Büyükelçisi Robert Komer’in arabasını yakmıştı. Radyolardan ve televizyondan ayrıntılı haberler alamıyoruz ama hareketin elebaşlarının kimler olduğunu çok iyi kestiriyoruz. Yıllarını CIA’da geçiren ve o yıllarda Vietnam Kasabı olarak anılan Komer’in Ankara’ya atanmasının yarattığı gerginlikler ve gelişmeler böyle bir sonucun beklendiğini göstermeye yetiyordu. ODTÜ ziyareti ise adeta bir komplo niteliğindeydi.

Biz bunları konuşurken kapının zili acı acı çalıyor. O günlerde öyle bir saatte kapının çalınması hayra alamet olmadığı için Kor da yanıma geliyor. Kim olduğunu sonradan bile çıkaramadığım bir genç adımı soruyor, söyledikten sonra da nefes nefese, heyecandan sesi titreyerek konuşmaya başlıyor... Altı kişi olduklarını ve aşağıda takside beklediklerini, Komer’in arabasını yaktıkları için polis tarafından her yerde arandıklarını, Sinan Cemgil’in buraya sığınabileceklerini söylediğini aktarıyor. Kor’la birbirimize bakıyoruz. Genç bunları söyledikten sonra emreden bir tavırla,

“Ben arkadaşların yanına gidiyorum, sizden haber bekliyoruz, geç kalmayın” diyor ve merdivenleri hızla inerek gözden kayboluyor. İkimiz de şok yaşıyoruz. İçeri geçip, hızlı bir karara varabilmek için tartışmaya başlıyoruz. Ben, onların bizde kalmalarının çok riskli olduğunu, TİP’li olduğumun bilindiğini, Sinan’ın ve karısı Şirin’in birkaç ay öncesine kadar bir süre bizde kaldıklarını, bu süre içinde izlenmiş olabileceklerini söylüyorum. Benim bu kaygım haklı bulunmakla birlikte Sevim Hanım ve Kor tarafından pek de benimsenmiyor. Kor telefona sarılıp, Bulvar Pasajı’nda kuyumculuk yapan, soyadını anımsayamadığım Yüksel adındakı ortak bir dostumuzu arıyor. Biliyoruz ki onların Çinçin Bağları’nda depo olarak kullandıkları gecekondumsu bir yerleri var. Şifreli telefon konuşmasından sonra Kor parkasını kapıp dışarı fırlıyor.

Kor’un dönmesini elimiz yüreğimizde bekliyoruz. İzlenmiş olmaları ya da olay nedeniyle oluşturulan arama noktalarına takılmaları olasılığı çok yüksek. Kor gece yarısı nefes nefese geliyor. Cebindeki para yetişmediği için taksiden Sıhhiye’de inmiş, polis ve bekçilere görünmemek için duvar diplerinden koşarak gelmişti. Yorgunluğuna karşın, gözlerinde çok önemli bir iş başarmanın mutluluğu parlıyor. Ara verdiği rakıya bir süre daha devam ederken Komer’in arabasının nasıl yakıldığını Sinan’ın ve arkadaşlarının ağzından aktarıyor. Taksidekilerin Sinan Cemgil, Yusuf Aslan, Taylan Özgür, Seçkin İnceefe, Tuncay Çelen ve Hüseyin İnan olduğunu öğreniyoruz.

Yapılan plana göre sabahleyin Kor birkaç günlük yiyecek içecek, battaniye vb ikmali yapacak, bu süre içinde herkes bir yolunu bulup oradan uzaklaşarak sığınacak bir yer bulacak. Sinan’ı da biz, pek tekin olmamasına karşın, kurmakta olduğumuz ajansta saklayacağız. Bu arada ben de ajansın arka odasına konulmak üzere bir somya ile yatak ve battaniye ayarlıyorum. Akşam ortalık kararınca da Sinan’ı ajansa getiriyoruz. Biz bir yandan bu olayları yaşarken, bir yandan da, radyo, televizyon ve gazetelerde olayın gelişmelerini ve yansımalarını izliyoruz.

Günlerimiz demir doğrama atölyelerinde, mobilyacı ve döşemecilerde, nalburlarda geçiyor. Yabancı dekorasyon dergilerinde ve özellikle Domus’larda bulduğumuz avangard mobilya örneklerini en iyi kalitede en ucuza maledebilmek için sabahtan akşama taban tepip ona buna dert anlatıyoruz. Bütün çabamız, ahşap lambriler, kapitone panolar, kartonpiyerlerle süslü tavanlar ve kıvrım kıvrım oymalarla donatılmış koltuk ve masalar yerine modern, yalın, kendini öne çıkarmayan sakin nesneler oluşturmak ve onların arasında yapacağımız işin fark edilmesini sağlamak. Büyük ölçüde de başarılıyız. Boyasından badanasına, mobilyasından teknik donanımına kadar her şeyi biz kotarmak zorundayız. Mimarlık öğrenimi gören ve ajansta ırgat gibi çalışmak zorunda kalan Sinan’ı da büyük bir şans olarak değerlendiriyoruz.

İkimizin de parası yok. Ben, canım teyzem Ayşe Özkan’ın dişinden tırnağından artırdığı dünyalığından beş bin lira, Beden Terbiyesi Ankara Bölge Müdürlüğü’nde çalışan aile dostum ressam Hakkı Torunoğlu’ndan aldığım birkaç bin lira, Kor’un eşinden dostundan ve özellikle o dönemde Ankara’da tabelacılık yapan dostumuz ressam Ali Doğanyiğit’ten aldığı borçlarla bir şeyleri yapındırmaya çalışıyoruz.

Onunla vedalaşmadan ayrılıyoruz

Günler geçiyor, Sinan’ın yakalanma ya da tutuklanma olasılığı ortadan kalkıyor ama, o artık bir öğrenciden çok siyasi bir militan. Ele avuca sığmıyor. Bir görünüp bir kayboluyor. Bir ara yıllardır en yakın dostum olan Nihat Asyalı ve eşi Süheyla konuk ediyor onu ve Şirin’i. Hemen her gece birlikte oluyor ve Türkiye sosyalizmini, TİP’i, giderek boyut kazanmakta olan sol fraksiyonları, milli demokratik devrim hareketini, tırmanan faşizmi ve daha pek çok şey tartışıyoruz gece yarılarına kadar. Bu tartışmalara kimler katılmıyor ki?..

Sinanla ayrıldığımız temel nokta, sosyalist savaşımın bireysel çabalarla ve yasa dışı örgütlenmelerle değil, işçi sınıfının yasal örgütü olan Türkiye İşçi Partisi saflarında verilmesi... Oysa Sinan ve çevresindekiler partiden çoktan kopmuş durumda. Parti onlar için artık revizyonist bir örgüttü. Ben ve yandaşlarım ise, yasa dışı örgütlenmeler ve bireysel militanlıklarla egemen güçlerin ekmeğine yağ sürülmekte olduğunu, onların bu gelişmeleri kullanarak istedikleri ortamın oluşmasını beklediklerini, buna meydan vermenin ise nesnel olarak sosyalist hareketi baltalama anlamı taşıdığını anlatmaya çalışıyoruz. Ama her şey boşuna...

Aradan aylar geçiyor. Sinan ve Şirin yine bir süredir bizde kalıyor. Sinan sabahleyin benimle birlikte çıkıyor, akşam yorgun argın eve dönüyor. O içi içine sığmayan heyecanı ile gün boyu yaşadıklarını anlatıyor. Deniz Gezmişleri, Mahir Çayanları, Hüseyin İnanları, Yusuf Aslanları ve daha pek çoklarını... Bu arada bir gün Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’la birlikte Odak’a geliyor. Aslan’ın ve İnan’ın vesikalık fotoğraf çektirmek istediklerini söylüyor. Ben her ikisinin de poz poz portrelerini çekiyorum. Sonra o fotoğraflardan kimilerini gazete haberlerinde görüyorum, içim burkuluyor.

Sinanla tartışmalarımız giderek sertleşiyor. O beni revizyonistlikle, ben onu goşistlikle suçluyorum. Hacettepe Hastanesi’nde ameliyathane baş hemşiresi olan karıma, yakında dağa çıkacaklarını, devrimci mücadele saflarında kendisi gibi sosyalist ve yürekli bir hemşireye çok ihtiyaçları olacağını söylüyor ve onun da kendileriyle birlikte gelmesini istiyor. Karım bunu bana aktardığında hiç öfkelenmediğimi, bu romantizm karşısında acı acı gülümsediğimi anımsıyorum. Artık akşamları Sinan’la pek konuşamıyoruz. İkimiz de birbirimize soğuk bakmaya başlıyoruz. Sonra bir gün Sinan veda bile etmeden kayboluyor. Birkaç gün sonra Şirin de ayrılıyor bizden. Sinan’ın Çankırı’da olduğunu öğreniyoruz. Siyasal ortamdaki gerginlik her geçen gün tırmanıyor. Söylentilerin ardı arkası kesilmiyor. Askeri darbe beklentileri had safhada. Ünlü gazetelerin ünlü yazarları bile böyle bir beklenti içinde.

Odak’ta, Kor Kocalak ve Sevim Onursal’la yolumuz ayrılmış durumda. Oğuz Tığlı, Turgay Betil, Tevfik Dalgıç, Tuncer Özkan’layım. İnsanın içini karartan bilinmezliklerle dolu o puslu havada ayakta kalabilmek için bir şeyler yapmaya çalışıyoruz.

12 Mart 1971, öğle saatleri. Odak’taki odamdayım. Önce dışardan bir sevinç şamatası geliyor kulağıma, sonra kapım hızla açılıyor. Tevfik Dalgıç, Tuncer Özkan, aklımda yanlış kalmadıysa Oğuz Tığlı ve gitgel işlerimizi yapan Ali Rıza Özdemir heyecanla odama dalıyorlar. Tevfik de Tuncer de bana dayı derler. Tevfik elindeki transistörlü radyoyu masama koyup, büyük bir müjde verircesine,

Dayı, gözün aydın... Ordu muhtıra verdi, Sülüman gidiyor...” diyor. Neye uğradığımı şaşırıyorum. İlk tepkim,

İyi haltetmişler... Çok mu sevindiniz, görürsünüz gününüzü...” diyorum. Şaşkınlıktan donup kalıyorlar. “Ama dayı...” diye başlayan sözleri duymuyorum bile. O gün benim için gerçekten kara bir gün... Ağzımı bıçak açmıyor. Herkes şaşkın... Olacakları beklemeye başlıyorum. Beni en çok şaşırtan şeyle ertesi gün karşılaşıyorum. Ünlü gazetelerin ünlü yazarları bayram yapıyor adeta. Başta, o dönemde Milliyet’te ya da Akşam’da yazdığını anımsadığım ünlü sosyalistimiz Çetin Altan... Hareketi öylesine kutluyor ki, inanılır gibi değil. Şimdi o günkü gazeteler olsa da ibretle okuyabilsek.

Aradan iki aydan fazla zaman geçiyor. Korktuklarımın hep si birer birer gerçekleşiyor. Tutuklananlar, öldürülenler birbirini izliyor. Tahammül edilemez bir balyoz, Türkiye’deki ilerici kesimi ezmeye, yok etmeye hızla devam ediyor. O ünlü gazetelerin ünülü yazarları yavaş yavaş ağız değiştirmeye başlıyor. Ama ile başlayan tümcelerden geçilmiyor.

Ilık bir mayıs sonu. Oğuz, Turgay, Tevfik, ben, Zafer Meydanı’nından Selanik Caddesi’ne çıkan merdivenli yoldayız. Yandaki işyerlerinden birinin radyosunda öğle haberleri okunuyor. Spiker soğuk bir sesle, Sinan Cemgil, Kadir Manga, Alpaslan Özdoğan’ın Nurhak Dağları’nda jandarmayla giriştikleri çatışma sonucunda öldürüldüklerini söylüyor.

Yüreğimde kopan isyanı ve çığlığı bastıramıyorum ve uluorta ana avrat küfrediyorum. Ağlayamıyorum, ta akşam eve gelinceye kadar... Kapıdan girer girmez çığlık çığlığa bir ağıt içimi dağlıyor. Selda Bağcan televizyonda, ancak ağıt denebilecek bir türkü çığırıyor. Mahpusaneye güneş doğmuyor... Kendimi kanepeye atıp hüngür hüngür ağlıyorum. Ve o ağıt, bu yaşımda bile dinmek bilmiyor...

Pazar, Kasım 12, 2006

Bir internet mucizesi

Paralı yatılı anım, beklenmedik bir mucize yarattı. Geçen haftanın başında gelen yorum, bana son günlerdeki en büyük mutluluğu yaşattı. Mah-zen gibi sınırlı okuru bulunan bir sitenin, elli yıl önce yaşanmış olaylarda adı geçen birilerine ulaşabileceğini aklımın köşesinden geçiremezdim. Üstelik, elli yıldır dünyanın ta öbür ucunda yaşayan birine ulaşabileceğini ise hayal bile edemezdim. Ama, bir mucize gerçekleşti ve “gerçek” “hayal”i fersah fersah gerilerde bıraktı. O yazımda adı geçen eski dostlardan biri, Güneş Ecer mah-zen’le buluştu...

Güneş’in mah-zen’e gönderdiği ilk yorumu, buraya olduğu gibi taşıyorum:
Merhaba sevgili Şahin,

Ne güzel günlerdi onlar! Aynı günlerin hatıralarını paylaşıyoruz, isimleri ben de hatırlıyorum. Yılmaz'ı, Ankaralı Hasan'ı, Burhanettin’i güzel tasvir etmişsin. Okulda yaptığımız hokkabazlıkları da... Beni de iyi tasvir etmişsin. Lise müdürü amcamın o güzel resmini saklamışsın demek. Ölümünde dağıtılmıştı. Şu dünyanın haline bak... Pasifik Okyanus'u sahilindeki, Lagoona Beach kasabasında bir Türk lokantasında dizüstümle oturmuşum internette dolaşırken bu yazını görüyorum ve eski günleri nemli gözlerle bir kere daha hatırlıyorum. Kalp atışımın hızlanmasını, serotonin miktarımın yükselmesini senin bu güzel yazına borçluyum. Güzel günler sevgili arkadaşlarım...

parasız yatılı Güneş Ecer..
Bilmem siz hayatınızda hiç böyle bir güzellik ve böyle bir mutluluk yaşadınız mı?

Elli yıl sonra yeniden bulduğum Güneş’le haberleşmemiz sürüyor. Ona yazdıklarımda yanlış yanlar olup olmadığını sordum ve anımsadığım birtakım ayrıntıları da ileterek katkısını istedim. Elindeki fotoğrafları da eklediği ikinci mektubu şöyleydi:

Sevgili Şahin,
Hafızan benimkinden çok daha kuvvetli... Ben saydığın hocaların isimlerini de, lakaplarını da ancak sen yazınca hatırladım. Benim de birkaç hikaye olabilecek hatıram var, ama bende yazarlık yok. Günün birinde yazarım. Biraz önce yazıyordum, bilgisayarıma bir şey oldu kaybettim. Ama, eski resimlerimden birkaç tanesi bilgisayarımda vardı. Onları ekliyorum. Resimlerde beraber olduğumuz arkadaşların soyadlarını hatırlamıyorum, belki sen hatırlarsın. 1952-55 döneminin lise arkadaşlarından bulabildiklerimizi bir araya getiren bir blog, veya site yapilsa çok iyi olurdu. Resimler asar, arada bir Türkiye'de bir yerde buluşur hatıra tazelerdik. Yılmaz'ı demek gördün. Hâlâ yaşıyordur inşallah. Kendisini ben de görmek isterdim doğrusu. Bir seferinde, okul tatil olmuş trenle evlerimize dönüyorduk, ve tren ağzına kadar dolu idi. Yılmaz bir kompartmanda tek kişilik bir yer bulup oturdu ve sanatoryumdan bahsetmeye başladı. Arada bir de kuru kuru öksürüyordu. Biliyorsun, zaten zayıf ve hasta imiş gibi bir görünümü vardı. Orada oturanlar tedirgin oldular ve tek tek kompartmandan çıkıp gittiler. Biz de üç dört kişi oturup onların yerlerini aldıktı. Yılmaz'ın bir kurnazlığının hikayesidir bu. Tekrar görüşmek üzere, sevgiler ve güzel günler,

Güneş
Eminim ki, yarım yüzyıllık iki eski dost arasında geçen bu iletişim hiç kimseyi ilgilendirmeyecektir. Buna karşın buraya taşıdım. Şu internet denilen mucizenin yarattığı mucizelere hazırlıklı olalım ve sonuna kadar yararlanalım. Ben kendi adıma bu mucizenin tadını almaya başladım bile... Haydi Niğde Lisesi'ndeki yıllanmış dostlar, sesimize kulak verin.