Pazartesi, Nisan 09, 2007

Danimarkalı Montör Şahin Usta...

Uzun bir aradan sonra anılarımı yazmaya yeniden başlıyorum. Bu sürede beni yazmaya özendiren ve destekleyen tüm okurlarıma ve dostlarıma sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Bu kez, hayata dönüşün armağanı olarak, yaşadığım günlerde beni çok mutlu eden bir anımı aktarıyorum.

1968’in son baharı. TRT yıllarım. Bir yandan TRT Haber Merkezi’nde çalışıyor, bir yandan da Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nun üçüncü sınıfına devam ediyorum. Merkezi sınav sistemiyle alınan öğrenciler dışında halen meslekte olanlar için de üç yıl üstüste yirmişer kişilik özel bir kontenjan tanınmış, açılan sınavı kazanarak üç yıl önce okula kayıt olmuştum. Özel izinli olarak hafta içi her gün 15.00’e kadar okula gidiyorum, daha sonra da 21.00’e kadar TRT’de çalışıyorum. Aslında okula da doğru dürüst devam ettiğim yok ya. Zamanı kitap okuyarak, fotoğraf çekerek ya da tanıdık yayınevlerine kitap kapağı yaparak geçiriyorum. Bazen de Forum’a gidip Hasan Hüseyin’e yardım ediyorum. Bu yüzden, benimle birlikte okula devam eden şefim Muammer Yaşar’dan da sık sık kibarca uyarılar alıyorum. O, aynı imkandan yararlanan diğer arkadaşlar gibi dersleri hiç kaçırmıyor.

Bir pazar günü TİP yöneticilerinden yakın dostum Yalçın Cerit geliyor eve. Sıkıntısı yüzünden okunuyor. O dönemde, Disk’e bağlı Yapı İş Sendikası’yla Ağaç İş Sendikası’nın birlikte kurduğu Yağaç Matbaası’nı yönetiyor. Matbaa, Danimarka İşçi Sendikaları üst örgütünün bu iki Türk sendikasına bağışladığı iki makineden oluşuyor. Bunlardan birisi yeni bir "Intertype", diğeri ise o dönemde dublex tabir edilen 1925 model bir baskı makinesi. "Intertype" çalışıyor ve çevredeki yayınevlerine dizgi hizmeti veriyor. Dublex makine ise üstü kâğıtlarla örtülü hareketsiz yatıyor.

Yalçın hoşbeşten sonra sıkıntısını açığa vuruyor. Matbaanın istediği gibi çalışmadığını, dubleks baskı makinesinin geldiğinden beri hiçbir işe yaramadan öylece yattığını, Ankara’da ve İstanbul’da ne kadar montör (matbaa makinesi onarımcılarına o dönemde montör denilirdi. Şimdi hâlâ öyle mi bilemiyorum) varsa gelip baktığını ama makineyi çalıştıramadıklarını söylüyor. Makineleri bağışlayan Danimarka’daki örgüte durumu bildirdiklerini, onların bir montör göndereceklerini, ama onun da beş altı aydan önce gelemiyeceğini söylüyor.

Bir yandan Parti yayınları bekliyor, bir yandan Kemal Çukurkavaklı sıkıştırıp duruyor, ne halt edeceğimi bilemiyorum” diyor. Kemal Bayram Çukurkavaklı, o dönemin tek sosyalist gazetesi Yeni Gün’ün patronu...

Dört yaşımda sünnet armağanı olarak önüme konulan ve kurulunca kafasını öne arkaya sallayarak seke seke yürüyen oyuncak ördeğin içini açıp da nasıl yürüdüğünü keşfetmeye çalıştığım ve babamdan büyük bir azar işittiğim günden beri mekanik konulara merakım ve yatkınlığım var. Bir yandan bu merakım, bir yandan Yalçın’a yardımcı olma isteği, bir yandan da TİP’li olmanın verdiği içgüdüyle, hiç tereddüt etmeden,

Şu makineye bir de ben bakıyım istersen” diyorum Yalçın’a. Yalçın umutsuz ve önemsemez bir tavırla,

Orda leş gibi yatıyor, işin gücün yoksa git biraz da sen oyna” diyor. Bedava bir oyuncak bulmanın sevinciyle ertesi sabah soluğu Yağaç Matbaası’nda alıyorum. Yalçın, Mehmet adında bir çocuğu çırak olarak veriyor yanıma. Önce üzerindeki bobin kâğıtlarını atıp makineyi keşfe çalışıyorum. Sinema-Tiyatro dergisini çıkardığım ve Akis’te çalıştığım dönemlerden makinenin bir eşini yakından tanıma fırsatı bulmuştum. Makine, yaklaşık 20 metre uzunluğunda, 2,5-3 metre yüksekliğinde bir demir yığını... Kurşun kalıplarla baskı yapıyor. Makinenin alt şasesinde bulunan kalıplarla, bobinden gelen kâğıdın önce bir yüzüne, sonra da kâğıt üst şaseden geçerken oradaki kalıpla da öbür yüzüne baskı yapıyor, merdaneler arasından ve konik bir düzenekten geçerek katlanan kâğıt kesiliyor ve gazete ya da dergi haline geliyor.

Bazı makul parçalarının dışında tır lastiği çapındaki dişlileri, kol kalınlığındaki bağlantı milleri ve genel müdür masası büyüklüğündeki şaseleriyle küçük bir lokomotife banzeyen 1925 model makineyi enine boyuna inceledikten sonra bir şey dikkatimi çekiyor. Makinenin parçaları, geldiği yerde sökülürken, aynı şekilde monte edilebilmesi için, bağlantı noktalarına harflerden ve rakamlardan oluşan işaretler çakılmış. Anlıyorum ki makine kurulurken bunlara hiç dikkat edilmemiş örneğin A/28 işareti bulunan mil, B/28’e, D/14 merdane yatağı B/14’e bağlanmış.

Tulumları giyip, çırağım Mehmet’in yardımıyla makineyi bir güzel söküyoruz. Sonra da bütün parçaları, konulan işaretlere göre yerli yerine dikkatle monte etmeye başlıyoruz. Yalçın da başımızda büyük bir keyifle bizi izliyor. Bu arada matbaaya gelip gidenler, makinenin hikayesini bildikleri için Yalçın’a beni gösterip, “yeni montör mü?” diye soruyorlar. O da büyük bir keyifle “Evet, Danimarka’dan beklediğimiz montör, makine yakında çalışacak” diyor. O yıllarda otuzlarında kumral bir genç olduğum için, tanıdıkların dışında herkes bu oyuna geliyor ve gerçekten Danimarkalı olduğuma inanıyor. Aralarında benimle çat pat İngilizce konuşmak isteyenler bile çıkıyor; ben büyük bir ciddiyetle, duymamış gibi davranıp işime devam ediyorum. İşin başında, her an bir parçasını kıracakmış gibi olmadık gürültülerle çalışan makine sakin sakin dönmeye başlıyor. Çok mutluyum, ünlü montörlerin sadece dikkatsizlikleri ve özensizlikleri nedeniyle başaramadıklarını başarmış olmanın kıvancını yaşıyorum. Hatta bu arada çevredeki matbaalardan teklifler bile aldığım oluyor.

Üç hafta kadar öğleden öncelerim okul yerine matbaada geçiyor. Öğleyin eve geldiğimde ise kendimi doğru banyoya atıyorum. Küvet makine yağı ve matbaa mürekebinden bir anda simsiyah oluyor. Kirden pastan arındıktan sonra da karnımı doyurup TRT’ye gidiyorum. Üçüncü haftanın sonunda makinenin montajı bitiyor ve prova baskıya geçiyorum. Haber çevrede hızla yayılıyor. İş yeri yakında olan Kemal Bayram Çukurkavaklı zaten başımdan eksik olmuyor. Bu arada TİP’li arkadaşların biri gidip beşi geliyor. Makinenin bir an önce çalışmasını ve Parti organı Proleter Gazetesi'nin burada basılmasını bekliyorlar.

Prova baskılar başarılı geçiyor, ancak bir sorunu bir türlü çözemiyorum. Kâğıdın iki ayrı yüzündeki baskı başlangıçta tam olarak üstüste çakışırken, baskı devam ettikçe kâğıdın akış yönünde birbirinden uzaklaşmaya başlıyor. Kâğıt akış ayarını ters yöne doğru düzeltiyorum, bu kez de baskılar o yönde kaymaya başlıyor. 300-400 saskıya kadar olan kayma, durumu kurtaracak düzeyde, ama kayma arttığı zaman, sayfaların katlamasında sorun yaratacak boyuta ulaşıyor. Bütün çabalarıma rağmen bu sorunu çözmeyi başaramıyorum. Yalçın çok tedirgin. Parti'den sıkıştırıldığını ve Proleter’in yeni sayısını burada basmak zorunda olduğumuzu söylüyor. Ben de büyük bir cesaretle, “basarız” diyorum.

Bir Cumartesi günü akşam üzerine doğru matbaa partililerle dolmaya başlıyor. Gelenler arasında kimler yok ki... O dönemde Parti’ye en büyük desteği sağlayanlardan üç doktor. Niyazi Tunga, Yavuz Erkoçak ve Leon Namer ilk gelenler arasında. Onların yanı sıra Parti genel merkez ve il yönetiminden görevliler, Proleter’in tam kadrosu, Ersin Salman, Aydın Aydemir, Kemal Çiftler, doğal olarak Kemal Bayram Çukurkavaklı ve şimdi anımsayamadığım daha pek çok kişi... Herkes Şahin Usta’nın gazeteyi başarıyla basmasını bekliyor. Bu arada gazetenin sayfaları hazırlanmış, baskıyı bekliyor. Ben, mağrur bir kumandan edasıyla makinenin başına geçiyorum. Çırağım Mehmet’le birlikte kalıpları yerleştiriyoruz ve ilk provalar basılıyor. Kayma sorunundan hiç söz etmiyorum. Bulduğum çözüm 300-400 kadar bastıktan sonra herhangi bir bahaneyle makineyi durdurmak ve ayarı değiştirdikten sonra yeniden yol vermek. Makine alkışlar arasında homurdanarak dönmeye başlıyor ve sortiden ilk Proleter’ler çıkmaya başlıyor.

Herkes eline bir gazete alıp dikkatle incelemeye başlıyor ve baskının gerçekliğine tanık olmanın mutluluğunu yaşıyor. Onların gözünde bir mucizeyi gerçekleştirmiş kahraman durumundayım. Büyük bir alçakgönüllükle tebrikleri ve teşekkürleri kabul ediyorum. Bir süre sonra da kalabalık mutlu bir şekilde dağılıyır. Biz baskıyı 5.000’e ulaştırmak için dura kalka çalışmaya devam ediyoruz.

Ben, yeni bir baskı işi olursa yardıma geleceğimi söyleyerek, bir ayı aşkın bir süredir ihmal ettiğim okula devam etmeye başlıyorum. Tabii makinenin o haliyle yeni iş almak ya da Kemal Bayram Çukurkavaklı’nın Yeni Gün’ünü basmak mümkün olamıyor. Aradan birkaç ay geçiyor, Yalçın Cerit beni arıyor ve matbaaya gelmemi söylüyor. Gidiyorum. Danimarka’dan beklenen montörün geldiğini, durumu ve makinede basılan Proleter’i görünce “Bu imkansız, bu makine bu haliyle bu işi basamaz” dediğini, sonra da çantasından iki parçalı bir aparat çıkararak, kâğıdın bobinden makineye girdiği yerde, gövdenin iki yanında bulunan boş vida deliklerine monte ettiğini ve kâğıdı onların arasından geçirdiğini anlatıyor. Adam sonra da makinenin hiçbir yerine dokunmadan zaten bağlı duran Proleter gazetesi kalıplarıyla deneme baskısı yapıyor. Alçak makine, bir milimetre bile sapmadan tıkır tıkır basıyor gazeteyi. Yalçın o aparatları gösterince, dişlerimin arasından, ona da duyurmadan sunturlu bir küfür sallıyorum Danimarkalılara...