Fotoğraf merakım ilkokul yıllarında başladı. Babam, gözü gibi koruduğu Zeiss Ikon marka kutu fotoğraf makinesini köşe bucak sakladığı için ben, karton kutulardan fotoğraf makinesi

Zeiss Ikon benim oldu...

Niğde’deki yatılı lise yıllarım fotoğraftan çok resimle dolu dolu geçti. Hemen bütün hocalarımın gönlünü resim yaparak fethettim. Daha öceki bir anımda da yazdığım gibi, beden eğitiminden bile, öğretmen 19 Mayıs hareketlerinin anatomik resimlerini çizdirdiği için derslere girmeden sınıf geçtim.
Fotoğraf bir tutkudur...

O oda, kısa sürede bana bir mabet gibi gelmeye başladı. İçeri girip kapıyı kapattığımda başka bir dünyada buluyordum kendimi. Fotoğrafın bir tutku, insanı baştan çıkaran bir duygu seli olduğunu o odada keşfettim. Karanlık odanın kimilerine hiç de hoş gelmeyen o gizemli kokusu, daha kapıyı açar açmaz beni içine alır, dış dünyadan koparır ve kırmızı yağlı kâğıtla sarılmış ampulden sızan kırmızı karanlığın yarattığı iç gıcıklayıcı ortamla birlikte, biraz sonra başlayacak tutkulu sevişmeyi müjdelerdi sanki...
Aslında, daha negatif filmi kutusundan çıkarırken genzimi yakmaya ve başımı döndürmeye başlar, bromürün ve gümüş nitratın yanık kokusu. Anında güçlü bir fotoğraf duygusuna dönüşen o kokuyu, yalnız benim duyduğumu düşünürüm. O sırada yanımda kim olursa olsun, fotoğrafla tanışmamış, kendini onun gizemine kaptırmamışsa, bu koku burnuna uğramaz, derisindeki gözeneklerden girip bütün bedenini sarmalamaz ve bilincini esir almaz.
Makineyi yeni bir poz için kurarken, filmin sarılı olduğu makaranın çıkardığı ses fotoğraf serüveninin başladığını haber verir, deklanşörün mekanik sesi ise, hiçbir dahinin beceremeyeceği o ilahi müziği yaratırdı kulaklarımda. Karanlık odada yeniden yaratılıp vücut bulacak olan varlık, fotoğraf makinesinin minik karanlık odasında özüne indirgenmiş ve bromürle gümüş nitratın moleküllerine sığınmıştır.
Karanlık odada ayin...
Serüven, karanlık odanın kırmızı karanlığında devam eder. Hemen hepsinin adı Fransızca’dan gelen karanlık oda avadanlığı ve işleri sırayla hizmete girer. Filmi, önce küvette ya da tankta banyo eder, fönle kurutur, agrandizörün şasesine takar, negatif görüntüyü marjöre yerleştirdiğiniz fotoğraf kartına yansıtırsınız. Bu defa kartın yüzeyindeki bromür ve gümüş nitrat molekülleri emer görüntüyü; birazdan, küvette sakin sakin duran kirli sarı renkteki, metol, sodyum sülfit, hidrokinon, sodyum karbonat ve potasyum bromür gibi kimyasallardan oluşan eriyikte sırrını açıklamak için. Fotoğrafın, o eşsiz duyguyu doruğa çıkaran sessiz ayini başlamıştır. Küvetteki yüzeyinde kırmızı ampulün görüntüsü dalgalanan birinci banyoya, agrandizörde negatif görüntüyü emmiş olan fotoğraf kartını dikkatle daldırır, hafif hafif dalgalandırmaya başlarsınız. Ayinin en keyifli ve en heyecanlı aşamasıdır. Bir genç kız portresidir örneğin fotoğraf kartına yansıyan görüntü. Önce göz bebekleri, kaşlar ve saçlar belirlemeye başlar. O, gözlerinizin içine bakarak gittikçe koyulaşan göz bebeklerini dudaklar ve yüzün bir yanına düşmüş Rembrandt gölgesi tamamlar. Daha sonra dudakların uçlarındaki küçük kıvrımlar, gözleri derinleştiren hafif gölgeler ve yüzü çevçeveleyen çizgiler oluşur. Fotoğraf doğmuştur.

Kısa sürede işi büyütmüş, portre çekmeye başlamıştım. Konservatuvar öğrencileri baş müşterilerimdi. Genellikle cumartesi ya da pazar günü randevuyla gelirlerdi. Onları salondaki beyaz duvarın önüne alır, yüzlerini bir yandan pencereden gelen gün ışığı bir yandan da karımın tuttuğu içi aynalı 500 vatlık ampullerle aydınlatır, yüzlerdeki gölgeleri iyice yumuşatır ve kontrastı azaltırdım. Sonra da bu yumuşak tonlu negatifleri 30x40 ya da 50x60 cm boyutunda, resim kâğıdına benzeyen hafif tonlu ve grenli fotoğraf kartlarına basarken bir işlem daha yapar, portrenin çevresini maskeleyerek yok ederdim. Sonuçta fotoğraf adeta kara kalemle yapılmış resimden farksız hale gelirdi. Çoğu kimseyi, bunların fotoğraf olduğuna inandırmakta zorlanırdım. O dönem konservatuvar öğrencisi olan Cihan Ünal, Rüştü Asyalı, Atilla Olgaç, Ayşegül Atik (kızlık soyadı Arsoy’du) anımsadıklarımdan birkaçı. Daha sonra, fuayelerde kullanılmak üzere fotoğraf çektirmek isteyen, Devlet Tiyatrosu, Meydan Sahnesi ve AST’ın ünlü sanatçılarından da portre müşterilerim arasına katılanlar oldu. Sema ve Nihat Aybars, Mediha ve Çetin Köroğlu, Turgut Sarıgöl, İlyas Avcı yine anımsadıklarım arasında... Ama ne yazık ki elimde onlarla ilgili bir tek fotoğraf bile yok.
Rembrandt ışığı


“Oğlum siz bu işi bitirmişsiniz; bu makinelerle bu foturafları (o, fotoğraf demezdi) nasıl çektiniz lan? Gel benimle, sana harika bir makine vereyim de, daha iyi foturaflar çek” dedi. Birlikte Cumhuriyet bürosuna gittik. O gün, Rolleicord marka özel üretim fotoğraf makinesini, bana bir ödül verircesine, 150 liraya sattı. Verdiği bilgiye göre makine, Zeiss tarafından özel olarak üretilen 100 objektiften birini taşıyordu. Onunla, daha yumuşak tonlu, daha derinlikli ve daha güzel portreler çekmeye başladım. İlginçtir, Nurhak Dağları’nda katledilen Sinan Cemgil, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın portrelerini de o makineyle çekmiştim.
Otyam sonradan makineyi bana sattığına pişman olmuştu; daha yüksek fiyata geri almak istediğini söyledi ve uzun süre de ısrar etti ama, vermedim. Sonraki yıllarda karşılaştıkça bu anımı anlatırım ve gülüşürüz. Hey gidi günler hey...
Şimdi, o gün onun alkışladığı Ayşegül Atik portresine neler vermezdim ki, işte bizim geçmişe verdiğimiz değer!