YENİDEN DÖNMEK ÜZERE
ELVEDA NEVŞEHİR
Uykuyla uyanıklık arası...
Annemin sıcak nefesi. Gözlerim aralanıyor, karanlıkta zor seçebildiğim iki
gözbebeği. Annemin gözbebekleri... Bulanık... Gözlerimi kırpıyorum, yine
bulanık... Annem ağlıyor. Bulanık gözlerinden yaşlar akıyor. Uyandığımı
görüyor, gülümsüyor... Gözbebeklerim annemin kocaman gözbebekleriyle
bütünleşiyor, içimde kabaran korku eriyiveriyor. Kamyonun şoför mahallindeyiz.
Karanlık. Kulaklarıma gürültü doluyor. Motor gürültüsü. Şânur’un,
bu gürültü başlayınca korkup ağladığını anımsıyorum. Ama ben korkmuyorum.
Karanlıkta fersiz ışıklar titriyor, değişiyor, parlıyor, sonra yeniden
kayboluyor. Bir de hep sarsılıp zıplıyoruz. Annemin sıcacık göğsü... Saçlarımı
okşuyor. Gözlerini silmiş ama hâlâ kıpkırmızı. Gülümsemeye çalışıyor. Soğuk
burnumun ucunu üşütüyor. Bir korku dalgası daha kaplıyor içimi. Birden bilincim
yerine geliyor, başımı kaldırıp çevreme bakıyorum. Yanımda babamı görüyorum,
korkum yeniden kayboluyor. Şânur babamın kucağında mışıl mışıl uyuyor.
Sallana sallana, sarsıla sarsıla bir yere gidiyoruz. Ama nereye? Karanlıkta yağmur yağıyor.
Önümdeki küçücük, kirli, buğulu, ıslak camlardan hiçbir şey göremiyorum.
Camların üzerinden gıcırtılarla yavaş yavaş sağa
sola gidip gelen iki siyah çubuk. Yağmur damlalarını siliyor. Silinen
camlardan, yağmurun iplik gibi inişini bir görüyorum, bir kaybediyorum. Kirli
kocaman bir el kirli bir bezle camlardaki buğuyu siliyor, ama silemiyor, camlar
yeniden buğulanıyor. Yeniden korkuyorum... Ağlamak geliyor içimden, dudaklarım
büzülüyor. Gözlerime babamın yanında oturan, şoförün kocaman kirli elleri
takılıyor yeniden. Elleri gibi kocaman, kalın ve siyah bir simidi tutmuş,
titrek hareketlerle oynatıyor, sağa sola çeviriyor. Takılıp kalıyorum o
görüntüye. Beni büyüleyen, o kocaman siyah simidin alt tarafında ondüleler var.
Adam kalın parmaklarını ondülelere uydurup simidi sağa sola çevirmeyi
sürdürüyor; bazen de simit o kocaman parmaklar arasında kendiliğinden
sarsılarak hareket ediyor. Başımı kaldırıp yüzünü görmeye çalışıyorum. Yüzü karanlıkta
kapkara; gözleri boncuk gibi parlıyor. Annemin kollarında yeniden uyuyuncaya
kadar korkuyla bakıyorum ona. Beni görmesini istemediğim için gözlerimi
yumuyorum ve uyuyorum. Uyandığımda karanlık gitmiş ama hava hâlâ aydınlık
değil. Yağmur devam ediyor. Kamyon durmuş. Oturduğumuz yerden iniyoruz. Yağmur
üzerimize yağıyor. Annem başıma bir şey örtüyor, çevremi göremiyorum. Öfkeyle
atıyorum üzerimden. Annem kızıyor. Şânur annemin
kucağında. Kamyon yağmurun altında duruyor ama hâlâ hırıltılar çıkararak sarsılıyor.
Babam oradaki insanlarla bir şeyler konuşuyor. Sonra açılan kapıdan bir bahçeye
giriyoruz. Başında yemeni örtülü yaşlı bir teyze karşılıyor bizi. Renkli
camları olan bir evin kapısından giriyoruz. Kocaman bir ev, girdiğimiz oda
bizim evimizdeki gibi. Halı örtülü sedire oturuyoruz. Biraz sonra anneme
benzeyen bir kadınla küçük bir kız da geliyor yanımıza. Anneme hep bir şeyler
soruyorlar. Annem bir gülümsüyor. Bir ağlıyor. Biraz sonra yere bir örtü
serilip honça denilen kısa ayaklı, yuvarlak bir tahta konuluyor. Honçanın çevresine
diz çöküp, bağdaş kurup oturuyoruz. Su serpilip yumuşatılmış yufka ekmek,
peynir, zeytin, tereyağ konuyor honçanın üzerine. Bir de sonradan adının büzeyden olduğunu
öğrendiğim reçel gibi tatlı bir şey. Babam da geliyor dışardan. Sıcak süt
dolduruluyor bardaklara. Şânur yaramazlık edip sütü içmiyor, annem ona kızıyor. Babam o yaşlı
teyzeyle konuşuyor, anahtar, diyor. Biraz sonra bir amca gelip "hoş geldiniz" diyor ve babama bir anahtar veriyor. Kocaman, kapkara demirden bir anahtar.
Annem beni sedirin köşesine Şânur’un yanına yatırıp üzerimize bir örtü örtüyor. O kocaman
anahtar sallanıyor gözlerimin önünde, yeniden uyuyorum.
Günaydın Bor!..
Bor’dayız... Niğde’nin en
yakın ilçesi. Yıl 1942... Maliyede memur olan babam Nevşehir’den Bor’a atandığı
için geldik buraya. Nevşehir’den, annemin, anneannemin, teyzelerimin ve
komşuların gözyaşları içinde ayrıldık. Orada bıraktığımız anneannem ve iki
teyzem, daha sonra gelecekler. Nevşehir’de, burada doğdun dedikleri evi çok iyi
anımsıyorum. Yıllar sonra Nevşehir’e döndüğümüzde yine o evde yaşadım. Bir de
dedemi ve ölümünü anımsıyorum. Çarşının içinde ve kocaman siyah granit taşlarla
yapılmış kalın duvarlı iki katlı bir evdi. Çok eskiden, Damat İbrahim Paşa
Camii’nin ustabaşısı için yapıldığı söyleniyordu. Yaz geceleri sıcaktan, evin
taşlık denilen açık yerinde yatardık. Kışları ise ‘iskembe’ denilen, üzeri kat kat yorganlarla
örtülü kare şeklinde bir alçak bir masanın çevresindeki sedirlere oturur,
masanın ortasına konmuş mangalın sıcağına sığınırdık. Alt kattaki kilerden çömlek peyniri, üzüm, dut, ceviz kurusu ve taneleri buruş buruş olmuş
hevenk üzümleri çıkarır yerdik. Bazen de çedene dediğimiz
kenevir tohumu ile kavrulmuş buğday karışımı kavurga yerdik avuç avuç.
Ailenin ilk çocuğu olduğum
için beni çok severlerdi. Nedendir bilemem bir entariyle
çektirdikleri fotoğrafımı bana gösterip, “kim bu?” diye sorarlar, ben de hep
“hayullah” derdim ve gülüşürlerdi. Kendi görüntümü, komşumuzun oğlu Hayrullah sanırdım.
Bir de babam “Oğlum büyüyünce adam olacak” der, ben öfkelenir, ‘ben
adam olmam... ben erkânıharp olacağım” diye bar bar bağırırdım.
Nedense erkânıharp sözcüğü bana, adam sözcüğü yanında öylesine zengin ve renkli
görünürdü ki, bir türlü vazgeçemezdim. Bir de yaşadığımız sokakta bir subay
ailesi ve Erdem adında benden biraz büyük bir oğulları vardı. Bayramda seyranda
babası gibi üniforma giydirilir, o da bana çok çekici görünürdü.
Bor’a geldiğimizde henüz
beş yaşımdaydım, ama o yıllarda yaşadıklarımın pek çoğu da pırıl pırıl durur
belleğimde. Belki de acılarla dolu olduğu için... Günler geçtikçe ve aklım
ermeye başladıkça bir savaş yaşandığını, kimi insanların bu savaşta,
kimilerinin de yokluktan ve açlıktan bulundukları yerde öldüğünü öğreniyorum.
Annem hep, “Bizi evimizden
barkımızdan ettiler, nasıl yaşayacağız elin memleketinde” diye ağlayıp duruyor.
Babam sabahları işe gidiyor, Şânur’la ben hep annemle kalıyoruz. Şânur benim
küçük kardeşim. Adı Şahinur; ben Şahinur diyemiyorum, annem de babam da bana gülüyorlar. Onunla bir olup
komşu çocuklarıyla oynuyoruz akşama kadar. Geldiğimiz gün bizi evlerinde
ağırlayan komşumuz çok zengin, çoğu zaman onların bahçesinde oynuyoruz.
Münevver Teyze bizi sık sık çağırıp, üzerine tereyağı ve büzeyden sürülmüş
mısır ekmekleri veriyor,
“Elinizdekini sokağa
çıkmadan yiyin, başka çocuklar görmesin” diyor. Önceleri anlamıyorum, o
çocuklar da istemesin diye böyle söylediğini sanıyordum. Aklım erdikçe o
çocukların hiç büzeyden yiyemedikleri için üzüldüklerini öğreniyorum.
Babam akşamları eve
geldiğinde çok öfkeli oluyor. Hep savaştan söz ediyor. “Kıtlık var, insanlar
açlıktan ölüyor, biz halimize şükredelim” diyor. Annem hep bulgur pilavıyla
üzüm hoşafı pişiriyor. Bazen de tarhana çorbası ve erişte... Biz onları,
gelirken Nevşehir’den getirdik. Yufka ekmek yiyoruz. Annem, kamyonda gelirken kırılıp
ufalandığını söylediği yufka parçalarını eliyle su serpip ıslatıyor, sonra da
bembeyaz bezlerin arasında bekletiyor. Öğleleri de o yufkaların içine
Nevşehir’den getirdiğimiz çökelekleri koyup dürüm yapıyor. Dürümden sonra
pestil ve üzüm tarhanası veriyor bize. Şânur pestili
hiç sevmiyor, ağzında ıslatıp ıslatıp atıyor. Annem de ona çok kızıyor. Annem pestille tarhanayı
alıp sokağa çıkmamıza kızıyor Münevver Teyze gibi... Sokağa çıkarken, yalnız
kuru üzüm koyuyor cebimize...
Babam bir akşam kıyma
aldığını söylüyor ve anneme küçük bir paket veriyor. Annem de Nevşehir’den getirdiğimiz
kuru patlıcanlarla dolma yapıyor. Bir tabak da benimle Münevver Teyzelere
gönderiyor. Münevver Teyze de tabağa kaysı kurusuyla dut kurusu dolduruyor. Eve
dönerken dutların birazını yiyorum. Annem anlamıyor. Anlasa bana çok
kızacağını biliyorum.
Bakmıyor çeşm-i
siyah...
Bir süre sonra Münevver
Teyzelerin mahallesinden taşınıyoruz. Babam daha iyi bir ev bulduğunu söylüyor.
Hükümet Konağı’na daha yakınmış. İki katlı o eve taşınıyoruz. Yeni evimiz
Hükümet Meydanı’ndan girilen sokağın hemen başında. Karşısında iki katlı taş
bir bina var. Sonradan Kütüphane olduğunu öğreniyorum. Yeni evimiz iki katlı.
Önünde topraktan bir avlu var. Taş merdivenlerden ikinci kata çıkıyoruz. Orada
da, biri arkada biri önde iki oda var. Öndekinin pencereleri yola ve Halil Nuri
Yurdakul Kütüphanesi’ne bakıyor. Biraz daha uzakta da polis karakolu görünüyor.
İki katlı. İkinci katının önündeki toprak damda borulu bir gramofon var. Kalın
sesli bir adam hep Anadolu Ajansı diye başlayıp, savaştan, Almanlardan,
Fransızlardan, Hitler diye birinden, İsmet Paşa’dan söz ediyor. Ben hiçbir şey
anlamıyorum ama annemle teyzem duyunca çok korkuyorlar, Hitler denen adama
beddua etmeye başlıyorlar. Daha sonra da ince sesli bir kadın, bakmıyor çeşm-i
siyah, diye şarkılar söylüyor. Annem onun Hamiyet Yüceses olduğunu
söylüyor.
Öndeki odamızın duvarındaki
yüksek rafta küçük bir radyo var. Adı Siera.
Arada bir kuş cıvıltıları gelince adamın biri, “Şşşşşt Siera çalıyor!”
diye kuşları azarlıyor. Ben de herkese “Şşşşşt Siera çalıyor”
demeye başlıyorum. Annemler gülüp başımı okşuyorlar. Hayriye Teyze’me hep radyo
denen kutunun içinden seslerin nasıl geldiğini soruyorum. O da içinde parmak
adamlar olduğunu, onların konuştuğunu ve şarkı türkü söylediklerini anlatıyor.
O parmak adamları görmek için kimse yokken sandalyeye çıkıp bakıyorum ama radyo
kutusunun her yeri kapalı, hiçbir şey göremiyorum.
Anneannem, hep mısır ekmeği
yapıyor? Onun tepsiye koyduğu sapsarı mısır hamurunu Samiye Teyze’mle
birlikte çarşıdaki fırına götürüyoruz. O benim küçük teyzem. Benden daha büyük
ama onunla hep oyun oynuyoruz. Bir gün fırında ekmeğimizin pişmesini beklerken elimden tutup beni başka sokaklara götürüyor. Bir kalabalık var.
Onların arasına giriyoruz zorlayarak. Duvarları yıkılmış kerpiç bir evin içi
görünüyor. Tavanda boynundan asılı bir adam sallanıyor. Evin önünde yere
oturmuş bir kadınla iki çocuk ağlaşıp duruyor. İçim bulanıyor. Teyzem, “yazık,
açlıktan kendini asmış” diyor. Sonra polislerle jandarma dedikleri askerler
gelip herkesi kovalıyor. Korkarak kaçıp fırına geliyoruz. Fırının önünde hep
fakir adamlar, kadınlar, çocuklar var. Önceleri onlardan korkuyorum ama bir şey
yapmıyorlar. Hep yüzümüze bakarak orada öyle duruyorlar. Bazı amcalar teyzeler
fırından çıkınca onlara ekmek veriyor. Biz, kabarıp tepsiden taşan mısır
ekmeğini, üstünü örten bezin uçlarıyla tutup elimiz yana yana eve
getiriyoruz. Onlar arkamızdan hep bakıyorlar. Eve gelince anneannem mısır
ekmeğini dilim dilim kesiyor, önce Şânur’a, sonra da teyzemle bana veriyor. İçi sapsarı göz göz olan
mısır ekmeğini çok seviyorum ama annem de, büyük teyzem de babam da
sevmediklerini söylüyorlar. Annem içini çekip,
“Davut Ağa’nın somunu
olmalıydı şimdi” diyor. Davut Ağa’yı biliyorum. Nevşehir’de fırını var. Dedem
bana, mührünü basıp yuvarlak yuvarlak kestiği kartonları verir,
“Hadi bu bilatlarla (bilet)
Davut’tan ramazan pidesi al bakalım benim aslan torunum” derdi. Davut Ağa,
sıcacık pideleri kollarımın üzerine koyardı. Fırının karşısındaki evimize
gelirken dedem pencereden beni izler eve gelince de kucaklar,
“Torunum bana pide aldı”
diye yanaklarımdan üst üste öperdi. Dedem öldü.
Babam her sabah işe
gidiyor. Bazen de birkaç gün eve gelmiyor. Sonra bir gün beni de ata bindirip
yanında köylere götürüyor. Âşar Memuru diyorlar ona. Köylüler ondan kaçıyor. Babamın tabancası
var, ama benden saklıyor. Kimi köylüler de beni harman yerine götürüp düvene
bindiriyorlar. Çok seviyorum düvene binmeyi. Önümdeki öküz ağır ağır yürürken,
düven sapsarı ekinlerin üzerinden hışırtılar çıkararak kayıyor. Önce boynum,
sırtım, sonra her yerim kaşınıyor. Akşam kilise dedikleri bir yerde yatıyoruz.
Kaşınmaktan hiç uyuyamıyorum. Nakşiye öğretmen diye birisi de âşar memuru...
O da bizimle kilisede yatıyor. Ertesi gün ben hastalanıyorum. Hemen Bor’a
dönüyoruz.
Kör Kemancı
Ateşler içinde yatıyorum.
Anneannem geceleri hep dualar okuyup yüzüme üflüyor. Serin serin üflemesinden
hoşlanıyorum. Bir de gece karanlığında gelen keman sesinden. Keman sesi her
gece geliyor bitişiğimizdeki evden, ama gündüzleri kesiliyor. Annemler hep
konuşuyor. Adam eskiden çok zenginmiş. Kaza geçirip kör olunca fakirleşip
doğduğu yere Bor’a gelmiş. Yalnız yaşıyormuş. Kör olduğu için çok iyi keman
çalıyormuş. Anneme niçin kör olduğu için çok iyi keman çaldığını soruyorum. Kör
olanların parmaklarının daha hassas olduğunu, o nedenle de çok iyi keman
çalabildiklerini söylüyor. O adam bazen bir elinde keman kutusu bir
elinde baston Evrenlerin evine gidiyor. Onu görünce hemen kenara çekilip,
bastonuyla yerleri yoklayarak yürüyüşünü izliyoruz. Evren benim arkadaşım.
Babası yarbay... Kemancı’nın çoğu akşam evlerinde keman çaldığını, onu çok sevdiklerini,
babasının ona zorla para verdiğini söylüyor. Sonra Evren’in babası başka bir
yere tayin ediliyor ve Bor’dan gidiyorlar. Çok üzülüyorum. Bir gün Şânur’la sokaktan
eve döndüğümde annemin de teyzemin de çok ağladığını görüyorum. Annem, Kör Kemancı’nın açlıktan
kendini astığını, evinde ölü bulunduğunu söylüyor. Sonra hıçkırarak,
“Yarbaylar ona para ve
yiyecek içecek veriyordu. Onlar gidince adamcağız kimsesiz kalıp açlıktan öldü.
Biz niye hiçbir şey yapamadık” diye yakınıyor. Akşam babam geldiğinde annem hâlâ
ağlıyor. Babam da çok üzülüyor. Annemin ağlaması devam edince ona kızıyor,
“Hanım, sen ne diyorsun?.. Ağlamayı
kes de halimize şükret... Bugün iki kişi daha kendini asmış açlıktan. Birisinin
üç de çocuğu varmış...” diyor. Anneannem ellerini iki yana açıp dualar
okuyor. Sonra bir daha hiç keman sesi gelmiyor geceleri. Babam her akşam
radyodan ajans haberlerini dinliyor. Radyodaki adam, “Almanlar Majino Hattı’na
dayandı” diyor. Ne olduğunu bilmiyorum ama, Majino sözcüğü
çok hoşuma gidiyor. Ertesi gün önüme gelene majino majino demeye
başlıyorum. Annem kızıyor, beni Hükümet Konağı’na babamın yanına gönderiyor.
Akşam babamla çıkıyoruz. Babamın elinde bir paket var. Kasap Cemal’in dükkânı
bizim sokağa girmeden önceki bakkalın yanında. Teyzemle birlikte karnemizi
gösterip somun ekmek, şeker, un aldığımız bakkala giderken et kokan dükkanının
önünden geçiyoruz kasap Cemal’in. Dükkâna giriyoruz babamla. İlk kez bu kadar
eti bir arada görüyorum. Kasap Cemal şişman, göbekli, kıpkırmızı yüzlü, siyah
kalın kaşları ve kocaman bıyıkları var. Ceketi göbeğini örtemiyor, içinde
yeleği de var. Yeleğinin cebinden de köstekli saatinin sapsarı zinciri
sarkıyor. Babam onun altın olduğunu söylüyor. Kasap Cemal, simsiyah kıllı,
tombul ellerinin baş parmaklarıyla işaret parmakları yeleğininin ceplerinde,
göbeği önde babama yaklaşıyor.
“Ooo Mustâbey hoş
geldin. Sen bizim dükkânı bilir miydin?.. Uğramıyordun epeydir. Maşallah maşallah mahdum
da yanında” diyor ve çiğ et kokan tombul parmaklarıyla yanaklarımı okşuyor.
Biraz kıyma alıp çıkıyoruz. Eve geldiğimizde babam elindeki paketleri anneme
veriyor,
“Bak hanım, bu Sümerbank
kumaşı, vesikayla verdiler. Paramız olunca Kasap Cemal'inki gibi yelekli
lacivert bir takım diktireceğim. Al bak bu da kıyma, yarın börek yap, canım
çekti, bıktım mısır ekmeğiyle bulgur pilavından” diyor. Sonra da eliyle
şişirdiği göbeğine şaplaklar vurarak anneanneme dönüyor,
“Validânım, bir gün Kasap
Cemal’inki gibi göbeğim olacak benim de, yakışır değil mi?” diyor. Babamın
dükkândayken Kasap Cemal’e nasıl imrenerek baktığı gözlerimin önüne geliyor.
Anneannem,
“Allah can sağlığı versin
yavrum, her şeyin başı sağlık” diyor. Babamın iki tane altın dişi var. Yalnız
gülerken görünüyor. Nevşehir’de ona herkesin Altındiş Mustâbey dediğini
anımsıyorum. Babam öyle demelerinden çok hoşlanıyor. Bir de yürürken
ayakkabılarının gırç gırç diye ses çıkarmasından... Zaten babam evde hep ayakkabılarını
gıcırdatarak yürüyor. Ben de onun gibi yapmak istiyorum, benim ayakkabılarım
hiç gıcırdamıyor.
Günler geçiyor. Annemle
teyzem hep roman okuyup okuyup ağlıyorlar. Bazen öyle çok ağlıyorlar ki, başlarının ağrıdığını
söylüyorlar. Gözleri kıpkırmızı oluyor. Alınlarına ıslak tülbentler, yemeniler
koyuyorlar. Beni evimizin karşısındaki kütüphanenin müdürü Ragıp Bey’e
gönderiyorlar. O da benim geri getirdiğim kitapları alıp yenilerini veriyor.
Okuma yazma bilmiyorum ama kitapların adını da, kimlerin yazdığını da
ezberliyorum. Annemlerin en sevdiği, Kerime Nadir’in Hıçkırık romanı. Muazzez
Tahsin Berkand, Esat Mahmut Karakurt, Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin, Halit Ziya
Uşaklıgil, Peride Celal aklımda kalanlar.
Yazın babam Nakşiye öğretmenlerle
birlikte, Kemerhisar diye bir köyde bahçeli bir ev kiralıyor. Nakşiye öğretmenle
annesi Zehra teyze ve kardeşi Şâdan abla bizim yanımızdaki evde kalıyorlar. Babam atına binip köylere
gidiyor, biz onlarla birlikte kalıyoruz. Nakşiye öğretmen
de köylere gidiyor. Ama o ata binmeyi bilmiyor. At arabasıyla, bazen de eşekle
gidiyor. Küçük teyzem, Şânur ve ben köydeki çocuklarla oynuyoruz. Çember çeviriyoruz. Zerdali
çekirdekleriyle oyun oynuyoruz. Çekirdek oyununda teyzem beni hep yeniyor ama
çemberi ben ondan daha iyi çeviriyorum. Şânur’u oynatmadığımız
zaman ağlaya ağlaya eve gidip anneme şikâyet ediyor bizi. Akşam olunca da babamla Nakşiye öğretmenin
dönmesini bekliyoruz. Onlar gelince gene savaştan, kıtlıktan, açlıktan,
insanların kendilerini astığından söz ediyorlar. İsmet Paşa’yı çok seviyorlar.
Babam hep “Paşa olmasa biz de çoktan harbe girmiştik; şimdi kıtlıktan
kırılıyoruz, o zaman bir de harpten kırılırdık” diyor. İsmet Paşa’yı çok merak
ediyorum. Köyde elektrik yok, radyomuz da yok.
Önce ben, sonra da Şânur sıtma
oluyoruz. Bir de gözlerimiz hastalanıyor. Gözlerimizi hiç açamıyoruz. Annem,
“bunlar hep pislikten, bu derenin pis suyundan” diyor. Geceleri de Şânur’la benim
başucumda hiç uyumadan oturup, sivrisinekleri kovuyor üzerimizden. Bir gece
annem başucumuzda beklerken gürültüler oluyor. Birileri bağırıyor. Annem,
teyzemler, anneannem dışarı fırlıyorlar. Çok korkup ağlıyorum. Gürültüden
korkup Şânur da ağlıyor. Biraz sonra babam soluk soluğa içeri giriyor.
Gözlerimi açamadığım için onu göremiyorum. Daha çok ağlıyorum. Zehra Teyzeler
de geliyor. Babam, jandarmayla köylüler arasında kavga çıktığını, köylüleri
koruduğu için jandarmaların kendisini de kovaladığını söylüyor. Sonra,
“çocuklar iyileşsin de hemen dönelim, ben âşarcı olmak
istemiyorum artık” diyor.
Bor’a dönünce Kütüphane
Müdürü Ragıp Bey’in kızı Nimet’in öldüğünü öğreniyoruz. Ragıp Bey bize geliyor.
Hep ağlıyor. Eczacının yanlışlıkla, ona ilaç yerine Striknin diye bir zehir
hapı verdiğini, kızının gözlerinin önünde kıvrana kıvrana öldüğünü
anlatıyor. Artık polislerin damından Hamiyet Yüceses’in şarkıları
gelmiyor. Yalnız harple ilgili Anadolu Ajansı haberlerini açıyorlar. Annemler
bir süre Ragıp Bey’den kitap istemiyorlar. Bu defa da karşılıklı geçip hep örgü
örüyorlar. Radyodan hep alafranga müzik çalıyor. Bazen de şarkılar...
Babam âşar memurluğunu
bıraktığı için kaymakamın kendisine kızdığını söylüyor, “tayinimi istedim”
diyor. Annem Nevşehir’e gitmemizi istiyor, babam da Niğde’ye... Artık Bor’u hiç
sevmiyoruz. Teyzelerimle anneannem bağbozumu için Nevşehir’e gidiyorlar. Annem
beni yine Ragıp Bey’den roman istemeye gönderiyor. Ragıp Bey'i küçülmüş ve saçları bembeyaz olmuş görünce şaşırıyorum. Anneme söylüyorum, "kolay mı, evladını kaybetti” diyor,
gözlerinden yaşlar süzülüyor.
Okullar açılıyor. Annem
Sümerbank’tan krizet (Uzun yıllar ilkokul öğrencilerinin önlüğü, bir adı da kumlu olan,
gri, kırçıl, pamuklu bu dokuma ile yapılırdı) alıp bana önlük dikiyor. Bir de Şânur’la ikimize
rugan ayakkabılar alıyor. Lacivert, kısa, ütülü pantolon, siyah rugan
ayakkabılar, beyaz kısa çoraplar, krizet önlük
ve beyaz yaka ile aynada kendimi çok beğeniyorum. Cumhuriyet İlkokulu’na kaydım
yapılıyor. Okulu çok seviyorum. Esin diye bir kız arkadaşım var onu da çok
seviyorum. Ama iki ay sonra babamın Niğde’ye tayini çıkıyor ve hem Bor’dan, hem
Esin’den ayrılmak zorunda kalıyorum.