Perşembe, Eylül 13, 2007

Küçük Dünyalar

Küçük de olsa bir iz bırakabilmek...

On yıl kadar oluyor... Oğlum Can, eve gelmemi bekliyormuş; daha kapıdan girer girmez,

“Bugün n’oldu baba biliyor musun, inanmayacaksın Metin Hoca derste bana Şahin diye hitabetti” dedi ve olayı anlattı. O dönemde Can Mimar Sinan Üniversitesi Sinema Televizyon Fakültesi'nde okuyor. Hocalarından biri de Metin Erksan. Erksan derste öğrencilere soru sorarken sıra Can’a geliyor ve ona benim adımla hitap ediyor. Hem Can hem de arkadaşları şaşırıp kalıyorlar. Can, Şahin Tekgündüz’ün babası olduğunu söyleyince Erksan, “Pekiyi de ben bu ismi nerden hatırlıyorum?” diye soruyor. Bunun üzerine Can geçmişte benim Metin Erksan’la yaşadığım olayı bildiği için bir açıklama yapma gereği duyuyor. Metin Erksan da olayı ve beni hatırladığını söylüyor.

Yıl 1964... 1959 yılında üniversiteli arkadaşlarımızla kurduğumuz Sinema Tiyatro Derneği ve onun yayın organı Sinema Tiyatro Dergisi üç yıl önce kapanmış, kimi arkadaşlarımız okulunu bitirip iş yaşamına atılmış, kimisi Ankara’dan ayrılmış, ama içimizdeki sinema tutkusu sönmemiş. Hâlâ yaşantımıza anlam katan iki temel konu var. Sinemayla yatıyor, tiyatroyla kalkıyoruz...
TRT haber merkezindeki ilk aylarım... Turgut Özakman, Metin And, Özdemir Nutku, Ergun Sav, Nihat Asyalı sık sık bir araya gelip yeni bir dergi çıkarmanın, sonuç vermeyen hazırlıklarını yapıyoruz. Nihat Danıştay’da raportör... Tam o günlerde, gazetelerden, Birsel Film’in bir senaryo yarışması açtığını öğreniyoruz. Yarışmayı kazanan senaryo, Metin Erksan tarafından filme çekilecek. Yarışmanın en çekici ve inandırıcı yanı ise seçici kurulu... Kimler yok ki... Metin Erksan, Semih Tuğrul, Nijat Özön, Giovanni Scagnomillo, Tuncan Okan, Özdemir Birsel ve yanlış anımsamıyorsam, Mahmut Tali Öngören...

Küçük dünyamızdan küçük dünyalara...

Yarışma bize, yarıda kalan tutkumuzun tatmini için bir fırsat gibi geliyor ve Nihat Asyalı ile katılmaya karar veriyoruz. Her ikimiz de gündüz işe gidip akşam bizim evde bir araya geliyoruz ve sabahlara kadar daktilonun başında, bir yandan Çubuk Şarabı çekip, bir yandan da bağıra çağıra tartışarak senaryo yazmaya devam ediyoruz. Kızım Elif daha bir yaşını doldurmamış. Karımın tüm yakınmalarına ve haklı huysuzluklarına rağmen bir buçuk ay süren çalışma sonunda senaryo çıkıyor ortaya. Adı Küçük Dünyalar... Temel izlek, bir yıl önce Birleşik Amerika ile Sovyetler Birliği arasında patlak veren ve Üçüncü Dünya Savaşı’nın çıkmasına ramak kala sona erdirilen Küba krizi...

Senaryoda, Küba krizi ile birlikte değişik kesimlerden insanların yaşadığı güncel krizler paralel kurgular halinde anlatılıyor ve yağmurlu bir Ankara gecesinde hepsi de doruk noktalarında iken, birer birer sona eriyor. Birleşik Amerika’nın batırma tehdidi altındaki Sovyetler Birliği donanması füze başlıklarını Küba’ya taslim edemeden, geri dönme kararı alıyor; spekülatör Asım Bey, bu kriz yüzünden kaybetmek üzere olduğu dolarlarını kurtarıyor; kızı Nergis evlenmek zorunda bırakıldığı bankacı sözlüsünden kurtuluyor; ikizi Hayrünisa ile kavga ettiği için evini terkeden yaşlı Fahrünisa, ailenin ümidi kestiği bir anda eve dönüyor; işçi Ali’nin karısı zorlu bir doğum sonucu ölümden dönerek bir erkek çocuk sahibi oluyor ve genç gazeteci Şahap sevgilisi Bilge’yle nihayet bir araya gelip aşkını ilan ediyor. Ve, Ankara’nın Hamamönü semtindeki yağmurdan ıslanmış Eylül Sokağı’nı sabahın ilk ışıkları aydınlatmaya başlarken küçük küçük dünyalardan oluşan yeni bir hayat başlıyor.

İnandırıcı bir yarışma

Senaryoyu İstanbul’a Birsel Film’e göndermeden önce Ankara’da, o dönemde Türk ve dünya sineması konusunda yetkin bir isim olan Nijat Özön’e veriyorum. Onu, Sinema Tiyatro Derneği etkinliklerimiz ve Sinema Tiyatro Dergimize yazdığı yazılar nedeniyle yakından tanıyorum. Özön senaryoyu okuduktan sonra birkaç ayrıntı dışında olağanüstü iyi ve ustaca bulduğunu, özellikle paralel anlatımlarda çok başarılı olduğumuzu söylüyor. Ondan da aldığımız cesaretle Küçük Dünyalar’ı özenli bir şekilde daktilo adip ciltledikten sonra Birsel Film’e gönderiyoruz.

Yaptığımız işe öylesine güveniyoruz ki, yarışma sonuçlanmadan, dayanamayıp İstanbul’a gidiyorum ve seçici kurul üyelerini bir bir ziyaret edip görüşlerini alıyorum. Semih Tuğrul, senaryoyu okuduğunu ve çok beğendiğini, gelen öteki senaryolara senaryo demenin mümkün olmadığını söylüyor ve çizgili okul defterlerine kurşun kalemle yazılmış birkaç hikayeyi gösteriyor. Tuncan Okan ve Giovanni Scagnomillo da benzer şeyler söylüyor ve son kararı filmi çekecek olan Metin Erksan’ın vereceğini belirtiyor. Tuncan Okan, Metin Erksan’la mutlaka görüşmem gerektiğini söylüyor ve hatta bana randevu bile alıyor.

Ertesi gün Metin Erksan’ın Yeşilçam’daki işyerindeyim. Yüksek tavanlı binanın kocaman kapısından ürkek adımlarla geçip, geniş bir salona giriyorum. Ortada tripot üzerindeki Arriflex bir kamera, meydan okurcasına bana bakıyor. Kameranın arkasındaki masada ise mini etekli, bol makyajlı, genç bir sekreter hanım... Çekinerek yaklaşıyorum ve Metin Erksan’la görüşmeye geldiğimi söylüyorum. Sekreterin haber vermesiyle, açık duran kapıdan biraz alaycı biraz öfkeli bir ses yükseliyor. “Gelsin gelsin bakalım Şahin Bey!..”

Ve Metin Erksan...

Metin Erksan’ı, gazete ve dergilerdeki fotoğrafları dışında ilk kez görüyorum. Kısa kesilmiş saçları, antik Yunan heykellerindeki delikanlılar gibi alnına düşürülmüş, küçük dağları ben yarattım edasıyla, ayağa bile kalkmadan, elimi bile sıkmadan, masasının önündeki deri koltuğu gösterip oturmamı istiyor. Peşinden de, yüzündeki alaycı ve küçümser ifadeye aldırış etmeksizin, hoşgeldin bile demeden, açık kapıdan görünen Arriflex kamerayı işaret edip,

“Bak delikanlı Arriflex orada. Sana veriyorum, al götür, oldu olacak, yazdığın senaryonun filmini de çekiver” diyor. Övgü beklerken, hiç ummadığım bir durumla karşılaşmanın şaşkınlığını kolay kolay atamıyorum üzerimden. Sonra Metin Erksan’la, benim aşağıdan aldığım bir tartışmaya giriyoruz. O, bizim haddimiz olmadan yazdığımızın çekim senaryosu olduğunu ve yönetmene yapacak hiçbir şey bırakmadığını söylüyor. Bense, senaryoyu bu ayrıntıda yazmamızın nedeninin, birebir çekimi öngörmek değil, anlatmak ve duyurmak istediklerimizi yönetmene aktarabilmek olduğunu söylemeye çalışıyorum. Bir türlü anlaşamıyoruz, sonunda Erksan, masasındaki bir dosyayı bana uzatıp,

“İşte bak, senaryo böyle yazılır Şahin Bey kardeşim” diyor. Dosyada, daktiloyla yazılmış 50-60 sayfalık bir tretman var ve Yılmaz Kuzguncuk imzasını taşıyor. Göz ucuyla bazı başlıkları okuyorum. Belgrad Ormanları’nda yaşanan bir aşk ve cinayet öyküsünü anlatıyor. Erksan daha sonra bizim yazdığımız senaryonun gişe yapmayacağını ve hiçbir yapımcının da böyle bir film için para harcamayı göze almayacağını anlatıyor ve bana nasihatte bulunuyor.

“Şahin Bey, emek verip yazmışınız, elinize sağlık ama, yazık etmişsiniz kardeşim. Yeşilçam’da işler böyle dönmüyor, ben sizi bir film setine göndereyim de sinema nasıl yapılır, gözlerinizle görün. Aslında bizim sizin gibi kabiliyetli gençlere ihtiyacımız çok ama, sinema gerçeğini anlamalısınız, ayaklarınız yer tutmalı kardeşim” diyor. Sonra da bir yerlere telefon edip, Arnavutköy’de çekilmekte olan Galatalı Fatma adlı filmin setine alınmamı sağlıyor.

Yeşilçam’la burun buruna

Soğuk bir kış günü, akşam üzeri saat beş suları. Binbir güçlükle bulduğum Arnavutköy’deki döküntü konağın girişinde, Semih Evin’in sahildeki kahvede olduğunu, ona gitmem gerektiğini söylüyorlar. Erol Taş’la sıkı bir tavla partisinde buluyorum Semih Evin’i ve kendimi tanıtıyorum. Çayımı yudumlarken, tavla partisinin bitmesini bekliyorum. Erol Taş partiyi kaybedip çay paralarını ödüyor. Birlikte harabe konağa çıkıyoruz. Beni bir odaya alıyorlar. Dışarının soğuğuna inat, cehennem gibi sıcak bir oda. Sacları kızarmış kocaman bir soba. Sobanın yanındaki koltukta Fatma Girik oturuyor. Mini eteği bacaklarının birleştiği yere kadar kısa. Makyaj yapılıyor. Karşısındaki divanda Mualla Sürer, Yeşilçam filmlerinden aşina olduğum birileriyle pişti oynuyor. Bana da sobanın yakınında bir sandalye veriyorlar. Bir oradaki varlığımı kendime bile izah edememekten duyduğum anlatılmaz sıkıntı, bir yandan çekingenliğimden üzerimden çıkaramadığım paltom, bir yandan odanın cehennemi sıcaklığı, bir yandan da Fatma Girik’in, gözlerimi kaçırmama rağmen bakmamayı başaramadığım çıplak bacakları... Kısa sürede kan ter içinde kalıyorum.

Neyse ki bu ziyafet ve işkence çok sürmüyor. Ahı gitmiş vahı kalmış konağın gıcırdayan merdivenlerinden üst kattaki sete çıkıyoruz. Çekim başlıyor. Sonradan yönetmen yardımcısı olduğunu öğrendiğim bir delikanlı, elinde karalanıp çiziktirilmekten okunamaz hale gelmiş kağıtlarla ortalıkta dolaşıyor ve yönetmen sordukça onlara bakıp bir şeyler söylüyor. Sonra da Semih Evin oyunculara ve kameramana talimatlar vermeye başlıyor. Mualla Sürer elindeki gemici fenerini konağın penceresinden sallayarak, boğazdan geçen bir tekneye işaret veriyor. Ben derme çatma imkanlarla ve ve rastgele çekildiğine inandığım bu planın en az birkaç kez tekrarlanmasını bekliyorum, ama ne mümkün. Derhal bir başka plana geçiliyor ve yanlış anımsamıyorsam, Fatma Girik saklandığı yerden, Sürer”in bu hareketini görüyor ve birilerine haber vermek için oradan uzaklaşmaya çalışıyor. O plan da bir seferde çekiliveriyor. Her şey mükemmel... Gecenin bir saatinde bu gecekondu film setinden, Yeşilçam gerçeğini bir kez daha anlamış olarak düş kırıklığı içinde ayrılıyorum.

Bedrettin Cömert diye biri vardı...

Aylar geçiyor, İstanbul’dan hiçbir ses çıkmıyor. Metin Erksan, Yılmaz Kuzguncuk’a ait o senaryonun filmini yapıyor mu, yapmıyor mu anımsamıyorum. Gel zaman git zaman, yıllar yıllar sonra, 1978’de, Hasan Hüseyin sayesinde yakın dostluğunu kazandığım Bedrettin Cömert’e Küçük Dünyalar’dan söz ediyorum. Senaryoyu okuyor ve çok beğeniyor. Senaryonun evrensel bir temayı işlediğini ve çok başarılı olduğunu söylüyor. İtalya sanat çevreleri ile sürmekte olan ilişkileri var. Cinecitta’nın bu senaryoyu mutlaka filme dönüştüreceğini söylüyor ve İtalyanca’ya çevirmesi için sevgili eşi Maria Augusto’ya veriyor. Fakat heyhat... Birkaç ay sonra Bedrettin, ayak tırnağının kiri bile olamayacak birtakım yaratıklar tarafından katlediliyor ve senaryonun bendeki son kopyası onda kalıyor.



1980’li yılların ortaları. Bir vesileyle, sevgili dostum Mimar Sinan Üniversitesi Sinema Televizyon Fakültesi Dekanı Profesör Sami Şekeroğlu’nun odasındayım. Metin Erksan da var. Ben geçmişte yaşadığımız olayı anlatıyorum. Hatırlıyor, “Biliyor musunuz, o senaryoyu hâlâ saklıyorum. Ondan film yapmamız mümkün değildi, çünkü Özdemir’i de beni de batırırdı, ama iyi bir senaryoydu” diyor. Bende bir tek kopyasının kalmadığını, bir fotokopisini çektirmek için alıp alamayacağımı soruyorum. Evini yeni taşıdığı için kitap sandıklarını daha açamadığını, bulmasının çok güç olduğunu ve ilerde bulabilirse memnuniyetle verebileceğini söylüyor. Fakat ne ben onu arayıp soruyorum ne de o beni... Küçük dünyalarımızda yaşamaya devam edip gidiyoruz.