Cumartesi, Ocak 27, 2007

Yaratıcı bir protesto

27 Mayıs ne ki?

Geçenlerde çok sevdiğim ve saygı duyduğum tarihçi bir dostumla sohbet ederken, konu 27 Mayıs’a geldi. O, bir araştırmacı yazar olarak bilgi birikimini ortaya koyarken, ben de 27 Mayıs’ı ve onu yaratan koşulları birebir yaşamış biri olarak gözlemlerimi anlattım. Dostum, 22 yaşındaki kızının, hiç izlemediğim Hatırla Sevgili adlı televizyon dizisini büyük bir ilgiyle karşılandığını, yine gençlerin yazdığı Ekşi Sözlük adlı sitede konuya ilişkin yüzlerce girişin olduğunu anlattı. Sohbetin sonunda ikimiz de, kimilerine göre Türkiye’nin demokratikleşmesi yolundaki en önemli aşama, kimilerine göre ise en büyük ayıplardan biri olarak değerlendirilen 27 Mayıs’ın da o günlerde olduğu gibi “ihtilal” ya da "devrim" olarak değil de sonuçta bir “darbe” olarak değerlendirilmesi gerektiğinde birleşirken, bu olayın o yıllarda niçin yanlış algılanarak devrim olarak görüldüğünün bugünkü kuşaklara tüm boyutlarıyla anlatılmadığı, elde toplumsal ve popüler tarih belgesi olarak kayda değer şeylerin bulunmadığı sonucuna vardık. Pek çoğumuzun içinde yaşadığı daha 50 yıl önceki yakın tarihimiz konusunda bu kadar bilgisiz bırakılmamızın elbette pek çok nedeni vardı.

Bu sohbet beni anında yıllar öncesine götürdü ve o günlerde yaşadığım pek çok olayın arasında ilginç, ilginç olduğu kadar da dramatik ve komik bulduğum bir olay gözlerimin önüne geldi ve ona anlattım. 27 Mayıs olgusunun günümüze taşınmasına herhangi bir katkıda bulunup bulunmadığımızı bilemem ama, gülmekten kırıldık. Ben, 27 Mayıs’ın o dönemde yarattığı toplumsal ve bireysel algıyı da yansıtan bu olayı yıllardır dostlarıma anlatırım ve hep aynı duyguları paylaşırız. 12 Eylül darbesinden beri Londra’da yaşayan, yıllarını sendikacılık hareketine vermiş, Türkiye İşçi Partisi saflarında militanca görev yapmış, 21 Mayıs Harbiye Ayaklanması'nın militan teğmenlerinden, Abdullah Yılmaz’la da, her İstanbul’a geldiğinde aynı anının yeni baskılarını yapar, yine gülmekten kırılırız. Bu yazımda o günleri ve sözünü ettiğim anımı anlatacağım.

Mamak Muhabere Okulu’nda yedek subayım. Muhabere Okulu’na bağlı Muhabere Astsubay Okulu’nda kısa bir süre takım subaylığı yaptıktan sonra, doğrudan Muhabere Okulu Komutanı’na bağlı inzibat subaylığı görevine getirilmiştim. Üstelik Doğu Bölgesi İnzibat ve Trafik Karakol Komutanlığı'na... Muvazzaf (meslekten) subayların bile edinmek için her türlü yolu denediği bu itibarlı göreve nedense, Muhabere Okulu Komutanlığı’nca ben uygun görülmüştüm. Komutanı olduğum karakolda Atilla Akınlı adında asteğmen bir yardımcım, bir kıdemli astsubay başçavuş, bir başçavuş, iki onbaşı ve kırk inzibat eri vardı. Ayrıca biri jip biri pikap iki de araç... Araçların ikisi de, kırmızı zemin üzerine yazılmış AS-İZ plakaları ve tepelerine yerleştirilmiş, yanıp sönen kırmızı ışıklar ve sirenlerle donatılmıştı...

Kızılay kıpır kıpır...

27 Mayıs hareketi öncesinde Ankara’nın siyasal ve toplumsal olaylarını birebir yaşıyordum. İnzibat subaylığına getirilmezden önce Astsubay Okulu’ndaki görevim boyunca hemen her gün saat 16.30’da servis aracı REO askeri kamyonlarıyla Kızılay’a iniyor ve arkadaşlarımla buluşarak o günkü eylemlere katılıyordum. Bunların başında da Plevne Marşı’nın ezgileriyle koro halinde söylediğimiz “Olur mu böyle olur mu, kardeş kardeşi vurur mu?” korosu vardı. Bir bölümüne resmi kılıkla katıldığım olaylar arasında Adnan Menderes’in öğrenciler tarafından tartaklanışı, Harbiyeliler’in yürüyüşü, atlı polislerin ayakları altından kaçışmalarımız, göz yaşartıcı bombaların dumanından göz yaşları içinde sığınacak yer arayışlarımız geliyor. Hiç unutmuyorum, 25 Mayıs günü TBMM’de, ünlü Tahkikat Komisyonu konusundaki bir tartışmada Cumhuriyet Halk Partililer’le iktidardaki Demokrat Partililer sıra kapaklarını parçalayarak birbirlerine girmiş ve yaralananlar olmuştu. Bunlardan biri de CHP Milletvekili Selim Soley’di. Soley o gün, başı, üzerinde kan izleri bulunan bir sargıyla sarılı olarak Kızılay’a gelmiş ve büyük bir gösterinin başlamasına neden olmuştu.

Devlet radyosunda ve sansürlü gazetelerde, Vatan Cephesi listeleri, iktidarın eylemleri ve başarıları, “muhalefetin hıyaneti” haberleri dışında tek cümle bilgi ve haber almak mümkün değil. Bu durum söylenti ortamını öylesine besliyor ki, üzerine asfalt dökülen öğrenci cesetlerinden, Et Balık Kurumu'ndaki dev kıyma makinelerine atılan üniversite öğrencilerinden söz edilir olmuştu. Ankara dışından da benzer haberler alıyorduk. Halk gerçekten eski deyimiyle "infial" halinde idi.

Kendimi 27 Mayıs'ın komutanı sanıyorum...

Bu gelişmelerin de katkısıyla 27 Mayıs hareketi gerçekleşti, 10 yıldır Türkiye’yi yöneten DP, iktidardan uzaklaştırıldı. Toplumun büyük kesimi darbeyi bir ihtilal gibi algıladı Diğer illeri bilmiyorum ama Ankara birkaç gün süren coşkulu bir bayram yaşadı. O günlerde Küçükesat’ta oturuyordum ve servis görevi yapan REO kamyonlarla karakola gidip geliyordum. Fakat o sabah servisten söz etmek ne mümkün. Tank ve uçak sesleriyle birlikte sonuna kadar açılmış radyolarda ihtilal bildirileri okunuyor ve sokağa çıkma yasağı konulduğu iddia ediliyordu. Herkes salkım saçak pencerelerdeydi. Ben Küçükesat’tan Akay’a (ve İ. Melih Gökçek hâlâ değiştirmedi ise) şimdiki adıyla İnönü Meydanı’na kadar, askeri bir araç bulabilirim ümidiyle yürümeye başlamıştım. Yol boyunca balkonları ve pencereleri dolduranlarca alkışlanıyor ve atılan çiçeklerin arasında yürüyordum. Genç bir yedeksubay olduğum için müthiş gururlanıyor ve kendimi 27 Mayıs’ı n başkomutanı gibi hissediyordum. Bugün 27 Mayıs’ı ve onu yaratan ortamı yaşamamış olanlara bu tabloyu anlatmakta zorlanıyorum ve bir askeri darbe yandaşı olduğum gibi algılanmaktan da son derece rahatsız oluyorum.

Birkaç askeri araç değiştirdikten sonra karakola ulaştım ve özel jipimle Ankara’yı dolaşmaya başladım. Bu kez de kıyıda köşede kalmış DP’liler ya da yandaşlarını yakalamakla ya da herhangi bir kalkışmada bulunmalarını önlemekle görevlendirilidim. Öğleden sonra sokağa çıkma yasağı delinmiş ve başta Atatürk Bulvarı, Kızılay ve Sıhhiye meydanları olmak üzere Ankara inanılmaz bir şenlik alanına dönüşmüştü. Sözde güvenlik sağlamak amacıyla şehrin içinde dolaşan tanklar, karanfillere boğulmuştu. Tankların üzerinde askerlerle gençler birlikte marşlar söylüyorlardı.

Olur mu böyle olur mu, oğul babayı vurur mu?

Darbeden iki ya da üç gün sonra, gece saat 01.00 sıralarında, özel jipimle Küçükesat’tan Mamak’a gidiyordum. Sokağa çıkma yasağı nedeniyle yollarda in cin top oynuyordu. Tam Kurtuluş Meydanı’ndan geçerken şoförüm Manisalı Mehmet Pehlivan acı bir fren yaptı. Gecenin karanlığında uzun boylu bir gencin kendini jipin önüne attığını gördüm. İçgüdüsel olarak ikimizin de elleri de tabancalarımıza gitti. Genç büyük bir heyecanla yaklaştı ve “Lütfen yardım edin bana, lütfen kumandanım...” dedi. Mehmet elindeki feneri delikanlının yüzüne tuttu. Şaşırdım. Çünkü hiç yabancı gelmemişti bana karşımdaki yüz. Sokak lambasının altına gelmesini işaret ettim. Mehmet de jipi lambanın aydınlığına çekmişti. Artık birbirimizi daha iyi görüyorduk. Evet bu Erdoğan’dı, Gülşehir’de ilkokuldan sınıf arkadaşım. “Erdoğan sen misin?” dedim şaşkınlıkla. Yüzüme dikkatle baktı ve o da bana “Teğmenim, sen Şahin’sin!” dedi. Jipten indim ve heyecanla kucaklaştık. On on iki yıldır görmediğim arkadaşımla böyle bir durumda karşılaşmak çok garip gelmişti bana. Erdoğan heyecanını bastırmaya çalışarak benimle karşılaşmasının büyük şans olduğunu söyledi ve sorununu anlatmaya başladı:

“Şahin’ciğim, üç gündür pederle başımız dertte. Adam kafayı çekip çekip olay çıkarıyor mahallede. 27 Mayısçılar’dan tut da İsmet Paşa’ya kadar herkese uluorta küfrediyor. En yakın komşularımız bile rahatsız, biraz daha kalırsa mahalleli linç edecek diye korkuyorum. Allahaşkına şu adamı içeri alın da biz de kurtulalım, onun da başına bir şeyler gelmesin...

Durum gittikçe ilginç hale geliyordu, ama yapacak başka bir şey yoktu. Erdoğan’ı da arabaya alıp, Topraklık semtine doğru yola koyulduk. Mahallede ışıkları yanan tek katlı, yarı gecekondu bir evin önünde durduk. Erdoğanlar’ın eviydi burası. Erdoğan, babası götürülürken görünmek istemediği için biraz ilerde gizleniyordu. Evin önünde üstü hasırlarla kapatılmış bir set vardı. Elli yaşlarında, uzun boylu, zayıf sakalları uzamış, sinirli bir adam karşıladı bizi. Beni görür görmez,

“Sonunda götürmeye mi geldiniz, götürün bakalım, korktuğumu mu sanıyorsunuz, orada da aynı şeyleri söyleyeceğim” dedi. Sette ahta bir masa, üzerinde, o zamanlar çopur diye anılan 35’lik boş bir rakı şişesi, yarısına kadar sulandırılmış rakı dolu bir çay bardağı, peynir kırıntıları vb. Bir de Grundig TK 23 marka, makaralı, makaraları boşa dönen bir teyp vardı. Adama Erdoğan’ın arkadaşı olduğumu söyledim.

Biliyorum, biliyorum, zaten Erdoğan, öz oğlum ihbar etti beni, nerde o şimdi? Kaçtı değil mi, benden korkup kaçtı, alacağı olsun onun. Mahalleli de kıçına kına yakar artık” dedi öfkeyle. O sırada karısı çıktı içerden. Şaşkın şaşkın bize bakarken, kocasını koruyup kollayıcı bir tavır da takınmamıştı nedense. İçerden adamın ceketini getirdi. Adam sürekli homurdanıyordu ama güçlük çıkarmadan, teypini de koltuğunun altına alıp bizimle gelmeyi kabut etti. Bu arada çevredeki evlerin ışıkları yanmaya ve perdelerin arkasından meraklı sliüetler belirmeye başlamıştı.

Milli Türk Musikisi

Jipe bindikten sonra teypi niçin yanına aldığını sordum. Homurdanarak, “Onda milli Türk musikisi var, sen hiç dinlemedin mi?” dedi. Sonra da sarhoş kafayla priz arar gibi bir harekette bulunup, arabada olduğunu farkedince vazgeçti. Yol boyunca hiç konuşmadık. Teslim aldığımız yer benim yetki alanımda olmadığı için onu Ulus’taki Merkez Komutanlığı Karargahı’na götürüp teslim ettim. Tutulan tutanak sayesinde de adının Selahattin olduğunu öğrendim.

Aradan birkaç hafta geçmişti. Aynı zamanda Doğu Bölgesi Garnizon Komutanı da olan Muhabere Okulu Komutanı Tuğgeneral Celadet Ögel’in beni emrettiği bildirildi. Huzura çıktım. Celadet Paşa tedirgin ve sinirli bir tavırla,

Teğmen, nedir bu Topraklık’tan aldığınız adam? Topraklık’la ne alakan var senin de oralarda olaylara müdahale ediyorsun?” dedi. Durumu açıklayınca sakinleşti ve yanındaki Kurmay Albay İhsan Sakarya’ya dönüp,

Şu işe bak yahu, millet öyle bezmiş ki, babasını bile ihbar ediyor... Yalnız anlayamadığım bir husus var albayım, soruşturmayı nedense askeri mahkemede değil, sivil mahkemede açmışlar” dedi. Sonra da bana, mahkemeden tanıklık için davet geldiğini bildirip resmi bir zarfı uzattı ve

Ere de tembih et, mahkemede sadece bildiklerinizi anlatın, ileri geri laf etmeyin sakın teğmen” uyarısında bulundu. Ardından da ekledi: “Sonra da gelip bana anlatacaksın mahkemeyi”.

Kadifeden darbesi...

İlk kez mahkemeye çıkacağım için çok heyecanlanmıştım. Bir hafta kadar sonra, benimle birlikte çağrılan şoförüm Mehmet Pehlivan’la Anafartalar Caddesi’ndeki Adliye binasına gittik. Bizi yönelttikleri üst katlara çıkarken kulağıma garip sesler geldi. Birileri “Kadifeden Kesesi” türküsünü söylüyordu ama sözleri çok yabancıydı. Kulak kesildim. Türkünün sözleri Harbiye Marşı’nın sözleriydi... Yukarı kata çıkınca ses daha da belirginleşmişti. Hiçbir anlam veremiyordum ama bir yandan da gülmekten kendimi alamıyordum. Ayrıca koridorlardaki insanlar da şaşkın ve anlamsız gözlerle birbirlerine bakıyorlardı. Sesin, bizim de ifade vereceğimiz sorgu yargıcının odasından geldiğini anlayınca şaşkınlığımız iyice arttı. Evet, Kadifeden Kesesi türküsü resmen Harbiye Marşı’nın güftesiyle söyleniyordu:

Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız,
Tufanları gösteren, tarihlerin yadıyız,
Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti,
Cehennemler kudursa, ölmez nigahbanıyız.

Yaşa varol Harbiye, yıkılmaz satvetinle,
Göklerden gelen bir ses sana ne diyor, dinle:
Türk vatanı üstünde sönmez güneşsin sen,
Kartal yuvalarında, hürdür millet seninle.

Kapının önündeki kalabalık artmaya başlamıştı. Herkes kulak vermiş bu garip durumu izliyordu. Kapıdaki mübaşire tanık olarak geldiğimizi söyleyince, tam bir kumandan edasıyla “Bekleyin” dedi. Kısa bir sessizlikten sonra içerden gelen müzik değişiverdi. Bu kez müzik Harbiye Marşı ama, sözleri değişikti:

Kadifeden kesesi kahveden gelir sesi
Oturmuş kumar oynar ciğerimin köşesi

Kadife yastığım yok odana bastığım yok
Kitaba el basarım senden başka dostum yok...

Nihayet kafama dank etti. Bu sesler, Erdoğan’ın babası Selahattin Bey’in, yanından ayırmadığı teypten geliyordu. Güleyim mi ağlayayım mı, bilemedim. Adliye koridorlarında çın çın öten bu garip müzik bitince beni tanık olarak içeri aldılar. Selahattin Bey’le gözgöze gelmemeye özen göstererek ifademi verdim. Mehmet’in ifadesi de tamamlandıktan sonra garip duygular içinde Adliye binasından ayrıldık.

O gün bugündür dinlediğim bu garip şarkıların kulağımdaki izleri ve bu yaratıcı protesto yönteminin sahibi Selahattin Beyin yüzü belleğimde taptaze durur ve bu anımı anlatmaktan büyük zevk duyarım. Tabii olayı Celadet Paşa’ya anlatırken hiç zevk duymadığımı da belirtmek isterim.

Pazartesi, Ocak 01, 2007

Bir ajans kurmak...

Son görev kutsaldır



3 Mayıs 1985... Sevgili Betûl Mardin’le birlikte bir hafta süren hummalı bir çalışmadan sonra, isim babası olduğum Vestel’in, Manisa’daki, bugün bir deve dönüşen fabrikası anlı şanlı bir törenle dönemin Başbakanı Turgut Özal tarafından açılıyor ve ben Merkez Ajans’taki son görevimi tamamlamanın huzuru içinde, ertesi günkü feribotla İstanbul’a dönüyorum.

İşsizim ve birikmiş yıllık izinlerimi kullanıyorum. Kurucu ortağı olduğum Merkez Ajans’tan ayrılma nedenim, ortaklık yapısında yapılmak istenen değişiklik. (Bu gelişmeyi ilerde yazmayı düşünüyorum) İşten ayrıldığımı, Ajans dışında ailem ve Ersin Salman’dan başka kimse bilmiyor. Ersin’e de, daha sonra, benim niçin haberim olmadı, siteminde bulunmasın diye bilgi veriyorum. Ersin, kendinden beklenen büyük bir incelikle, Ajans Ada’da yerimin hazır olduğunu söylüyor ve yurtdışına yapacağı iş gezisine birlikte çıkmamızı öneriyor. Bu iki öneriyi de nezaket daveti saydığım için teşekkürle karşılıyorum.

Ne zaman kuruyorsun?

Yıllardır yaşamadığım hoş bir avareliğin tadını çıkarıyorum. Merkez Ajans’tan ayrıldığım haberi hızla yayılıyor ve peş peşe teklifler geliyor. Kimi dostlarım da “ne zaman kuruyorsun?” diye soruyorlar. Ajansından ayrılanın kendi ajansını kurma alışkanlığı o yıllarda yeni başlamış durumda. Ajans kurma fikri aklımın köşesinden bile geçmiyor. Ne yapacağıma karar vermekte zorlanıyorum. Yirmi beş yıl yaşadığım Ankara’dan işimi gücümü bırakıp dört yıl önce ailece İstanbul’a yerleşmişiz. Onca zamana karşın, İstanbul’da hâlâ Ankaralı gibi yaşıyorum. İşsiz kalmamsa, kendimi sudan çıkmış balık gibi hissetmeme neden oluyor.

Merkez Ajans’tan ayrılmamı gerektiren durumun bir benzeriyle karşılaşma korkusu, iş önerilerine soğuk bakmama neden oluyor. Orta boy bir ajansın ortaklığı ve yönetim kurulu başkanlığı, bir büyük ajansın genel müdürlük, dost birkaç ajansın ise ortaklık önerileri önümdeki seçenekler arasında. Görüşmelere gidiyorum ama, ücret söz konusu olduğunda, reddedilmek için, kabul edilmesi mümkün olmayan paralardan söz ediyorum. Ajans kurma fikrine ısınmam olanaksız. Başaramayacağım ve ele güne rezil olacağım korkusu tüylerimi ürpertiyor.

Ajans kurmak kimin harcı?

Ayrıca o dönemde reklam ajansı kurabilmek kolay değil. Alaeddinin Lambası gibi bir internet, Güzel Sanatlar Akademisi gibi bir bilgisayar altyapısı, asıl mesleği şair, öykü yazarı, ziraat mühendisi ya da eczacı olmayan profesyonel reklamcılar, yıllarca pazarlama ve reklam eğitimi görmüşçesine bilgili ve doğru karar verebilen reklamverenler ve yozlaşan etik ve ticari anlayışı dışında olağanüstü teknolojiyle donatılmış zengin bir medya, hayallerimizin bile çok ötesinde. Reklamcılıkta başarılı olabilmek, sadece kişisel sezgiler, duyarlılıklar ve becerilerle mümkün. Böyle bir dönemde reklam ajansı kurmak kolay mı?

İki kocaman ay avarelikle geçiyor. Temmuzun başlarında eve gelen bir telefon, hayatımın akışını belirleyen gelişmelerin başlangıcı oluyor. Akşam eve döndüğümde kızım Elif, Mehmet Reşat adında birinin beni aradığını ve telefon numarası bıraktığını söylüyor. Arayan Mehmet Reşat Karamehmet, Mehmet Emin Karamehmet’in kuzeni ve Uluslararası Endüstri ve Ticaret Bankası’nın genel müdür yardımcısı.

Uluslararası’nın Genel Müdürü Erol Aksoy altı ay kadar önce Denizli’de yerel bir banka olan İktisat Bankası’nı satın alıp İstanbul’a getirmiş ve banker krizinde kapanan Hisarbank’ın Zincirlikuyu’daki binasında faaliyete geçirmiş. İşin ilginç yanı, bina Hisarbank’ın kapanmasıyla, Uluslararası’nın sahibi olan Çukurova Grubu’na geçmiş. Aksoy, söylentileri yıllarca süren bir operasyonla hem bu binayı ele geçirmiş, hem de Uluslararası’nın seçkin elemanlarından yaklaşık 200 kişiyi İktisat Bankası’na aktarmış. Uluslararası’nın başına da, yanlış anımsamıyorsam, aynı gruba ait Yapı Kredi Bankası’nın Yönetim Kurulu Üyesi Vural Akışık getirilmiş.

Amerika'dan gelen teklif

Akışık o dönemde sık sık Merkez Ajans’a ziyaretimize geliyor ve Pamukbank’ın müşterimiz olmasına karşın, Uluslararası’na da hizmet vermemizi istiyor. Biz bunun mümkün olamayacağını anlatıyoruz ama sonuçta ısrarına dayanamayıp, bir toplantıda Pamukbank’ın Genel Müdürü İbrahim Betil ve yardımcısı Akın Öngör’e Vural Akışık’ın bu önerisinden söz ediyoruz. Bir anda hava elektrikleniyor ve Betil’le Öngör büyük bir tepkiyle, Akışık’ın bunu nasıl teklif edebildiğini ve bizim de bunu nasıl olup da onlara iletebildiğimizi soruyorlar. Sonuçta durum açıklanıyor ve bizim de Akışık’a bunun mümkün olamayacağını anlattığımızı söylüyoruz ve konu kapanıyor. Akışık’ın bu isteğini ve hizmet aldığı Ajans Ada’dan ayrılmak üzere olduğunu bildiğim için, Mehmet Reşat Karamehmet’in bana bir teklifte bulunacağını düşünüyorum.

O gece gözüme uyku girmiyor. Ertesi gün öğleye doğru Mehmet Reşat Karamehmet’i arıyorum. Kısa bir sohbetten sora ağzındaki baklayı çıkarıyor. Merkez Ajans’tan ayrılış nedenimi ve şimdi ne yapmak istediğimi soruyor. Daha sonra da, Vural Akışık’ın kendisini Amerika’dan aradığını ve benim Merkez Ajans’tan ayrıldığımı ögrendiğini, perşembe günü İstanbul’da olacağını ve mümkünse saat 17.30’da benimle görüşmek istediğini söylüyor. Benim ayrılmam haberini Amerika’da öğrenmiş olmasını bir türlü anlayamıyorum. Ve perşembe günü söz konusu saatte Banka’da olacağımı söylüyorum.

Ben enayi miyim?

O gün Vural Akışık’la aramızda ilginç bir görüşme geçiyor. Ayrılış nedenim konusunda bir kez daha kibarca sorgulanıyorum. Sonra Akışık ne yapmayı düşündüğümü soruyor. Birtakım teklifler aldığımı, fakat hiçbir fikrim olmadığını ve herhangi bir karar veremediğimi söylüyorum. Fazla beklemeden malum soru karşıma çıkıyor. Akışık,

“Niçin kendi ajansını kurmuyorsun?” diyor. Bana bir öneride bulunacağından eminim ama böylesine net olacağını beklemiyorum. Domuzluğum tutuyor, ajans kurmanın ve özellikle de müşteri edinmenin kolay olmadığını anlatmaya çalışıyorum. O, net ve kararlı bir tavırla, bir ajansın başlangıç yatırımının ne kadar olacağını soruyor. Tuzağa düştüğümün ve dönüşün kolay olmayacağının farkına varıyorum ve biraz düşündükten sonra işi yokuşa sürmek için yaklaşık 70-80 milyar gerektiğini söylüyorum.

“Şirketini hemen kur, ben sana yapacağın ilk işler için 37 milyar avans çıkaracağım, sen ödemelerini nasıl olsa vadeli yaparsın, bu para da senin işini görür” diyor. Bu kadarını hiç beklemediğim için aptallaşıyorum. İçinde bulunduğum ikilem anlatılabilir gibi değil. Bir yandan bana duyulan güvenin verdiği mutluluk, bir yandan ajans kurma fikrinin ürkütücülüğü... Bir şeyler yapmam ve bu gelişmeyi engellemem gerektiğini düşünerek, konuşmayı başka bir mecraya sokuyorum. Ajans Ada’nın sahibi Ersin Salman’ın çok eski ve yakın dostum olduğunu, bu koşullarda ajans kurarsam, Uluslararası’nı onun elinden almış gibi olacağımı, bu davranışın Ersin’le hukukuma aykırı düşeceğini ve bunu da istemediğimi söylüyorum. Bunun üzerine Akışık, Ersin’in, benim Merkez Ajans’tan ayrıldığımı bilip bilmediğini soruyor. Bildiğini, hatta ilk olarak ona haber verdiğimi söylüyorum. Bu defa ölçülü bir alaycılıkla şöyle devam ediyor:

“Sen enayi misin yahu?.. Biz Ersin’le bir ay önce oturup birlikte kararlaştırdık ayrılmayı. Üstelik o bana ajans bulmamda yardımcı olacağını söyledi ve birkaç öneride de bulundu. Ersin madem bu kadar yakın dostun ve işinden ayrıldığını biliyor da niye senden bahsetmiyor bana, niye seni önermiyor?.. Boş ver bunları boş ver, dostluk başka, alışveriş başka... Sen kendi işine bak...” Edecek söz bulamıyorum. Vural Akışık’la el sıkışıyoruz. Bir an önce ajansı kuracağımı ve eylül ayında da medyaya çıkacağımızı vaat ederek ayrılıyorum.

İlişkilerimizin biraz buruk olmasına karşın, ilk işim Nazar’ı aramak oluyor. Merkez Ajans’tan ayrılırken onun bana “Ajans kurarsan ve uygun görürsen sana ortak olmak isterim, uygun görmezsen de her türlü desteği vedmeye hazırım” şeklinde verdiği bir söz var... Nazar’la görüşmemiz sıcak geçiyor. Gelişmenin kendisini çok sevindirdiğini, ancak bana ortak olursa, bunun Pamukbank yönetimi tarafından yanlış, hatta bir danışıklı dövüş olarak algılanabileceğini söylüyor. Peşinden hemen Ersin’i arıyorum, fakat hâlâ yurtdışında, ne zaman döneceği de belli değil.

Üçlü altyapı

Temmuzun ortasında koşuşturmaya başlıyorum. Bir yandan şirket kuruluşunu tamamlamak, bir yandan uygun bir yer bulmak, bir yandan da daha önce Merkez Ajans’ın, peşinden de Ajans Ada’nın tezgahından geçmiş bir bankaya tatmin edici hizmet verebilmek... Gerçekten günlerim uykusuzluk ve gerginlik içinde geçiyor. İlk işim, Ankara’daki şirketimden tanıdığım ve o dönemde Oyak’a bağlı Yatırım Finansman Şirketi’nde Genel Müdürlük yapan Tuncay Akoğlu ve Merkez Ajans’ın Art Direktörü Erkal Yavi ile görüşmek oluyor. Tuncay’a ortaklık öneriyorum, Erkal’dan ise, ortaklık olanağı da sağlayabileceğim bir art direktör bulmasını istiyorum. Erkal, bir yandan hoşuma giden, bir yandan da beni tedirgin eden bir öneride bulunuyor ve ajansı birlikte kurmamızı istiyor. Bunu uzun uzun düşünüyorum. Aslında idari ve mali konularda Tuncay’ın, yaratıcı grupta Erkal’ın varlığı, ajansın güçlü bir altyapıyla kurulmasını sağlayacak, ama Merkez Ajans’ın temel direklerinden olan Erkal’ı Nazar’dan nasıl isteyebileceğimi düşünemiyorum. Merkez Ajans’tan ayrılırken Nazar’ın söyledikleri bir kez daha aklıma geliyor. Erkal’a, bu önerisinin aramızda kalmasını, ben Nazar’la konuşmadan kimseye açmamasını söylüyorum. Tam Nazar’la görüşmeyi planlarken, Erkal bir akşam eve geliyor ve Nazar’la kendisinin konuştuğunu ve ona birlikte ajans kuracağımızı söylediğini anlatıyor. Beynimden vurulmuşa dönüyorum. O anda Erkal’la ilişkimi kesmek geliyor aklıma ama anlıyorum ki iş işten geçmiş. Bunu Nazar’a izah edebilmeyi düşünürken, ertesi gün Ana Basım’ın büyük ortağı Yücel Uzmen arıyor ve,

“Yahu sen ne halt ettin. Nazar’a bu kazık atılır mıydı?” diyor ve Nazar’ın ateş püskürdüğünü, “Şahin bunu nasıl yapar, anlayamıyorum, gelip benimle konuşamaz mıydı? Bundan sonra benim için Şahin Tekgündüz diye birisi yok” dediğini anlatıyor. Bu tepki karşısında Nazar’ın karşısına çıkmamın ve onunla konuşmamın mümkün olmadığını düşünüp işi oluruna bırakıyorum. Nazar'la dostluğumun tarihe gömüldüğünü düşünmek istemiyorum.

Bu oldubitti ve tatsızlığı çaresizlikle sineye çekip, Anadolu Yayıncılık’ta çalışırken tanıdığım Edip Kavuzlu’yu buluyorum. Kavuzlu, mali işler ve muhasebe konusundaki bilgi düzeyi ve güvenilir kişiliği ile bulunmaz birisi. Daha sonra da, bugünlerin bile en tanınmış mali müşviri olan Atilla Selçuk’a ulaşıyorum... Şirket kuruluşuyla ilgil işilemler sürerken, ajansın adı, kimliği çalışma ortamıya ilgili koşuşturmalarım sürüyor. Mas Basımevi’nin sahibi Lokman Şahin’in yardımıyla, Teşvikiye Caddesi 73 numaradaki Varon Apartmanı’nın birinci katını kiralamayı başarıyorum. Bir üstümde ise dönemin ünlü art direktörlerinden Aydın Ülken var. Bu, bana büyük bir güven duygusu veriyor.

Megafonlu ajans


Büyük tereddütlerden sonra ajansın adının Pazarlama Araştırma Reklam sözcüklerinin ilk harflerinin oluşturduğu Parajans olmasına karar veriyorum ve hemen Bülent Erkmen’e başvuruyorum. Yıllarca Parajans’ın kimliğini oluşturan megafonlu adam amblemi onun armağanı. Daha sonra tarihi apartmanın harap durumdaki dairesinin onarılması, Koleksiyon’a ısmarlanan mobilyaların tamamlanması, ajansı temsil edecek basılı malzemenin Mas Basımevi’nde hazırlanması birbirini izliyor. Bu arada zaman zaman benim evimde, zaman zaman da onarımdan uzak tuttuğumuz bir odada Uluslararası’nın yeni kampanyasını hazırlıyoruz. Tabii önce ayrıntılı bir strateji raporu.

Ağustos sonunda medyaya çıkıyoruz. İlk kampanyamız, Uluslararası'nın sektör içindeki yerini belirleyen ve işi dış ticaret olanların 1985'i nasıl bitirdiklerini sorgulayan ve Uluslararası'yla çalışanların yeni yıla başarıyla girdiklerini anlatan bir kampanya.

Hemen peşinden gelen ikinci kampanyamız ise zengin vaatlerle dolu.

Yılın son kampanyasında ise, Uluslararası’nın öteki bankalardan farkını, 12 Eylül’ün getirmeye çalıştığı Osmanlıca başlıklarla anlatmaya çalışıyloruz. Aklımda kalan başlıkların kimileri şöyle: “Adem-i merkeziyet”, “Lisan-ı cari”, “Hesab-ı kat’i”, “Gayrı kabil-i rücu”, “Sürat-i intikal”...

Kampanya, başlıkları nedeniyle büyük ilgi görüyor. Kimi köşe yazarları, başlıkların Kenan Evren’in dayattığı Türkçe’yle dalga geçtiğini, kimileri ise unutulmaya yüz tutan terimleri gündeme getirdiğini yazıyor. Başlıkların Osmanlıca olmasına karşın her biri çağdaş işletmeciliği ve uzman bankacılığı tanımlıyor ve işini görüyor.

Küslük bitiyor ama...

Bu arada Ersin’in yurtdışından döndüğünü öğreniyorum ve ısrarla arıyorum. Üst üste aramalarıma karşın telefonlarıma çıkmıyor. Aradan altı aya yakın zaman geçiyor. Ajans Ada’daki dostlarımı araya sokup, beni aramasını sağlıyorum. Sonunda, o günlerin ünlü lokantalarından Taşlık’taki Teras Restoran’da bir öğle yemeğinde bir araya geliyoruz. Başlangıçtaki soğukluk ve resmiyet çok garibime gidiyor ve “Ersin’le böyle mi olacaktık” diye düşünüyorum. Bu duygu bir yandan hüzün verirken bir yandan da saçma bulduğum için gülmeme neden oluyor. Neden sonra hava sıcaklaşıyor, ben Vural Akışık’ın söylediklerini aktarıyorum, durumu açıklamak için kendisini ısrarla aradığımı ama yurtdışında olduğu için ulaşamadığımı anlatıyorum.

Altı ay kadar süren kırğınlık sona eriyor, eriyor ama, bir yıl sonra Reklamcılar Derneği’ne üye olmak için yaptığım başvuru, Asbaşkan Ersin Salman imzasını taşıyan bir yazıyla reddediliyor. Gerekçe olarak da Parajans’ın henüz kendini kanıtlamış bir ajans olmadığı gösteriliyor. Ama bu defa küsmüyoruz birbirimize ve izleyen yıl dernek üyeliğim kabul ediliyor.